Yukarıdaki başlıkta ima edilmeye çalışıldığı gibi, 2001 krizi sonrası Türkiye ekonomisinin durumunu ele alan bir çalışmanın üzerinde durması gereken, daha önce tanık olmadığımız bazı yeni olguların ortaya çıktığı bir gerçek. Bunlardan belki de en önemlisi, benim de uzun süredir nasıl olduğunu merak ettiğim bir gelişme: İstihdam yaratmayan büyüme, yani ekonomi (daha doğrusu Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYİH] veya kısaca “milli gelir”) büyüyor, hem de yüksek oranda büyüyor ve fakat işsizlik bununla aynı veya yakın bir oranda azalmıyor; bilakis işsizlik kronik bir sorun olarak varlığını sürdürüyor. Gerçekten de tam bir “nasıl oluyor da oluyor?” durumu: Ülke ekonomisi büyürken, toplumun büyük çoğunluğu bundan pek fazla fayda sağlayamıyor.

AKP dönemi (2002-2010) ekonomideki gelişmeler üzerine biraz okumaya başlayınca, bu yeni olgunun Türkiye’ye özgü olmadığını, özellikle son on yılda bize benzer çevre ülkelerde yaşanan ortak bir deneyim olduğunu öğrendim.

Öncelikle meseleyi rakamlara dökersek, belki güncel yaşamda hissettiğimiz bu gelişmeyi daha çarpıcı şekilde kavrayabiliriz. Aşağıda 2001 krizinden sonra ekonominin tekrar toparlanmaya başladığı 2002-2009 dönemine dair bir tablo var. Tablo, rakam ve yüzde oranlar olarak istihdamdaki gelişmeyi ve büyüme oranlarını gösteriyor. 2008’in son dönemleriyle birlikte küresel krizin etkisini hissetmeye başlıyoruz ve 2009’da bu etki doruğa çıkıyor.

İstihdamsız Büyüme – 2002-2009 Arası İstihdam ve Büyüme Arasındaki İlişki

İstihdam

(bin kişi)

Yıllar

İstihdam

(değişme, yüzde olarak)

Büyüme

(%)

21.354

2002

- 0,8

6,2

21.147

2003

- 1

5,3

19.631

2004

- 7,2

9,4

20.066

2005

2,2

8,4

20.423

2006

1,8

6,9

20.738

2007

1,5

4,7

21.194

2008

2,2

0,7

21.277

2009

0,4

- 4,7

(Kaynak: Teğetin Yıkımı: Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek, Mustafa Sönmez, Yordam Kitap, 2010, s. 81)

Küresel ekonomik krizin hissedilmeye başlandığı 2008 ve teğet geçmeyip büyük bir işsizlik dalgası yarattığı 2009 yıllarını dışarıda tutarsak, ekonominin yaklaşık ortalama yüzde 7 büyüdüğü 2002-2009 yılları arasında bütün sektörlerde (tarım, sanayi, inşaat ve hizmetler) ciddi bir istihdam artışı olmuyor.

Sorunu daha da iyi kavramak istiyorsak, istihdamdaki değişim oranları yerine doğrudan işsizlik oranlarına bakmak daha doğru olabilir. Burada son derece çarpıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz: 2000 Kasım ve 2001 Şubat’ında yaşanan büyük ekonomik krizin sonucu olarak, Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 10,6’a çıkmıştı. 2001-2006 yılları arasında ülkede ortalama yüzde 7,2’lik bir büyüme hızı yakalandı. Bu görece yüksek büyüme oranına rağmen, 2007 yılına geldiğimizde işsizlik sadece 0,7 oranında azalmış ve yüzde 9,9 olmuştu. 2008 yılında yüzde 11’e çıkan işsizlik, küresel krizin Türkiye’ye yansımasının bir sonucu olarak 2009’da yüzde 14’e çıktı. Şimdi hükümet, 2010 yılında yüzde 7-8 civarında gerçekleşmesi beklenen büyümeyle övünüyor ve 2010 yılında işsizliği yüzde 11,9’a indirdiklerini söylüyor. Elbette bunlar resmi rakamlar ve iş aramaktan umudu kesen, fakat çalışabileceği iş olsa çalışmaya gereksinimi olan geniş kesimleri kapsamıyor. Fakat kendimizi resmi rakamlarla sınırlandırsak dahi, 2008-2009 yılları hariç, bu kadar yüksek bir büyümenin olduğu 10 yıllık  dönemde hâlâ büyük 2001 krizinin yarattığı işsizlik oranının altına inebilmiş değiliz, hatta bu oranı da (yüzde 10,6) yakalayabilmiş değiliz. 2000-2001 krizi öncesi dönemde, yani 1999’da ise işsizlik oranı çok daha düşüktü: Yüzde 7,4’tü.

