Türkiye’nin yaz aylarının sonuna doğru içine girdiği “açılım” sürecinde bir dönemi geride bıraktık. Bugünlerde geride bıraktığımız bu dönemi hem iktidar sahipleri hem de muhalif hareketler açısından değerlendirmekte sonsuz fayda var. Elbette çok karmaşık bir süreç yaşadık. Bu nedenle, ancak pek çok değerlendirmenin bir araya gelmesiyle gerçeğe yakın bir resim elde etme şansımız var.
“Açılım”ın İlk Dönemi
“Açılım”ı çeşitli aşamalara bölersek, sürecin uzunca bir bölümünün hükümetin iyi niyet mesajları vermesiyle ve çeşitli kesimlerin görüşlerini dinlemesiyle geçtiğini söyleyebiliriz. Bu dönemin en büyük faydası –en son 2000’lerin başında olduğu gibi– Kürt sorununun pek çok boyutuyla kamuoyunda tartışılmasına zemin sunması oldu. Fakat hükümet “açılım”ın içini doldurmakla güçlük çektiği ölçüde, süreç tavsamaya başladı. Bunu CHP-MHP ırkçı çizgisinin, “bölücülerle pazarlık yapılıyor”, “biz son istasyonu belli olmayan trene binmeyiz” tarzındaki sert muhalefeti izledi. Bu ilk dönemin sonuna doğru AKP, potansiyel oy kitlesi olarak gördüğü ve gelişmelere göre oy alabildiği/alamadığı Kürtlere de aslında pek yaranamamıştı. “Açılım”ın canım cicim ayları sona erer ve Meclis ilk kez Kürt sorununu tartışırken, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Meclis’te açıkladığı “değişim paketi” Kürtlerin de beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Bakana göre kısa vadede Anayasa değişikliği, hatta ciddi yasal değişiklikler bile beklenmemeliydi. Bunlar, uzunca bir sürece yayılması gereken adımlardı. Özel televizyon kanallarında sınırsız Kürtçe yayın, özel okullarda “seçmeli” Kürtçe ders, bazı üniversitelerde Kürdoloji bölümleri, köyler düzeyinde Kürtçe isimleri iadesi, insan hakları ihlalleri ve ayrımcı uygulamaları izleyecek bağımsız kurullar vs. derken, sürecin kilidini çözecek anayasal vatandaşlık, PKK’lilere dönük af ve ana dilde eğitim gibi temel adımların gündemde bile olmadığı ortaya çıktı. YÖK’ün, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili Bölümü’ne ancak “Yaşayan Diller” adıyla izin vermesi, onu da yüksek lisans düzeyiyle sınırlı tutması, “açılım”ın mevcut sınırlarına işaret ediyordu.
Bu ilk dönemde hükümet, Kürt sorununu devletin gerçek sahiplerinin destekleyeceği şekilde “çözmek” için içeride reformcu adımlardan ziyade yurtdışındaki hamlelere ağırlık verdi. PKK’nin tasfiyesi ve lider kadrosunun üçüncü bir ülkeye gönderilmesi için Irak, İran ve Suriye ile mekik diplomasisi yürütüldü. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ne (BKY) mesajlar verildi. Başta ABD olmak üzere Batı dünyasının desteği istendi. Avrupa’da PKK’nin mali altyapısını çökertmeyi hedefleyen operasyonlar düzenlendi. Bu diplomatik ataklar, ABD’nin, iki KCK yöneticisini “uyuşturucu kaçakçısı” listesine alması gibi parlak bir “başarı”yla sonuçlandı.
