12 Eylül’den bu yana 68 gündür süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde olan mahpuslar Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan kardeşi aracılığıyla gönderdiği mesaj üzerine eylemlerini sonlandırdılar. Öyle sanıyorum ki bu sonuç hem hükümet-devlet kanadını hem Kürt Hareketi’ni hem de açlık grevinin taleplerini destekleyen, bu taleplerin duyulması için bir şeyler yapmaya çalışan, ülkenin Batısı’ndaki muhalifleri rahatlattı.
Yine de duyarlılığı elden bırakmamakta, mahpusların tedavi edilme sürecini izlemekte fayda var. Örneğin dün Fırat Haber Ajansı (ANF), Kandıra 1. No’lu F tipi Cezaevi’nde açlık grevini sona erdiren mahpuslara cezaevinde çıkan çorba gibi yemekler verildiği duyuruldu. Türk Tabipler Birliği (TTB), bu müdahale şeklinin kalıcı hasarlara yol açabileceği uyarısında bulundu. Ayrıca yine aynı cezaevinde hemen tedavi altına alınması gereken mahpuslar çeşitli bahanelerle hastaneye götürülmüyordu. Yine izleyebildiğim kadarıyla, Van F tipi Cezaevi’nde açlık grevini sonlandıran mahpuslar kelepçeli olarak tedavi edilmek istendi. Mahpuslar bu şekilde tıbbi tedaviyi kabul etmeyeceklerini söylediler.
***
Peki açlık grevleri Öcalan’ın önerisiyle sonlandırıldıktan sonra geriye dönüp baktığımızda ne söyleyebiliriz? Birkaç temel gözlem yapmak gerekirse, açlık grevleri süreci iki tarafın da sıkıştığı bir noktaya doğru evriliyordu.
AKP-devlet’in, ölümlerin olması halinde özellikle Kürt toplumunun gözünde altından kolay kolay kalkamayacağı bir konuma düşeceği, itibarının iyice darbe alacağı açıktı. Açlık grevi eylemcilerinin üç temel talebinin, BDP’ye oy versin vermesin, Kürtlerin ezici bir çoğunluğu tarafından desteklendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla AKP-devlet, talepleri esas itibariyle karşılamadan, ama ölümlerin “vebali”nin altında da kalmadan bir çözüm yoluna girmek istedi. Sonuçta, ironik bir şekilde, son günlerde idam olasılığını gündeme getirdiği A. Öcalan’a Kürtlerin lideri olarak başvurmak zorunda kaldı. Böylece tecrit bir noktada da olsa hafiflemiş ve AKP-devlet ile Öcalan arasındaki görüşmeler kamuoyu önünde “sorun çözücü” bir nitelik kazanmış oldu.
Kürt Hareketi’ne gelince, geniş kitleleri açlık grevlerinin daha erken bir aşamasında mobilize edemediği bir gerçekti. İzleyebildiğim kadarıyla Diyarbakır’da biri 30 Ekim, diğeri 17 Kasım’da olmak üzere çeşitli biçimler alan, son derece kitlesel sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştirildi. İlkinde Kürdistan’da herhangi bir gösteriye, basın açıklamasına katılmak eşittir tutuklanma riski anlamına geldiği için, halkın büyük çoğunluğu evlerinden çıkmadı, dükkanlar, hatta fırınlar bile kapalıydı.[[dipnot1]] Çocuklar, semtlere göre değişen biçimde yüzde 90 ile yüzde 50 oranında okula gönderilmedi. Açlık grevlerinin son günü olan 17 Kasım pazar günü ise, BDP’nin “iki günlük kitlesel açlık grevi” çağrısına Diyarbakır’da geniş katılım oldu. Yine kepenkler açılmadı. Diyarbakır ve başka Kürt kentlerinde bir süredir akşam saatlerinde yapılan ışık kapatma, tencere tava, korna çalma eylemleri doruğa çıktı ve sokağa taşmaya başladı. A. Öcalan’ın çağrısı duyulduğunda ise halk Diyarbakır’daki cezaevini önünde toplanmaya başladı ve sloganlar attı. Tüm bunlar, 17 ayrı vilayetten “takviye” polis ve zırhlı aracın gönderildiği, tam anlamıyla sıkıyönetim ilan edilen bir kentte gerçekleşti.
12 Haziran 2011 seçimlerinden biraz önce, demokratik çözüm çadırları ve sivil Cuma namazlarıyla başlayan sivil itaatsizlik eylemleri Kürt toplumu içinde giderek ağırlık kazanıyor. Kuşkusuz bu çok önemli bir gelişme. Sivil itaatsizlik yöntemleri, sokakların polis ablukasına alındığı ve milletvekillerinin bile basın açıklaması yapamadığı günümüz koşullarında, BDP tarafından geçici değil çeşitlendirilerek sürekli örgütlenmesi gereken bir eylem biçimi olarak değerlendirilmeyi bekliyor.