Türkiye’nin Dünya Kapitalist-Ekonomi İçindeki Konumu ve “Dibe Doğru Yarış”

Mustafa Sönmez, bu durumun, Türkiye’nin dünya kapitalist-ekonomide Brezilya, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerle birlikte üstlendiği işbölümünün giderek kemikleşmesinin sonucu olduğunu ileri sürüyor. Bu ülkeler, merkez kapitalist ülkelerin terk ettiği emek yoğun ve çevreye zararlı sanayi dallarına (tekstil, beyaz eşya, otomotiv, gıda, makine, demir-çelik, kimya, gemi inşa vs.)  ev sahipliği yapıyor ve bu ürünlerin ihracatı yoluyla ekonomik büyümeyi yakalamaya çalışıyorlar.

Ağırlıklı olarak emek yoğun olan bu sektörlerde ülkelerin rekabet avantajı yakalayabilmesi, yoğun teknolojik yatırımlardan çok, işçilerin gerçek ücretlerinin sürekli baskı altına alınması ve esnek/güvencesiz işçi çalıştırmanın artırılması sayesinde mümkün olabiliyor. Türkçesini söylersek, aynı işi daha az sayıda işçiye, onları daha fazla çalıştırarak yaptırmakla mümkün oluyor. Kriz dönemlerinde ise, yoğun işçi çıkarmalar ve kısıtlı talebe bağlı olarak kısa süreli işçi çalıştırma yöntemleri, krizden “sözüm ona daha hızlı çıkılmasını” sağlıyor. Nitekim 2009’un son çeyreğinde yaşanan bu oldu: Krizden ç€?kılmaya başlanmasın rağmen, istihdam aynı oranda artmadı ve hatta kriz koşulları düzeyinde seyretti.

Böylece Türkiye ve aynı kategorideki ülkeler son derece düşük bir katma değer üreterek ve ücretleri düşürüp işsizliği artırarak birbirleriyle “dibe doğru” yarış ediyorlar. Elbette bu “büyüme stratejisinin” çok kapsamlı toplumsal sonuçları var ve zaten son on yıldır bu sonuçlardan birçoğuna tanık oluyoruz.

Yine Mustafa Sönmez’in adı geçen kitabında verdiği bir başka istatistik, yukarıda bahsetmeye çalıştığım yüksek büyüme/artmayan istihdam olgusunu daha mikro bir düzeyde, Türkiye imalat sanayinin küresel ekonomik krizden yoğun olarak etkilendiği ve üretimi tekrar artırarak krizinden çıkmaya başladığı döneme odaklanarak ele alıyor. Bu tablo, 2008’in birinci çeyreği ile 2009’un son çeyreği arasında imalat sanayinde üretim, istihdam ve verimlilikteki değişimleri gösteriyor.

Daha Az İşçi Çalıştırarak Krizden Çıkma

Türkiye İmalat Sanayi 2008-2009 Arası Çeyrek Dönemler İtibariyle Üretim,

İstihdam ve Verimlilik  (2005 baz yılı = 100)

2008

2009

 

I

II

III

IV

I

II

III

IV

 

Üretim

113,8

121,7

112,4

103

85,7

101

102,2

112,8

 

İstihdam

106,7

107,9

106,2

102,8

95,4

94,5

95,6

95,5

 

Verimlilik

 

106,7

112,8

105,8

100,2

89,8

106,9

106,9

118,1

 

(Kaynak, a.g.e., s. 71)

