Kısa Bir Arkaplan: Küresel Kriz Döneminde Yüksek Oranlı Büyüme Modelinin Tıkanması ve Ekonominin Kontrollü Biçimde Yavaşlatılması Kararı
Bilindiği gibi 2011 sonlarına doğru, Türkiye ekonomisinin 2002’den bu yana izlediği yüksek oranlı büyümenin yapısal sınırlarına gelinmişti. Bu yüksek oranlı büyüme modeli, yoğun olarak ara malı ithalatına dayanan bir üretim ve ihracata bağımlı durumdaydı. Gelgelelim bu durum giderek büyüyen bir dış ticaret açığına ve cari açığa (döviz açığı) yol açıyordu. Diğer yandan, ekonomik büyüme büyük ölçüde yapay biçimde (düşük faizli tüketici kredileriyle) kışkırtılan bir iç talebin sonucu olarak gerçekleşiyordu. Fakat özel sektör şirketleri ve hanehalklarının toplam tasarruf düzeyi (yani harcanabilir finansal birikimleri), üretime dönük yatırımları ve yoğun tüketimi finanse etmekten çok uzaktı. Finansal küreselleşmenin hızla genişlediği, döviz cinsinden düşük faizli kredilerin ve bol miktarda sıcak paranın merkez ülkelerden çevre ülkelere aktığı bir dönemde, yatırımlar ve iç talep için finansman bulmak pek güç olmuyordu.
Fakat 2008’de patlak veren küresel finansal krizin düzenli sermaye akımlarını alt üst etmesi, fakat Türkiye’nin 2010-11 yıllarında da aynı büyüme modelini sürdürmekteki ısrarı, 2011 sonlarında ekonomiyi bir dönüm noktasına getirdi. Dünya Bankası gibi uluslararası düzenin patronları devreye girdi ve Türkiye’yi yönetenlere böyle devam edemeyeceklerini bildirdiler. Türkiye’de bankalar ve özellikle bankacılık-dışı özel sektör, döviz cinsinden yoğun şekilde borçlanmıştı. Euro bölgesi krizinin daha da ağırlaştırdığı bu kaotik dönemde, borçların döndürülebilmesi için uygun koşullarda finansman bulunması hiç de kolay değildi.
“Sürdürülemez cari açık” uyarıları karşısında ekonomiyi yöneten otoriteler, 2011 Sonbahar’ından itibaren ekonomiyi yavaşlatıcı önlemler almaya başladı. Bu önlemler temelde iki ayağa oturuyordu. Birincisi, TL’nin özellikle dolar karşısında sınırlı bir değer kaybı yaşamasına izin verildi (dolar kuru, 1,50-1,60 seviyesinden 1,80’lere çıktı). Böylece ithalatın pahalılaşarak azalması amaçlandı. Diğer yandan Merkez Bankası (MB), tüketici kredileri hacmini daraltmak üzere bankaları fonlama (bankalara ihtiyaç duyduğu likit parayı borç verme) faizini yükseltti. Buna “sıkı para politikası” deniyor. Dolayısıyla bankalar da müşterilerine biraz daha yüksek faiz oranlarından tüketici kredisi vermek zorunda kaldılar. Bu da kredi hacminin daralma anlamına geliyordu.
Yalnız Türkiye’yi yönetenlerin ekonomiyi kontrollü bir şekilde yavaşlatması gerekiyordu. Hızlı bir yavaşlama, devletin vergi gelirlerinde hızlı bir düşüşe yol açardı. Bu da, 90’larda tanık olduğumuz yüksek oranlı bir kamu borçlanmasını beraberinde getirebilirdi. Daha önemlisi, yurtdışı bankalara yüklü miktarda borcu olan özel sektör şirketlerinin gelirlerinin birden azılması, çok sayıda şirketi iflasa sürükleyebilirdi. Yüksek oranlı bir ekonomik yavaşlamanın yol açacağı artan işsizlik ve çalışan sınıfların gelirlerindeki hızlı düşüş, AKP’ye karşı yaygınlaşmakta olan toplumsal hoşnutsuzluğu denetlenemez boyutlara çıkarabilirdi.
