Yaklaşık iki aydır belirli aralıklarla yazdığım köşe yazılarına ara verdim. Beni izleyen okurlara bir özür borcum var.

Fakat yazılara ara vermem nedensiz değildi. Son zamanlarda genellikle Türkiye ekonomisinin gidişatı üzerine yazılar yazmaya çalışıyordum. Bunun için de ekonomini medyasını kısmen de olsa yakından takip ediyordum.

Küresel kriz, cari açık, büyüme oranı, faiz oranları, enflasyonun seyri, dış borçlar, bütçenin durumu gibi konular, ana-akım ekonomi medyasında öne çıkan başlıklardır. Günümüzde gerek yurtdışı gerekse yurtiçi gelişmeler, hemen her gün bir veri seti halinde ana-akım TV kanalları ve gazetelerin ekonomi sayfalarından duyurulur.

Fakat ilginçtir, AKP’nin Türkiye ekonomisini neredeyse dünyanın en iyi durumdaki ekonomisi gibi gösterme çabasına angaje olmuş bazı köşe yazarları ve gazeteler dışında, ana-akım medyadaki ekonomi tartışmalarında fazla bir manipülasyon, verilerin gizlenmesi veya çarpıtılması söz konusu değildir. Zira elinde para olanlar, gerçekleri en azından günlük veya konjonktürel düzeyde bilmek zorundadır.

Ana-akım ekonomi medyasının toplumu yönlendirmesi, genellikle mevcut sorunların yapısal kökenleri üzerine fazla tartışmama ve “piyasalarda panik yaratmamak” adına durumu gerçekte olduğundan biraz daha iyi gösterme biçimini alıyor.  Tabii tartışmaların yoğun bir teknik terminolojiye boğulmuş olması da, geniş kesimleri ekonomik sorunları kendi yorumlarını katarak eleştirel şekilde izlemekten alıkoyuyor.  

Bununla birlikte, ekonomi medyasını biraz yakından takip etmeye başladığınızda aşağı yukarı meselelerin ne olduğuna, nelerin öne çıktığına, risklerin hangi alanlarda yoğunlaştığına vakıf olmaya başlıyorsunuz. Fakat meslekten iktisatçı-finansçı olmayan benim gibiler için şöyle bir eksiklik daima kendini gösteriyor: Yorumcular, sorunların arka planını bütün boyutlarıyla tartışmak yerine, o dönem için üzerinde uzlaşılmış bir çerçeveye bağlı kalarak bazı parametreleri yorumlamakla yetiniyor: Örneğin, diyelim ki dış ticaret verileri açıklandı. Ekonomi Yönetimi ekonomiyi yavaşlatma kararı aldığına göre, yorumcular, gelen ihracat/ithalat verilerini, “yavaşlama trendi”ne uyuyor mu uymuyor mu diye ele alıyorlar.

Peki, Ekonomi Yönetimi niçin “ekonomiyi yavaşlatma” kararı almıştı? Gelişmeleri takip ediyorsanız bunu da biliyorsunuz: Çünkü 2011 sonunda Türkiye çok yüksek düzeyde cari açık vermişti. Dolayısıyla 2012’de “ekonomisini soğutması” gerekiyordu.

Peki, niçin Türkiye ekonomisi, ne zaman yüksek oranlı bir büyüme dönemine girse yüksek cari açıklar vermeye başlıyor? Ayrıca yüksek cari açık verse ne olur? Global piyasalarda bu kadar likidite bolluğu varken ve faizler bu kadar düşükken, üstelik 2012’nin ikinci yarısında Türkiye’ye rekor düzeyde sermaye girişi olmuşken, neden uzmanlar “bu oranda bir cari açık bile hâlâ riskli” diyorlar?

Öyleyse, en az birkaç yıl Türkiye’nin “çok kontrollü” şekilde büyümesi, mevcut şartlarda en iyi çözüm mü? Krize girmektense yavaş, kontrollü büyümek daha iyi değil mi? “Bakın, etrafımızdaki bütün gelişmiş ülkeler derin bir kriz içinde debeleniyor. Biz de mi onlar gibi olalım?”

Örneğin, AKP Hükümeti’nde ekonomi üzerinde asıl söz sahibi olan kanadın topluma verdiği mesaj bu.  O zaman bu kadar genç bir nüfusa sahip Türkiye toplumunda, gençler nasıl iş bulacak? Zaten çok düşük olan reel ücretler daha da mı düşecek? İnsanlar geleceğe daha fazla endişeyle mi bakmak zorunda kalacaklar? Yaşam standartları sürekli düşen bir toplumun özgüveni kırılmayacak mı, kendi geleceği üzerinde söz sahibi olma istenci zayıflamayacak mı?