Bu dönem, DTP’nin ve genel olarak Kürt Hareketi’nin, Kürt kimliğine ilişkin temel insan hakları düzeyindeki talepleri Türkiye toplumunun bütününde tartışmaya açması için önemli bir fırsattı. Kültürel soykırımın ve asimilasyonun gerçek anlamı, genel hatlarıyla ana dilde eğitimin nasıl uygulanabileceğini, hem bölgede hem de yoğun Kürt göçü alan metropollerde iki dilli bir kamusal alanın nasıl kurulabileceği, bölgede “özyönetim”den ne kast edildiği, 90’larda Kürtlerin maruz kaldığı ağır insan hakları ihlalleriyle nasıl yüzleşileceği, 25 yıldır terör retoriğinin tartışılmasına bir türlü izin vermediği konulardı. Sonunda somut değişimler olmasa da, en azından bu değişimlerin tartışılabileceği bir ortam oluşmuştu. Fakat göründüğü kadarıyla, “açılım”ın uzun süren ilk dönemine girerken ne Kürt Hareketi’nin ne de Türkiyeli muhalif çevrelerin bunun için bir hazırlığı vardı. Dolayısıyla bu ilk dönem DTP ve Kürt Hareketi açısından, kâh sürecin aksamaması için hassas davranmakla, kâh devletin ne ölçüde çözüm istediğini ve Kürt Hareketi’ni ne ölçüde muhatap alacağını ölçmekle geçti. Fakat her durumda Türkiye toplumunun bütününü dikkate alan bir yol haritası ve anlaşılır bir talepler listesi sunulmadı.
Sürecin bu şekilde tavsaması, doğal olarak ırkçı-faşist kanadın cesaretini artırırken devreye Öcalan faktörü girdi. Öcalan, avukatlarıyla görüşmesinde bir samimiyet testi olarak –Kandil, Avrupa ve Maxmur olmak üzere– üç barış grubunun Türkiye’ye gelmesi çağrı yaptı. Böylece tıkanmaya başlayan sürecin tekrar işlerlik kazanabileceği umutları doğdu.
Bence AKP’nin “açılım” süreci üzerindeki inisiyatifini yitirmesi de bu çağrının sonuçlarının ortaya çıkmasıyla başladı. Kandil ve Maxmur’dan gelenler Habur’da ve Diyarbakır’da yüz binlerce kişi tarafından karşılandı. Bu kitlesel coşku ve gösteriler, devamının gelmesi halinde, Kürtlerin ve DTP-PKK’nin “açılım” sürecine müdahil olması demekti. Muhtemelen “hassas” konularda söz sahibi askeri vesayet rejimiyle istişare eden AKP gelişmelerden korktu, ırkçı-faşist muhalefetin karşısında oy yitireceğini düşündü ve DTP’yi, kendi başlattığı açılımı “sil baştan yapmakla” tehdit etti.
Habur gösterileri karşısında hükümetin ve diğer iktidar sahiplerinin gösterdiği “şov yapmayın” tepkisi, 25 yıllık savaşta “terörist” ilan edilenlerin gerçek bir halk desteğine sahip olduğunu örtbas etme girişimiydi. “Açılım”, 25 yıldır zihinlere yerleştirilen statükonun kalıpları için de mi devam edecekti, yoksa sonunda Kürtler siyasi alanda bir aktör olarak kabul edilecek miydi? Çünkü Habur’a gelişlerin Kürt halkı arasında yarattığı barış umudu sanıyorum hiç de DTP tabanıyla sınırlı değildi.
Böylece, deyim yerindeyse, “Kürt açılımı”, “Kürtsüz” bir açılıma dönüştü. Şehit ailelerinin gösterileri, Bahçeli’nin açıkça “hain” suçlaması filan derken, AKP Hükümeti bazı kırmızı çizgileri açıklamakta gecikmedi: Türk toplumu içinde yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için bir daha benzeri “görüntülere” izin verilmeyeceği güvencesi verdi. PKK’nin dağdan inmesi, ancak mevcut pişmanlık yasası çerçevesinde mümkün olabilirdi. Hükümetin gündeminde daha ileri bir yasal düzenleme yoktu.