Fakat bir bütün olarak Kürtlerin büyük nüfuslar halinde yaşadığı yerleşim yerlerine ve özellikle de İstanbul gibi metropollerde bakıldığında, Kürt Hareketi’nin, AKP-devletin geri adım atmasını, örneğin ana dilde eğitimi “gündeme aldım” demesini sağlayacak ölçüde geniş bir kitle seferberliği yaratmadığını gözlemledik. Metropollere göç eden ve çoğunlukla çok zor koşullarda yaşayan Kürt halkına ulaşmak konusunda BDP’nin ve diğer Kürt kurumlarının kronik bir sorun yaşadığı zaten bir sır değil.
Dolayısıyla Kürt Hareketi geniş katılımlı, fakat lokal kalan sivil itaatsizlik eylemlerini yaygınlaştıramadığı ölçüde, hem cezaevlerindekiler hem de sokaklarda gösteri yapan gençler arasında çok sayıda can kaybının yaşanabileceği bir noktaya doğru gidiliyordu ve sürecin kontrolden çıkması an meselesiydi.
***
Öcalan’ın Hareket’e Yönelik Eleştirisi
Bilindiği gibi, A. Öcalan kardeşi aracılığıyla gönderdiği mesajda harekete yönelik bir eleştiri yaptı: “Açlık grevine girenler dışarıdakilerin yapması gereken işi ve sorumluluğu kendi üzerlerine almışlardır. Dışarıdakiler, kendi görev ve sorumluluklarını zaten zor şartlarda olan, hasta olan, dört duvar arasındaki tutsaklara yüklemesinler” dedi.
Henüz A. Öcalan’ın mesajının üzerinden çok az zaman geçti. Ama yine görebildiğim kadarıyla bu kısa sürede Kürt medyasında çıkan birkaç yazıda bu eleştirinin üzerinde pek durulmadı. Umarım önümüzdeki günlerde son derece temel bir nitelik taşıyan bu eleştiri de adresini bulur ve verimli tartışmaya konu olur.
Aslında A. Öcalan sadece açlık grevlerinde gelinen son aşamaya ilişkin şeyler söylemiyor. Daha temelde, eylemlerin yükünün daha başından beri cezaevlerindeki siyasi mahpusların sırtına yüklenmiş olmasını sert biçimde eleştiriyor.
Gerçekte Kürt sorununu ve Kürt Hareketi’ni yakından izleyenler açısından durum oldukça açıktı: KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği), özellikle demokratik özerkliğin ilanıyla birlikte tabandan yukarıya doğru, mahalle meclisleri, bu meclislerin her düzeyde temsiliyle oluşacak kent konseyleri gibi doğrudan halkın katılımını esas alan bir yapılanma hedeflediğini açıklamıştı. Aradan geçen sürede aslında KCK’nin hayli hiyerarşik ve kadro merkezli bir örgütlenme stratejisi izlediği açığa çıktı. Elbette halka eylemlere katılma çağrısı yapılıyor, “mahalle meclisleri” aracılığıyla eylemlere katılım mahalle düzeyinde sağlanmaya çalışılıyordu. Ama anlaşılan halkın, gerçek bir özyönetimin öznesi haline gelmesi konusunda bir hayli tereddüt yaşanıyordu: “Ya halkımız yanlış kararlar verirse?”
Ardından gelen ve tam bir Kürt siyasetçisi, aktivisti avına dönüşen “KCK operasyonları” bu hiyerarşik yapının kadrolarını ve BDP’nin aktif çalışanlarını esas aldı. Yapı hiyerarşik şekilde yukarıdan aşağıya kurulduğu ölçüde, AKP-devlet bu operasyonlarla önemli bir başarı elde etti. Kürt halkının şehir ve kasabalarda kitlesel hareketliğini sağlayan mekanizmalara önemli bir hasar verdi.
Öyle sanıyorum ki sonunda Kürt sorununun çıkmaza girmesi, R. Tayyip Erdoğan’ın bütünüyle “başkanlık” eksenli bir politika yürüterek milliyetçi oyları “kapma” kaygısıyla klasik devlet çizgisine sıkı sıkıya bağlı kalması ve PKK’nin dozajını bir hayli arttırdığı silahlı eylemlerin Kürt sorununun gündemde tutulmasına bir yere kadar katkıda bulunması (veya Türkiye toplumu nezdinde “terör” retoriğinin gücünü hâlâ koruması), hareketi yeni bir arayışa itti.
Sivil alandaki kadrolar zaten yeterince kitleselleştikleri cezaevlerinde canları pahasına Türkiye toplumunun her kesiminin, Kürtlerin temel özgürlük ve kültürel talepleriyle yüzleşmesi için süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerine başladılar. Hükümet’ten kimsenin kolay kolay “anadilde eğitim de neymiş!” diyemediği, “İmralı’daki tecridi” açıktan savunamadığı göz önüne getirildiğinde, bu amacın önemli ölçüde gerçekleştiği söylenebilir.