Tabloda görüldüğü gibi, 2005 yılı 100 birim (baz) alındığında, imalat sanayi üretimi 2009’un üçüncü çeyreğine kadar 2008’in ilk üç ayındaki düzeyi yakalayamıyor. Ancak 2009’un son üç ayında kriz öncesi düzeye gelmiş oluyoruz. Fakat aynı çeyrekte istihdam hâlâ krizin en yoğun olduğu 2009’un ilk üç çeyreği düzeyinde seyrediyor ve 2008 yılındaki istihdam oranını yakalayamıyor. Daha az işçi çalıştırarak krizden çıkmanın sırrı ise, “verimlilik” dediğimiz göstergenin, yani bir işçinin belirli bir zaman diliminde ürettiği ürün miktarının hızla yükselmesinde yatıyor. Bu dönemde hızla yükselen imalat sanayi “verimliliği”nin büyük ölçüde teknolojik yatırımlardan değil, sayısı azalmış olan işçilerin daha uzun ve yoğun çalıştırılmasından kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Giderek Genişleyen İşsiz Ordusu: “Açlıkla Terbiye Etme”

Durumu daha somut olarak fark edebilmek için şu haberi birlikte okuyabiliriz. 26.03.2011 tarihinde Günlük gazetesinde çıkan bir habere göre, PTT Genel Müdürlüğü, “iş daralması” gerekçesiyle 178 taşeron işçiyi işten atıyor. İşten atılan işçiler eyleme başlıyorlar. İşçiler, PTT özelleştirileceği için işçi sayısının asgariye indirilmeye çalışıldığını söylüyorlar. Diğer yandan, iş yükü arttığı için kadrolu PTT işçileri günde 13 saate kadar çalışmak zorunda kalıyor. Bunun üzerine kadrolu işçiler de eylem yapmaya karar veriyorlar. Aynı zamanda Haber-Sen İstanbul 7 No’lu Şube Sekreteri olan bir işçi durumu şöyle anlatıyor: “ … Çalışma sürelerimiz evrak yazmayı dahil da edersek 13 saati buluyor. Beş kişinin yaptığı bir iş bir dağıtımcıya yaptırılmaya çalışılıyor. Postacılar canımıza tak etti diyor.”

Son on yıldaki büyümeye karşın işsiz ordusunun azalmaması, bilakis daha da artması istihdam yaratmayan büyüme sürecini yeniden besleyen bir mekanizmaya dönüşüyor diyebiliriz. Yukarıdaki haberde belirtildiği gibi, işçilerin bir bölümü hiçbir hakkı hukuku olmayan taşeron işçi olarak istihdam edilince, kadrolu olan işçiler de gerçekte fazla mesai ödenmesini gerektirecek şekilde (ama ödenmiyor), günde 13 saat çalışmak zorunda kalıyorlar.

Bu süreci pek çok yönden analiz etmek gerekiyor. Düşük ücretle çalışanların ve işsizlerin giderek arttığı bir ülkede, önceden sendikalı ve/veya insanca bir ücret alan işçilerin ve kamu çalışanlarının oluşturduğu orta sınıf ve alt-orta sınıfların önemli bir bölümü tasfiye ediliyor demektir. Elbette bu durumun, çok acı toplumsal sonuçları oluyor.

Diğer yandan, kentli emekçilerin “açlıkla terbiye edilmesini” sağlayan mekanizmalar arasında özellikle tarımsal alana dönük düzenlemeler önem kazanıyor. Türkiye yakın dönemde IMF ile 1998 yılında kapsamlı bir anlaşma yaptı ve günümüze kadar bu anlaşmanın temel çerçevesinin uygulandığını söyleyebiliriz. Söz konusu anlaşma, tarımsal alanda önemli ölçüde azaltılmış olan tarımdaki desteklemelerin tamamen ortadan kaldırılmasını ve tarımsal ürünler piyasasının serbestleştirilmesini öngörüyordu. Aradan geçen dönemde hamdolsun bu “hedefler”e ulaştık. Ancak tarımsal desteklemelerin kaldırılması ve üreticilerin ucuz fiyatlı ithal ürünler karşısında korumasız bırakılması, tarım alanında ciddi bir dönüşüme yol açtı ve tarımdaki istihdam ciddi bir düşüş gösterdi. 2000’li yıllarda Kürt sorunundan kaynaklanan göçlere bir de geçinemediği için kırsal alandan kentlere göç eden geniş bir kesim eklendi. Korkut Boratav, 1998’den bu yana tarımdan kopan 3,4 milyon kişinin kentlere göç ettiğini öne sürüyor.