Fakat ülkeye gelişlerin bir şekilde devam etmesi gerekiyordu ki “açılım” süreci başarılı gidiyor denebilsin. Bunun üzerine Türk Dışişleri, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) koruması altındaki Maxmur Kampı’na dönük baskı altına alma, kampı dağıtma vs. planlarına başladı. Maxmur Kampı sakinlerinin geri dönmesini sağlamak için Irak Hükümeti ve Kürt Yönetimi’ni işbirliği yapmaya zorladı. Hatta zamanında PKK’den ayrılıp Irak Kürdistan’ında yerel güçlerle birlikte çalışan eski PKK’li TC yurttaşları için bile “geri dönüş” planları oluşturmaya girişti. Böylece güya dağdan inişler devam ediyor görüntüsü verilecekti.
“Açılım”ın Tıkanması
Böylelikle “açılım” sürecinin ikinci ve son aşamasına geçtik. Artık bazı şeyler netleşmeye başlamıştı. Giderek saldırganlaşan ırkçı-faşist muhalefet karşısında oy kaybetme telaşına düşen ve sürekli kamuoyu yoklamaları yaptıran AKP içinde de “açılım”a muhalif sesler yükseldi. Kızılcahamam kampı, bazı milletvekillerinin “böyle giderse bölgemizde oy kaybederiz” uyarılarına sahne oldu. Dolayısıyla, a) dağdan inmek isteyenler fazla gürültü çıkarmadan “pişmanlık yasası” kapsamında gelebilirlerdi; b) dolayısıyla Kürt Hareketi’nin herhangi bir unsurunun muhatap alınması söz konusu olamazdı.
Dikkat edilirse, bu aşamada gerek AKP’den gerekse AKP yanlısı muhafazakâr ve “liberal” medyadan DTP’ye dönük ağır eleştiriler gelmeye başladı. Aynı dönemde DTP de giderek çözümün adresi olarak İmralı’yı gösteriyordu.
AKP’nin ve AKP yanlısı medyanın sorunu belliydi: DTP, biraz da ekonomik kriz yüzünden oy kaybı tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı için açılım sürecini başlatan AKP’yi neden yalnız bırakıyor ve işbirliği yapmıyordu? AKP’nin, Kürtlerin temel insan haklarının tanınmasını oldukça uzun bir sürece yaymasını niçin kabul etmiyordu ve niçin şimdilik “memleket şartlarının elverdiği” fazlasıyla sınırlı “haklar”la yetinmiyordu? Neden İmralı ve PKK ile arasına “mesafe koymayıp” AKP’yi seçmen kitlesi nezdinde zor duruma düşürüyordu?
Böylece sadece AKP değil, kurumları ve medyasıyla askeri vesayet rejiminin sözcüleri de DTP’ye “terör örgütü ile arana mesafe koy!” uyarıları yapmaya başladı.
AKP’nin ırkçı-faşist muhalefet karşısında geri adım atması, böylece “açılımı” şark kurnazlığıyla yalnızca Türk toplumunun “hassasiyetlerini” gözeten bir düzeye geriletmesi, DTP ve PKK’de sürecin aktörleri olarak muhatap alınmayacakları kanısını iyice güçlendirdi.
Bu noktada, DTP bir tür kampanya başlatarak ısrarla çözümün adresinin İmralı olduğunu dillendirdi. “Açılım”ın bu son safhasında, önemli bir süre “muhataplık” krizi yaşadık. Kürt Hareketi, bir yanda kendi tabanı dışında kalan Kürtlerden, diğer yanda ise Türkler ve diğer etnisitelerden oluşan geniş toplumsal kesimleri ikna etmek için hegemonya mücadelesi vermek ve bunu kitlesel sivil itaatsizlik eylemleriyle desteklemek yerine “klasik” diyebileceğimiz yolu tercih etti. Ortadoğu’da ve dünyanın başka birçok bölgesindeki ulusal kurtuluş hareketlerinden klasik yolun ne olduğunu biliyoruz. Temel haklarının tanınmasını, federalizmi veya ayrı bir devlet kurmayı talep eden ulusal hareketler karşılarındaki güçlü ulus-devlet aygıtına dönük uzun bir yıpratma savaşına girerler. Sonunda karşı taraf yeterince yıprandığını düşünecek ve ehveni şer bir çözüm olarak “muhatabı” ile masaya oturmak zorunda kalacaktır. Elbette bunu, araya daha kabul edilebilir “muhataplar” koyarak da yapabilir. Ama neticede, söz konusu hareket bir “taraf” olarak masaya oturacak ve pazarlık (bazen “müzakere” de deniliyor) başlayacaktır.