Bunun üzerine ekonomi otoriteleri ve MB, “ılımlı yavaşlama” veya “yumuşak iniş” senaryosunda karar kıldı. Bu senaryoya göre, Türkiye ekonomisi 2012 yılında daha az büyüyecek, böylelikle cari açık sorunu tekrar sürdürülebilir düzeye inecek, fakat büyük bir toplumsal huzursuzluk yaratacak kadar da ivmeli yavaşlama yaşamayacaktı. Bunun için belirlenen büyüme oranı, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 4 büyümesiydi.
2012’nin İkinci Yarısı Sona Erdiğinde “Yumuşak İniş” Senaryosuna Ne Oldu?
Esas itibariyle, beklenenden biraz daha hızlı bir yavaşlama olsa da, “yumuşak iniş” senaryosu başarılı oldu. Türkiye 2012 ilk çeyreğinde yüzde 3,2 büyüdü.
Ana-akım iktisat dilini benimseyerek konuşacak olursak, iç talebin kısılmasının ve döviz kurların nispeten pahalılaşmasının sonucu olarak dış ticaret açığı ve buna bağlı olarak da cari açık 2011’e göre küçüldü. Fakat bu küçülmeye biraz daha yakından bakmak faydalı olabilir. Aşağıdaki tabloda 2011 ile karşılaştırmalı olarak ihracat, ithalat, dış ticaret açığı, cari açık ve cari açığın finansmanında kullanılan i) doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DDY), ii) sıcak paranın portföy yatırımları ve iii) banka kredilerindeki değişimler gösteriliyor.
Kaynak:14.08.2012 tarihli Milliyet gazetesinde Güngör Uras’ın köşe yazısından alınmıştır.
Bu tablo, 2011’in aynı dönemiyle karşılaştırılınca 2012’nin Ocak-Haziran döneminde dış ticaret açığının 12 milyar dolar, cari açığın ise 13,7 milyar dolar oranında küçüldüğünü gösteriyor. İç talebin kısılmasıyla elde edilen gayet normal bir durumla karşı karşıyayız.
Biraz daha detaylara girersek Türkiye ekonomisi bu düzelmeyi, ithal ettiği malları yurt içinde üretme (ithal ikamesi) kapasitesine kavuşarak ve katma değeri yüksek bir üretim düzeyiyle bir ihracat sıçraması yaparak gerçekleşirmiş görünmüyor. Neden? Çünkü ithalattaki azalış çok sınırı olmuş: 1,9 milyar dolar. Yurtiçi talebin kısılması ve döviz kurlarının nispeten yükselmesinin yardımıyla ihracat artışı 10,1 milyar dolar oranında gerçekleşmiş. Demek ki cari açığı asıl düzelten etkenler, iç talebin kısılması sonucu ithalatta artış olmaması (ve çok sınırı bir azalma olması), ihracat da ise ılımlı bir artış olması olmuş. Bu arada Türkiye’nin ihracat pazarları arasında başı çeken Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki krizi ve AKP Hükümeti’nin birçok Ortadoğu ülkesiyle yaşadığı sert gerilimi göz önüne alırsak, ihracat artışının yapısal sınırlılıklarla karşı karşıya olduğunu görebiliriz.
Şimdi de cari açığın finansmanına bakalım. Finansman biçimi, 2011’in aynı dönemiyle karşılaştırıldığında, küresel krizin ağırlaşmasının izlerini taşıyor. Şöyle ki doğrudan yabancı yatırımlarda pek bir değişiklik olmazken, sıcak para girişi 6,6 milyar dolar azalmış. İç talep zayıflayınca şirketlerin dış borçlanma gereksinmesi de (belki dış borçlanma kabiliyeti de) azalmış ve böylece döviz kredileri 5,7 milyar dolar küçülmüş. Nitekim toplam döviz girişinde bir önceki yılın aynı dönemine göre 17 milyar dolar bir azalma görüyoruz. Sonuçta 2012’nin ilk 6 ayında, 31 milyar dolarlık cari açığa karşın, 38,5 milyar dolarlık bir döviz girişi olmuş ve aradaki fark olan 7,5 milyar dolar da ülkedeki toplam döviz rezervlerine eklenmiş.
