Bence geldiğimiz aşamada AKP’nin de, mülkiyeti AKP yanlısı grupların elinde olan muhafazakâr- liberal (!) medyanın da –Sabah-ATV grubu, Kanal A, Kanal 24, Ülke TV, Kanal 7, Samanyolu TV, Star, Zaman, Yeni Şafak, Bugün gazeteleri– “kendine Müslüman” tutumu artık ayen beyan ortaya çıktı; bundan sonra bir düzelme ihtimali de zayıf görünüyor.

AKP’nin “açılım” sürecini esas olarak oy hesabıyla başlattığı söylenmişti. Geldiğimiz aşamada bu tespite tamamen katılıyorum. Nitekim “açılım” sürecinin sonunda, demokratik Kürt Hareketi’ni tasfiye çabasına dönüşüp fiilen sona erdirilmesinde AKP’nin yaşadığı oy kaybının ciddi bir etkisi oldu. Özellikle Anadolu’da pek çok yerde AKP ile MHP’nin toplumsal tabanlarının büyük ölçüde örtüştüğü sır değil. Zaten “açılım” süreci boyunca MHP’nin izlediği şoven çizginin kendisine oy olarak geri dönmesi de buradan kaynaklanıyor.

Küresel ekonomik krizin Türkiye’ye yansıması ve bu yansımanın ülkedeki savaş ekonomisi dolayısıyla beklenenin ötesinde bir ekonomik küçülme ve yoksullaşma yaratması, AKP’yi “açılım” yapmaya iten en önemli nedenlerden biriydi. Tek başına iktidar olmak için yeterli oy oranını, ancak bu büyük sorunu kısmen de olsa çözerek veya çözermiş gibi yaparak koruyabilirdi.

Tabii kazın ayağı öyle olmadı. Dinamik bir kitleye sahip olan Kürt Hareketi ile milliyetçi-şovenistler (CHP-MHP) arasına sıkışan AKP’nin pragmatik yaklaşımı sorunun derinliği karşısında iş görmedi ve AKP oy oranı açısından “açılım”dan yara alarak çıktı.

Bu nedenle, “açılım” sürecinin bundan sonrası sivil Kürt siyasetini iş göremez hale getirmek üzere operasyonlar düzenlemekle görevlendirilen güvenlik güçlerine terk edildi.

Fakat ekonomik krizin yarattığı küçülme, işsizlik ve yoksullaşma devam ediyordu. AKP’nin ekonomik kriz karşısında Kürt bölgesindeki savaşı bitirmek gibi bir gündemi zaten yoktu. İzleyebildiğim kadarıyla asıl olarak Ortadoğu ve Rusya, İran gibi ülkelerde Türk ihraç malları için yeni pazarlar bulmaya ve Körfez sermayesini Türkiye’ye çekmeye çalıştı. Belki bu çabaları sınırlı bir başarıya ulaşmış olabilir; fakat kriz öncesinde yaklaşık 7-8 yıldır süren küresel sıcak para akışının harekete geçirdiği “tüketim patlaması”nı tetikleyemedi. Diğer yandan, eninde sonunda bu sıcak para akışının yeniden başlayacağına bel bağladığı için de genel hatlarını IMF’nin çizdiği “disiplinli bütçe” politikasını terk edemedi. Bu nedenle ekonomiyi canlandırmak üzere kamu çalışanlarına/emeklilere yüksek zam yapma, esnafa, küçük ve orta boy işletmelere (KOBİ’ler) düşük faizli kredi verme gibi talep ve istihdam yaratıcı politikalar izlemeyi göze alamadı. Zira beklenen küresel sıcak paranın anahtarı, IMF’nin ve S&P, Fitch gibi derecelendirme kuruluşlarının elindeydi.

“Açılım” fiyaskosunun ardından AKP’nin tek şansı şuydu: Ekonomik yoksullaşmaya çare bulamıyorsa, hiç olmazsa liberal bir parti imajını korumaya çalışabilir ve Türkiye toplumunun ciddi bir kesiminin tepki duyduğu askeri vesayet rejimine karşı mücadele ediyor görüntüsü verebilirdi.