Hem Kürtlerin zorla metropollere göç ettirilmesi hem de ekonomik nedenle kırsal alanda gerçekleşen boşalma kentlerdeki işsiz ordusunu artırdı ve yukarıda işaret etmeye çalıştığımız, emekçilerin işsiz kalma korkusuyla, yani “açlıkla terbiye edilmesi” politikasını güçlendirdi. Böylece tarımsal alanda izlenen politikalar, “dibe doğru yarışı” mümkün kılan, istihdam yaratmayan büyüme stratejisiyle bir bütünlük oluşturdu.

Aşağıda Korkut Boratav’dan aldığımız tablo, bu durumu gayet iyi açıklıyor.

 

1998-2002-2007 Bölüşüm Göstergeleri, Endeksler ve

Yüzdeler, (1998 baz yılı = 100)

 

1998

2002

2007

Toplam istihdam

100

98,0

102,1

Reel Ücretler

100

89,5

88,0

Tarımsal İstihdam

100

82,5

66,1

Dar Tanımlı İşsizlik

100

153,3

145,1

Geniş Tanımlı İşsizlik

100

172,6

205,0

Tarım/Sanayi Fiyatlar

100

62,3

65,3

İstihdam/Faal Nüfus  %

50,1

44,5

43,1

Dar Tanımlı İşsizlik Oranı %

6,9

10,3

9,9

Geniş Tanımlı İşsizlik Oranı %

8,5

14,0

16,3

(Kaynak, Korkut Boratav, “AKP’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, (der. İlhan Uzgel, Bülent Duru), Phoenix Yayınevi, 2009, s. 471)

Bu tabloda birkaç veriyi açıklığa kavuşturabilir ve ardından daha genel bir yoruma gidebiliriz. Öncelikle tarımdan başlarsak, neden-sonuç ilişkilerinde belirleyici olan göstergenin tarım/sanayi fiyatları olduğu görülüyor. Bu ilişkiyi kabaca şöyle tanımlayabiliriz: Çiftçiler 1998 yılında ürettikleri bir birim tarımsal ürün karşılığında, örneğin 1000 kg. suni gübre satın alabiliyorlarsa, 2002’ye geldiğimizde yalnızca 62,3 kg. gübre, 2007’de ise 65,3 kg. gübre alabiliyorlar. Tarım ve sanayi ürünleri arasındaki bu makasın açılması, izlenen tarımsal politikaların sonucu olarak çiftçilerin eline geçen paranın nasıl azaldığını, bir başka deyişle tarımdaki yoksullaşmayı gösteriyor.

Bu yoksullaşma, doğal olarak tarımdaki istihdamın düşmesine yol açıyor. Böylece 1998-2007 yılları arasında tarımda çalışan her 100 kişiden 34’ü kentlere göç ediyor. Diğer faktörlerin, yani ekonomik krizlerin, kentsel alanda yoğunlaşan sanayi, inşaat ve hizmetler sektöründeki istihdam yaratmayan büyümenin yanı sıra, tarımdan kopanların göç etmesiyle birlikte dar ve geniş tanımlı işsizlik önemli boyutlarda artıyor. Böylece kırlardan şehirlere insan göçü, şehirlerdeki işgücünün pazarlık kabiliyeti üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor ve iş çevrelerinin izlediği büyüme stratejisinin bir koşulu olan işçilerin düşük ücretle çalıştırılmasının maddi zeminini sağlıyor. Henüz 2008-9 krizine gelmeden, reel ücretler yüzde 12 düşüyor.

Korkut Boratav bu durumu, bölüşüm göstergelerinin (2001 krizini kast ederek) “kriz koşullarında tıkanması” olarak nitelendiriyor. 2001 krizinden sonra yaklaşık yüzde 7 oranındaki yüksek büyüme temposuna karşın, reel ücretler krizin sonuçlarını yansıtan 2002’deki seviyesini aşamıyor. Toplam istihdamda çok küçük bir iyileşme görülüyor –ki bu iyileşmeyi de 2008-9 krizi yerle bir edecektir. Daha çok resmi rakamları yansıtan dar tanımlı işsizlik oranı kriz koşullarına göre önemli bir düzelmeye işaret etmezken, resmi verilere yansımayan özellikle tarımsal alandaki istihdam çöküşünün bir sonucu olarak, geniş tanımlı işsizlik hem oransal hem de mutlak olarak 2001 kriz koşullarının da üzerine çıkıyor.