Ana-Akım İktisat Dilinin Ötesinde Ekonomik Yavaşlama Ne Anlama Geliyor ve Hükümet Neyi Amaçlıyor?
Uluslararası finans odaklarının denetimindeki küreselleşme öyle bir sistem ki sürekli kâr arayan üretimden kopuk çok büyük miktarda para, büyüme, borçlanma, varlık değerleri vs. göstergeleri iyi olduğunda –gelecek için aşırı bir borç yükü yaratarak– Türkiye benzeri ülkelerin geçici bir dönem büyümesini sağlıyor. Kriz dönemlerinde ise yabancı fonların eskisi kadar kolay ve uygun koşullarda bulunamayışı, cari açık gibi sorunların büyük krizlere yol açmasını engellemek üzere ülkeleri ekonomilerini yavaşlatmak zorunda bırakıyor.
Türkiye gibi büyük ve genç bir nüfusu olan ve gelir eşitsizliğinin çok yüksek olduğu ülkelerde yüzde 3 veya 4, önemli toplumsal sorunlara yol açacak denli düşük büyüme hızları. Bizim gibi ülkelerin –mevcut büyüme paradigması içinde konuşursak– yılda en az yüzde 6-7 büyümesi gerekiyor. 2012’nin ilk 6 ayı muhtemelen emekçi sınıflar ve orta sınıflarda reel gelir kayıplarına neden oldu. Her ne kadar TUİK işsizliğin son aylarda yüzde 8,2’ye gerilediğini öne sürse de –ki mevsimlik işçilerin yanlış bir şekilde daimi iş sahibiymiş gibi sayılması yüksek bir olasılık– gerçek işsizliğin de artmış olması yüksek bir olasılık. Özelleştirmelerin durduğunu, 3. Köprü, büyük otaban projeleri gibi büyük projelerin ise finansman bulma sorunları yaşadığını biliyoruz.
AKP gibi rant dağıtımına dayalı merkez-popülist partiler içinse mevcut durum sürdürülemez nitelikte. Örneğin iki yıl üst üste yüzde 3-4 oranında bir büyüme, AKP’nin ciddi oranda oy kaybetmesine neden olabilir.
Öyleyse AKP Hükümeti ne yapabilir? Yerel seçimlerin 2013 Sonbaharı’na çekildiği bir dönemde iç talebi göreli olarak tekrar canlandırıcı önlemler almaya, yani kredi faizlerini düşürmek gibi politikalara yönelebilir. Bu güçlü olasılık, küresel krizden çıkış alametlerinin ufukta görünmediği bir konjonktürde, Türkiye’ye yine yüksek dış ticaret açığı, cari açık sorunlarıyla karşı karşıya bırakacaktır.
Fakat küresel kriz ortamı yerini göreli bir canlanmaya bırakmadıkça, Türkiye’nin 2002-2011 arasında olduğu gibi fazlasıyla riskli bir dış borçlanmayı zorunlu kılan yüksek oranlı büyümeye geri dönebileceğini veya dönmek isteyeceğini sanmıyorum.
Muhtemel Senaryolar ve Acil Kurtarma Paketleri: Kentsel Dönüşüm ve Körfez Sermayesine Mülk Satışı
Bana en mantıklı gelen senaryo şöyle: Küresel kriz yerini “yatırım iştahının arttığı”, kredi kanallarının açıldığı görece daha rahat bir döneme bırakmadıkça, AKP Hükümeti seçim dönemlerinde iç talebi arttırıcı önlemler almaya başlayacak ve sonrasında yine sıkı para politikasına geri dönecek gibi görünüyor.
Fakat böyle dur-kalk tarzı nispeten düşük oranlı bir ekonomik büyüme geniş toplumsal kesimleri memnun etmeyecektir. İşte bu nedenle AKP Hükümeti birkaç alanı, küresel kriz ortamında kendisi açısından çıkış yolu olarak görüyor.