İç politikaya geçmeden önce, AKP’nin başlattığı “yeni” dış politikanın toplum nezdinde nasıl bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığına değinebiliriz. Türkiye’nin AB’ye tam üye kabul edilmeyeceği aşağı yukarı kesinleştikten sonra, AKP Hükümeti doğal olarak Ortadoğu ve diğer komşu bölgelere “açılma”ya başladı. Ortadoğu’da Arap ülkeleriyle ticaret yapmak isteyen her müslüman ülke gibi Türkiye de Filistin-İsrail sorununda ABD’nin güdümünde görünmek istemedi ve Filistinlilerin yanında pozisyon aldı. Türkiye’nin Batı ittifak sistemi içinde yer alması da, prestiji artık iyice yıpranan Mısır’ın yerine “arabulucu” rolüne soyunmasına imkan tanıdı. Bu yönelim, muhafazakâr-liberal medya tarafından “neo-Osmanlıcı” bir vizyon olarak pazarlandı: Türkiye, yıllardır Batı’nın etkisinde kalarak sırtını döndüğü kendi bölgesiyle nihayet barışıyor ve Ortadoğu’da barışın tesisi için aktif bir pozisyon alıyordu. Söz konusu medya hiç bir zaman, AKP Hükümeti’nin Filistin sorununa dönük gerçek bir çözüm planı olup olmadığını sorgulamadı. Bana göre birer halkla ilişkiler çalışması olan “one minute” ve benzeri çıkışları, şimdiye kadar hiçbir liderin cesaret edemediği cesur adımlar olarak lanse etmekle yetindi. Diğer yandan, muhafazakâr-liberal medya şu çelişkiyi tartışmaya gerek bile görmedi: Dünyayı “fok balıklarının neslinin tükenmesi, buzullların erimesi için ayağa kalktığı kadar Gazze’deki çoçuklar için de ayağa kalkmaya” çağıran Erdoğan niçin kendi ülkesindeki Kürt çoçuklarına reva görülen muameleyi ağzına almıyordu?

Fakat dış politika açılımları ne kadar cilalanırsa cilalansın, seçim ve oy hesapları üzerindeki etkisi yine de sınırlı olacaktı. Yukarıda değindiğimiz gibi, AKP’nin temsil ettiği yeni sınıflarla birlikte iktidarda kalabilmek için geniş bir halk kesiminin özlemleri doğrultusunda askeri vesayet rejimiyle mücadele ediyor görüntüsü vermesi gerekiyordu.

Aslında AKP’nin askeri vesayete karşı hiç mücadele etmediğini ileri sürmek biraz haksızlık olur. Ama bu mücadelenin, devletin asıl sahiplerinin sivil iktidarları darbe, kamuoyu kampanyaları vs. yollarla tasfiye etme alışkanlığı karşısında kendi iktidar alanını savunmaktan ibaret olduğu söylenebilir. Gerçekte darbe, provokasyon vs. önlemlere başvurmadan da Türkiye’de askeriye, mevcut yarı-demokratik parlamenter sistem üzerindeki vesayetini sürdürebilir ve bence olan da budur. Askeri vesayet rejimine hangi adımlarla son verilebileceği ise gayet iyi bilinmektedir: sivil ve demokratik bir anayasanın hazırlanması, askeri harcamaların parlamentonun denetimine açılması, Kürt sorununun çözülmesi, ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştiren güvenlik güçlerinin ortaya çıkarılıp yargılanması vs…

Oysa AKP, yüzde 47 oyla ikinci kez iktidar olduğunda bile akademisyenlere hazırlattığı sivil anayasa taslağını kamuoyunda tartışmaya açmadı. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören yasa değişikliğinin Anayasa’nın ilgili hükmüyle çelişmesi nedeniyle iptal edilmesi ise, yeni bir anayasa yapılmadan demokratikleşmenin yanından bile geçilemeyeceğini bir kez daha göstermiş oldu. “Kürt açılımı”nın ardından gelen “Alevi açılımı” ise bir asimilasyon projesine dönüştü ve Alevileri ikna etmekten uzak kaldı.