Böyle akla ziyan şeyler sora sora, bir süre sonra gündelik veya birkaç aylık gelişmeleri yorumlamanın ötesine geçip, “yapısal” denilen sorunların gerçekte ne olduğunu anlamak istiyorsunuz.

Köşe yazılarına ara verdiğim dönemde, biraz daha uzun dönemli gelişmeleri, AKP iktidarı altında geçen son 10 yılda meydana gelen yapısal dönüşümleri anlamaya çalıştım.

Böylece epey uzun yazılardan oluşan bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdim. Aşağıdaki linke tıklayarak, bu yazı dizisinin ilk bölümünü okuyabilirsiniz. Uzun ekonomi yazılarının, bir de tablolar filan işin içine girince pek çok kişiye sıkıcı geldiğini biliyorum. Ama unutmamak gerekir ki “anlatılan bizim hikâyemiz”dir.

Yazının başlarında belirttiğim gibi, bu yazı dizisinde şu soruları sorup ardından onları yanıtlamaya ve son 10 yıllık dönüşüme ilişkin bazı genel sonuçlar çıkarmaya çalıştım. İlk bölümde, ilk dört soruyu ele aldım. BURADAN İLK BÖLÜME ULAŞABİLİRSİNİZ.

İkinci bölümde, 5. ve 6. soruları tartışmayı düşünüyorum. 7. soru, daha kapsamlı olduğu için kendi başına bir bölümü hak ediyor. Demek ki 8. soruda kendini gösteren “konut balonu” tartışması da, son bölümün temasını oluşturacak. Umarım bu yazı dizisinin, toplumsal muhalefetin ekonomik gelişmeleri daha iyi kavramasına mütevazı ölçülerde bir katkısı olur.  

 

1)      2012’de Türkiye ekonomisi büyüme konusunda nasıl bir performans sergiledi? Popüler iktisat diliyle konuşursak, “yumuşak” mı, yoksa “sert” bir iniş mi gerçekleştirdi?

 

2)      2012 yılında ekonomideki belirgin yavaşlamaya karşın “cari açık” sorunu yapısal bir çözüme kavuşturuldu mu?

 

3)      İçinde bulunduğumuz küresel kriz ortamında, cari açığın finansman biçimi (buna “kalitesi” de deniliyor) ne tür kırılganlıklar barındırıyor?

 

4)      Cari açığı riskli kılan unsurlardan biri olarak, Türkiye’de özel sektörün borçluluk durumu 2012’de nasıl bir seyir izledi? Başka bir ifadeyle, 2013’e girerken bankalar ve özel sektörün borçluluk durumu nedir?

 

5)      2012’nin son çeyreğinde ihtiyaç, konut, taşıt gibi tüketici kredi faizlerindeki düşüşe rağmen, Türkiye ekonomisi niçin bir türlü canlanamıyor? Buna, iktisatçı Prof. Taner Berksoy’un ifadesini kullanarak, “büyüyememe sorunu” adını vermek istiyorum.

 

6)      Tüketici kredileri üzerinde de belirleyici olan enflasyon 2012’de nasıl bir seyir izledi? Mevcut enflasyon oranının 2013’te de devam etmesi halinde, MB’nin ve dolayısıyla bankaların “faizleri düşürme” ve bu yolla büyümeyi sağlama politikası uygulanabilir mi?

 

7)      Niçin 2012’de merkezi hükümet, daha önceki yıllarla karşılaştırdığımızda, yüksek bütçe açıkları vermeye başladı? Son yıllarda şiddeti artan düşük yoğunluklu savaşın ve “Özgür Suriye Ordusu”na yapılan silah, mühimmat ve diğer yardımların, artan bütçe açıklarına katkısı hangi boyutlarda? Kürt sorununda gerçek bir çözüm gelişmedikçe, artan bütçe açıkları, ekonomi ve enflasyon oranı üzerinde ne tür etkiler üretebilir?

 

8)      Son olarak ise şu konuyu ele almak istiyorum: Türkiye gayrimenkul sektöründe gittikçe şişen bir “balon”dan bahsedilebilir mi ve bu balon yakında patlayabilir mi? Eğer patlarsa, bunun ekonominin geneli üzerinde ne tür etkileri olabilir?