Bunlardan birisi, bildiğimiz gibi “orman vasfını kaybetmiş olan araziler”in (yani “2B arazileri”nin) vatandaşa satışından elde edilmesi beklenen yüksek gelir. Bu beklenti ne ölçüde gerçekleşiyor, doğrusu bilmiyorum. Fakat Hazine’ye ait bu araziler üzerine daha evvel kaçak ev yapmış olanlar, şimdi zaten pratikte kendilerine ait olan arazileri yeniden satın almak için borçlanarak Hazine’ye ödeme yapacaklar. Bunu bekleyip görmek gerekecek.
İkinci ve Hükümet’in asıl umutlu göründüğü gelir kaynağı ise kentsel dönüşüm. Kentsel dönüşüm kapsamında 10 ila 20 yılda 7 milyon konutun yıkılması ve yerine yenilerinin yapılması planlanıyor. Bir gazete haberine göre İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği (İMSAD) Başkanı, 10 veya 20 yıla yayılacak kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde kendileri için toplam 50 milyar dolarlık bir pazarın açılacağını varsayıyor. [[dipnot1]] Kentsel dönüşüm, hem ekonomiyi canlandıracak bir önlem olarak düşünülüyor (çünkü inşaat sektörünün canlanması, malzeme üreten çok sayıda sektörün üretimini artırması demek); hem de Hükümet yanlısı büyük inşaat şirketlerine rant yaratacak bir yeni bir piyasa olarak.
Peki bu boyutta bir kentsel dönüşüm için finansman ihtiyacı nasıl karşılanacak? Evleri yıkılacak olan vatandaşlar yeni konut sahibi olabilmek için, sahip oldukları konutların (daha düşük) değeri ile TOKİ ve büyük inşaat şirketleri tarafından yapılacak olan konutların (daha yüksek) değeri arasındaki farkı, kredi şeklinde borçlanarak ödeyecekler. Küresel krizin en ağır dönemi yaşanırken, dolaylı olarak inşaat şirketlerinin maliyetini karşılayacak olan bu devasa miktardaki kredileri kim verecek? Uluslararası piyasalardan borçlanmak kaçınılmaz görünüyor. Fakat artık küresel düzeyde bol ve ucuz kredi döneminde yaşamıyoruz. Uluslararası piyasalardan finansman bulmak artık daha güç.
AKP Hükümeti’nin son kurtarma paketi ise, yabancılara taşınmaz (ev ve arsa vs.) satışı. Bunun için gerekli olan yasal düzenlemeler yapıldı ve yabancı uyruklulara gayrimenkul satışı kolaylaştı. Özellikle lüks inşaat sektöründe Körfez ülkeleri şirketleri ve vatandaşlarından gelecek gayrimenkul talebine yönelik büyük bir beklenti var. Bunun en popüler örneği, 28 yıl önce Suudi Arabistan veliaht prensi (şimdi kralı olan) Abdullah Bin Abdülaziz’e satılan, ancak imar izni çıkmayan Boğaz’daki “Sevda Tepesi” için Haziran’da İBB Meclisi’nden “Turizm Konaklama Tesisi” yapılmak üzere imar izni çıkmış olması. Amaç, Suudi Kralı’nın tepeye tatilini geçirmek için villalar yapmasını sağlamak. Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar, “Sevda Tepesi”ne imar izni çıkmasını savunurken “adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır” dedikten sonra, asıl gerekçeyi şöyle açıklamıştı: "Kral ailesi Türkiye'ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu … Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir yardım yapabilecek.” [[dipnot 2]]
Sanıyorum Bayraktar’ın açıklaması, küresel ekonomik kriz derinleşirken AKP Hükümeti’nin sıkışmışlığını yeterince gözler önüne seriyor. Siz bakmayın ekonomi bakanlarının, “Dünya çok kötü durumdayken biz büyüyoruz, ihracatımız artıyor” türünden açıklamalarına.