Ama ne gam! Ayışığı, Sarı Kız, Balyoz, Kafes, İrtica ile Mücadele gibi geçmişte AKP Hükümeti’ni devirmek üzere hazırlanmış darbe planlarının ortalığa saçılmasıyla birlikte, AKP, askeri vesayet rejimine kafa tutan bir parti olarak yeniden dolaşıma sokulabilirdi. Bu görevi yukarıda saydığım muhafazakâr ve “liberal” medya organları üstlendi. Camilere bomba koyarak, laikleri dindarlara karşı kışkırtarak, gayrimüslimleri sindirip AB nezdinde hükümete puan kaybettirerek sivil bir iktidarı devirmeye çalışmanın ne kadar “insanlıkdışı ve anti-demokratik” olduğu, “insanın kanını dondurduğu”, “ordunun kendi içindeki çürük meyveleri artık ayıklaması gerektiği”, “demokrasilerde sivil siyasetin üzerinde hiçbir gücün olamayacağı” vs. üzerine onlarca açık oturum düzenlendi, köşe yazıları yazıldı. Bununla birlikte, “eğer AKP askeri vesayetten bu kadar şikâyetçiyse neden sivil bir anayasa hazırlığı içinde değil?” sorusu çoğu kez dillendirilmedi. Ülkenin bir tarafında “demokratikleşme” süreci yaşanırken, doğu ve güneydoğu tarafında 1.500 Kürt siyasetçinin cezaevinde olması haliyle büyük bir çelişki yaratıyordu. Ama AKP iktidarıyla birlikte giderek sermayelerini büyüten medya grupları ve maddi/manevi rant olaraklarına kavuşan yeni “liberal” entelijansiya büyük çoğunluğuyla bu çelişkiye dikkat çekmek istemedi. Taş atan Kürt çocuklarının durumu ise, ancak “bu kadar ceza alan çocuklar büyüyünce canlı bomba olur, en iyisi yeni düşmanlar yaratmayalım” (13 Şubat tarihli Bugün gazetesinin haberi) zihniyetiyle, yani yine potansiyel bir tehdit unsuru olarak toplumun dikkatine sunuldu.

AKP’nin demokratikleşme konusunda yetersiz kaldığı eleştirileri karşısında yeni “liberal” ve muhafazakâr entelejansıyanın yanıtı hazırdı: “AKP yine iyi”ydi; “Türkiye’nin demokratikleşmesi için biricik fırsat”tı; “muhalefet sürekli engeller çıkartıyordu, ne yapsın?”dı; “AKP iktidardan düşer de CHP-MHP iktidara gelirse, ülke tam bir kaosa sürüklenir”di. Böylece sıtmayı gösterip ölüme razı etme taktiğine bolca başvuruldu.

Askeri vesayet rejimine karşı somut bir adım atmadığı sürece, ekonomik yoksullaşma ve MHPnin başlattığı milliyetçilik yarışı karşısında AKP’nin oy kaybının önüne geçmesi zor görünüyor. Sanıyorum esas olarak bu nedenle son haftalarda AKP’nin klasik milliyetçi-muhafazakâr bir popülizme yöneldiğine tanık oluyoruz.

AKP, ülkedeki farklı kesimlerin yaşadığı mağduriyetler olduğu gibi devam ederken mağduriyetler arasında bir seçim yaptı ve muhafazakâr tabanda oy kaybını engellemek için türban sorunu yeniden gündeme getirildi. MHP de bu fırsatı kaçırmayarak polemiği tırmandırdı ve sonunda Meclis’teki kavga patlak verdi. Muhafazakâr-liberal medya MHP’ye yoğun tepki gösterdi. Bununla birlikte, yedi yıllık iktidarı boyunca AKP’nin meslek lisesi öğrencilerine/imam hatiplilere dönük ayrımcı katsayı uygulaması gibi türban sorununu da neden çözüme kavuşturmadığı pek sorgulanmadı. Oysa farklı kesimlerin taleplerine yanıt verebilen kapsamlı bir demokratikleşme paketi gündeme getirilip toplumdan destek istenseydi, bu iki sorun da çoktan çözümlenmiş olurdu.

Fakat muhafazakâr-milliyetçi popülizmin sadece “mağdur edilen halk çoçuklarının gerçek temsilcisi” rolünü oynamadığını, aynı zamanda saldırganlaştığını ve faşizan uygulamalara yöneldiğini geçmişteki sağ iktidarlardan biliyoruz. AKP açısından bu yönelim TEKEL işçilerinin direnişe geçmesiyle birlikte kendini gösterdi.

Tayyip Erdoğan, TEKEL işçilerinin kandırıldığını söyleyip ay sonunda polis müdahalesi tehdidinde bulunurken, milliyetçi-muhafazakâr damarın AKP içinde ne kadar güçlü olduğu ilgili devlet bakanının söylemiyle kendisini gösterdi: “İşçilerin eylemini örgütleyenler arasında PKK de var”dı.