Fakat Abdullah Öcalan’ın müdahalesi tam da bu taktikle ilgiliydi: Türkiye kamuoyunda Kürtlerin meşru taleplerini gündemleştirmek için niçin cezaevlerindeki siyasi kadrolara başvurulmak zorunda kalındı? İkincisi, Kürt halkını harekete geçirmeye öncülük etmeyi de kapsayacak şekilde cezaevlerindeki kadrolara canları pahasına öncülük misyonu yüklenmesi sürdürülebilir bir taktik miydi?
Umarım Öcalan’ın bu eleştirisi Kürt medyasında hak ettiği karşılığı bulur ve verimli, özeleştirel tartışmalara vesile olur.
***
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve “Biz”
Açlık grevlerinin mevcut koşullarda olabilecek en olumlu şekilde sonuçlanması üzerine geriye dönüp bakarken, son olarak iki hususa daha değinme ihtiyacı duyuyorum.
Açlık grevleri sırasında metropollerde, örneğin İstanbul’da sıkıntısını çok çektiğimiz, kitlesellik ve (kitleselleşmenin en temel gereği olan) yerellerde taban örgütlenmesi gibi hayati konular açısından bir değerlendirme yapacak olursak, şunu söyleyebiliriz:
Elbette HDK’ye ciddi bir enerji ayıran, her şeye karşın aktivizm göstermek, eylemler örgütlemek için çalışan az sayıda insanı kast etmiyorum. Fakat Halkların Demokratik Kongresi (HDK) gibi kağıt üzerinde son derece doğru öncüller etrafında inşa edilen, gerçekte ise tepeden kurgulanmış yüksek siyaset hamleleriyle Türkiye halkı, azınlıklar, gençler, kadınlar, LGBTT hareketleri vs.’nin Kürt halkıyla “tabanda” ve bir “kongre hareketi” espriyle “bir araya geldiği” retoriğinden öte, gerçek yaşamda karşılığı olmayan projelerin toplumsal dönüşüm ve barış mücadelesinde işlevsiz kaldığını artık görmek gerekiyor. Kitlesel örgütlenmelerin büyük bir hayatiyet arz ettiği açlık grevleri gibi süreçleri dikkate alarak, bu tür yüksek siyaset projelerine çok daha ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor.
Peki ya “biz, geriye kalanlar”?
“Biz” derken, belirli muhalif çevrelerde yer alan veya almayan, ancak bu süreç boyunca elinden gelen makul bir şey varsa yapmak isteyen geniş, fakat son derece dağınık kesimleri kast ediyorum.
Belki birkaç noktaya dikkat çekilebilir. Moral bozmaya çok gerek olmadığını, aslında açlık grevindekilerin taleplerini desteklemek üzere şu veya bu ölçüde katkıda bulunmak isteyenlerin sayısının sandığımızdan daha fazla olduğunu düşünüyorum. Evet, Türkiye toplumunda bir azınlık olabiliriz, ama “bir avuç” olduğumuzu sanmıyorum.
Yer yer hayata geçen akademisyenlerin imza kampanyaları, sanatçıların bir inisiyatif oluşturmaya gayret etmesi, zamanında bir arkadaşımın dediği gibi “irade eksikliğinden çok örgütsel dağınıklığa” işaret ediyor.
Artık çoğunlukla yaptığımız gibi, acil bir sorun gündeme geldiğinde, “çok dağınığız, acaba bu halimizle medyada ve toplum nezdinde görünür olabilecek neler yapabiliriz?” diye düşünmek yerine, hemen büyük sonuçlara ulaşamayacağımız, ancak yavaş yavaş mesafe kat edebileceğimiz uzun vadeli örgütlenmeler üzerine düşünmek gerekiyor. Düşünmenin de ötesinde, örgütlenme özürlü bir muhalifler topluluğu kimliğinden çıkmak istiyorsak, belki ileride bir ağ şeklinde bir araya gelebileceğini ümit ederek,alanımız neyse, bu alanlarda istikrarlı, yaşam tarzı/hobicilik düzeyinde değil, mütevazı da olsa gerçek anlamda emek verdiğimiz (alternatif medya aktivizmi, mahalle örgütlenmesi, orta sınıflar içinde örgütlenme, Türkiye’de olan biteni anlamaya dönük fakat içe dönük değil tabana doğru inmeye çalışan aydınlanma çalışmaları, akademi içinde örgütlenme, kadın hareketinin dışında kalan ve çok büyük sorunlar yaşayan kadınlara ulaşma …) örgütlenme çabalarına girmek zorundayız. Ne kadar uzun vadeli düşünür, özgücümüze güvenir ve demoralize bir ruh halinden uzak durursak, o kadar verimli olabiliriz diye düşünüyorum.