Yol açtığı sonuçlar bir yana, dikkat edilirse bu stratejide sadece üç unsur bulunmaktadır: Kurtuluş hareketini destekleyen halk kitlesi, hareketin kendisi ve karşı taraftaki ulus-devlet aygıtı. Karşı tarafın egemenliği altında yaşayan halk arasında destek kazanmak ya hiç gündemde değildir ya da stratejik değil en fazla taktik bir hedeftir. Gözler, egemen ulus-devlet aygıtına çevrilmiştir.
Geride bıraktığımız “açılım” sürecinden çıkarılması gereken en önemli dersin bu olduğunu düşünüyorum. Kürt Hareketi, özgürlükçü tezlerine ve dinamiklerine karşın, dönüp dolaşıp Türkiye devletini merkeze alan, onu ikna etmeye/zorlamaya dönük bir strateji izliyor. Böyle olunca, ister istemez bir “muhataplık” sorunu doğuyor. Çünkü bu mantığa göre çözümün anahtarı devletin elindedir ve sorunu çözme niyetinin en belirgin göstergesi de “muhatap” alınıp alınmayacağınızdır. Kürt Hareketi’nin özellikle 2000 sonrası pratikleri de, bu devlet-merkezli stratejinin kolay kolay değişmeyeceğini gösteriyor. Oysa son derece karmaşık toplumsal dinamiklerin işlediği Türkiye gibi yarı-demokratik bir ülkede devleti köklü politika değişikliklerine zorlamak, Türk halkının bir bölümünün de barışı yüksek sesle talep etmesine bağlı. Bu durumda, Türkiye toplumu içindeki mevcut boşluğu ancak yerel, toplum tabanında örgütlenmeyi hedefleyen inisiyatiflerin doldurabileceğini söylemeye bilmem gerek var mı? Kürt Hareketi’nin bu stratejinin doğal sonuçları diyebileceğimiz eylemleri karşısında umutsuzluğa kapılmak veya dönüp DTP-PKK’yi barışın önünde engel olmakla suçlamak yerine, toplumsal dinamikleri harekete geçirmek gerektiğini aslında uzunca bir süreden beri biliyoruz.
Devam edecek olursak, DTP’nin Öcalan’ın muhatap alınması çağrıları yanıtsız kaldı ve tıkanan süreçte derin devlet sahneye çıkarak süreci provoke etmeye başladı.
DTP konvoyunun İzmir’de saldırıya uğraması, onlarca DTP parti binasının saldırıya uğraması, taranması, Çanakkale-Bayramiç ve başka yerlerde Kürtlere dönük linç girişimleri, özellikle Batı illerinde Kürt Hareketi’nin etkinleşmesini önlemeye, onu marjinalleştirmeye dönük girişimlerdi. Bir yandan da aba altından sopa gösteriliyor, ölümü gösterip Kürtler sıtmaya razı edilmeye çalışılıyordu. Elbette linç girişimlerinin hepsi, önceden organize edilmiş olaylar değildi. Son yıllarda sürekli kıyısında dolaştığımız büyük ölçekli etnik çatışma potansiyelinin, yerel ve küçük çaptaki dışa vurumlarıydı. “Açılım”la birlikte güç kazanan, zaman zaman AKP’nin de tekzip etmediği ırkçı-faşizan söylem bu potansiyel tehlikeyi biraz daha tetikliyordu.