Artık her koşulda iktidarı desteklemeye ve her türlü gerçek muhalefeti, Ergenekon bağlantılı “şer odağı” ilan etmeye kararlı görünen muhafazakâr-liberal medya ise bir propaganda kampanyası başlattı.  TEKEL işçilerinin eylemini kamuoyunun gözünden düşürmek için liberalliğin asgari gereklerini dahi bir yana bırakarak “TEKEL işçilerine haklarını verirsek, milyonlarca işsize ne diyeceğiz?” türünden demagojilere girişti. Ülkemizde neden milyonlarca işsiz olduğu sorusu ise büyük bir pişkinlikle sorulmadı. Sanki ekonomi Nuh Tufanı gibi engellenemez bir çöküş yaşıyordu, AKP ve izlenen ekonomi politikalarının bu durumda hiçbir sorumluluğu yoktu; o halde tek çare, TEKEL işçilerinin işsiz kalmaktansa güvencesiz iş koşullarına boyun eğmesiydi. Hatta muhafazakâr-liberal medyada TEKEL eyleminin kötü niyetle yapıldığı, asıl amacın makul bir çözüm yolu bulmak değil hükümeti yıpratmak olduğu şeklinde yorumlar yer aldı.

En sonunda “yargı krizi”nin patlak vermesiyle birlikte, muhafazakâr-liberal medya, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve benzeri bürokratik yapıların ne kadar anti-demokratik olduğunu, ülkede bir yargıç iktidarının yaşandığını, yargı reformunun kaçınılmaz olduğunu işledi.

“Demokratikleşme”den anlaşılan, AKP’nin asker ve yargı bürokrasisinin iktidarını geriletip kendi iktidarına daha fazla yer açması mıydı; yoksa temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi mi?  Daha somut ifade edersek, faili meçhullerin gerçek faili JİTEM’e uzanmamakta direnen ve kendini dini cemaatleri soruşturan yargı içindeki ulusalcı-Ergenekon’a yakın unsurları tasfiye etmekle sınırlayan bir mücadele demokratikleşmenin taşıyıcısı olabilir miydi? Hele de bu mücadele, ulusalcı-Ergenekoncu cepheyi hatırlatan şekilde temel insan haklarına, hukuk normlarına aldırış etmeden yürütülüyorsa.  

İzleyebildiğim kadarıyla muhafazakâr-liberal medya bu sorularla yüzleşmek istemiyor ve bir propaganda aygıtı olarak çalışmayı tercih ediyor. TEKEL işçilerinin, Alevilerin, Kürtlerin ve diğer azınlık gruplarının maruz kaldığı sistematik baskılar bu medyanın gündemine girmiyor.

Muhtemelen şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Uluslararası koşulların imkan vermesiyle, AKP, Demokrat Parti ve Refah Partisi’nden farklı olarak tasfiye olmamakta direniyor ve temsil ettiği Anadolu burjuvazisinin ve yeni muhafazakâr üst-orta sınıfların iktidardan “eşit” koşullarda yararlanması için bastırıyor. Sonuçta “onlar” da bu memleketin çocukları. Diğer yandan, halkın ensesinde boza pişirmek konusunda militarist devlet aygıtıyla, onun MGK gibi temel kurumları ve yasalarıyla, milli siyaset belgesiyle vs. uzlaşıyor. Diğer bir deyişle, iktidar ortağı olarak kalmakta direnirken baskı aygıtlarını da özünde bir değişiklik yapmadan devralıyor.

Muhafazakâr-liberal medya ise büyük çoğunluğuyla, ana-akım bir medya nasıl işlemesi gerekiyorsa öyle işliyor ve türlü manipülasyonlara başvurmaktan geri kalmıyor.

Türkiye’de 90’ların başından bu yana süre gelen liberalleşme çabası bir kez daha yeni oluşan bir burjuvazinin, onun medyasının, bürokratik kadrolarının, üst düzey beyaz yakalılarının, entelijansiyasının vs. iktidara ortak olmasıyla mı sonuçlanacak? Temel hak ve özgürlükler alanında pek bir şey değişmediği için toplum bir kez daha mı hayal kırıklığına uğrayacak? Elbette bu soruları sorarken, yeterince güçlü ve kapsayıcı bir toplumsal muhalefetin iktidarları “demokratik” davranmaya mecbur bırakan potansiyelini de görmezden gelmemeliyiz.