Ardından Öcalan’ın yeni hücresiyle ilgili şikâyetleri gündeme geldi. Devlet, bırakın muhatap almayı, Öcalan’ı ölüm çukuruna atarak büyük bir provokasyona girişti. PKK ise kitlesel protestolar düzenlemekten ziyade, devletin kendisini muhatap almaması durumunda hangi bedellerle karşı karşıya kalacağını göstermek için militan kitlesini seferber ederek sertlik dozu oldukça yüksek eylemlere girişti. Karakollara saldırılar düzenlendi, belediye otobüsleri molotof kokteylli eylemlerle yakıldı. Ana-akım medya, derin devlet kaynaklı olduğu açıkça belli, “açılım” sürecini sona erdirmeye dönük bu provokasyonun üzerine gitmektense, Türkiye’de yaşayan herkesin ve bu arada Kürt Hareketi’nin de öngörebileceği –ya da öngörmesi gerektiği– şekilde “sokakları savaş alanına çeviren militanların” gerçek amacının barış filan olmadığı temasını işledi; DTP’yi ”açılım”ı baltalamakla suçladı. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nda, milletvekillerinden oluşan bir heyetin İmralı’da inceleme yapma önerisini geri çeviren AKP böylece sivil siyasetin altını oyma konusunda bir başka çarpıcı başarıya daha imza atmış oldu.
DTP’nin artık tam anlamıyla şamar oğlanına çevrildiği bu son dönemece girdiğimizde, Türkiye’de barışı savunan hemen herkesi hayal kırıklığına uğratan Tokat-Reşadiye saldırısı haberi geldi. İlerleyen günlerde insanları dehşete düşüren böyle bir eylemin olması değil –çünkü eylemi pekâlâ derin devlet de yapmış olabilirdi– eylemin PKK tarafından üstlenilmesi oldu. Artık ölümlerin durması özleminin şehit cenazelerinde bile dile getirilmeye başlandığı bir ortamda, Tokat’ta 7 askerin öldürülmesi, sanıyorum PKK açısından sivil alanın dönemsel olarak kolayca feda edilebileceğinin bir başka göstergesiydi. Bana göre muhatap alınmamaya misilleme olarak gelişen bu saldırı, sorunu toplumla değil devletle çözme mantığının uç noktasını oluşturuyordu.
DTP'nin Kapatılması Ne Anlama Geliyor?
Sonunda, gayet ilginç bir zamanlamayla, Anayasa Mahkemesi DTP’nin kapatılma davasını esastan görüşmeye başlandı. 11 Aralık Cuma günü yargıçlar, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne dönük eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle oybirliğiyle DTP’yi kapatmaya karar verdiler. DTP içinde politika yapmayı en iyi bilen kişi olan Ahmet Türk’e ve 36 DTP’liye beş yıl siyasi yasak getirildi. Çok kısa bir süre dışında DTP’ye üye bile olmamış Leyla Zana da unutulmamıştı.
DTP’nin kapatılması ne anlama geliyor? DTP, son süreçte “PKK ile arasına mesafe koymadığı” için kapatıldı. Bunu gündelik dile şöyle çevirebiliriz: DTP, “Kürtsüz, Kürt açılımı”na onay vermediği; makyaj düzeyindeki bazı düzenlemelerle Kürtlerin temel insan haklarının tanınmış olamayacağını savunduğu ve sorunun, eninde sonunda Öcalan ve PKK ile çözülebileceğini ısrarla söylediği için kapatıldı.
Şimdi fiili olarak Meclis çalışmalarına katılmayacağını açıklayan DTP ve Kürt siyaseti, nasıl bir yol izleyeceğini tartışıyor. Artık AKP, ana-akım medya ve çözüm yanlısı gibi gözüken diğer çevrelerin “açılım”ın tıkanmasından sorumlu tutacakları başka bir şamar oğlanı bulmaları gerekiyor. Devletin gerçek sahipleri, Türkiye’ye özgü alabildiğine dar sivil siyasette “açılım”ın çıkmaza girmesiyle birlikte oynanan “faurayı kime keselim?” oyununa son verdi ve “açılımı” toptan rafa kaldırmak üzere sahneye çıktı. Artık hepimizin barış girişimleri örgütlemekten başka çaremiz yok gibi gözüküyor.