Daha önce 28  Mart’ta yazdığım bu yazının birinci bölümünde (www.daplatform.com/news.php?nid=16153), AKP’li yıllarda (2002-2010) ekonominin bazı temel özelliklerini bir yazı dizisi halinde ele almaya çalışacağımı söylemiştim. AKP’li yıllarda, daha doğrusu  2001 krizinden bu yana Türkiye eknomisi 90’lı yıllardan epeyce farklı olarak küresel ekonomiyle eklemlenmesinde bazı temel değişimler yaşadı. Bu temel değişimler, ekonominin birçok veçhesinde daha önce alışık olmadığımız bazı farklılıklara yol açtı. İlk yazımda bunlardan birisinin, oldukça şaşırtıcı bir yeniliğin üzerinde durmuştum: Türkiye, 2002’den 2008-9 uluslararası finans krizine kadar yüksek oranlı bir büyüme yaşamış, buna karşın işsizlik sorunu bütün şiddetiyle devam etmişti. Yani istihdam yaratmayan bir büyüme ile karşı karşıyaydık. Bu olgu, krizin etkisinden çıktığımız 2010-11 yılları için de geçerliliğini koruyor.

Mustafa Sönmez’in bazı çalışmalarına dayanarak bunun nedenini uluslararası işbölümünde Türkiye imalat sanayine düşen rolle açıklamaya çalışmıştım. Türkiye sanayi Batılı ülkelere ihraç etmek üzere katma değeri düşük, emek yoğun teknolojilere dayalı buzdolabı, televizyon, otomobil gibi ürünler üretiyordu. Dolayısıyla uluslararası alanda rekabet gücünü büyük ölçüde ucuz emek üzerinden sağlıyordu. İşgücü maliyetlerini daha da düşürmek amacıyla, işçileri daha yoğun (üç kişinin işini bir kişiye yaptırarak) ve daha uzun süreler çalıştırıyordu. Böylece üretim göreli olarak artıyor, ama işşizlik azalmıyordu. 90’lardaki düşük yoğunluklu savaşta metropollere göç ettirilen Kürtlerin, tarımı yıkıma götüren IMF-Dünya Bankası politikalarının sonucunda Anadolu’nun başka yerlerinden şehirlere akan eski çiftçilerle birleşmesiyle ortaya büyük bir işsizler ordusu çıkıyor ve şehirlerdeki işçiler, mevcut çalışma koşullarını kabullenmeye zorlanıyordu.      

2000’li yıllarda Türkiye İmalat Sanayisinin Aldığı Görünüm: Yeniden Montaj Sanayi

Bu yazıda, 2000’li yıllarda Türkiye ekonomisinin edindiği başka bir yeni özellik üzerinde durmak istiyorum. 1960-70’ler “montaj sanayi”ne dayalı bir “kalkınma” dönemi olarak nitelendirilirdi. Özellikle solcuların haklı olarak eleştirdiği montaj sanayi, ciddi bir tekonoji ve dolayısıyla katma değer üretmiyor, dışarıdan gelen parçaların burada monte edilerek iç pazara sürülmesine dayanıyordu. Montajı yapılan ürünler de esas olarak dayanıklı tüketim mallarıydı. Koç’a bağlı Arçelik ve Tofaş bu dönemdeki büyüme stratejisinin klasik örnekleri olarak düşünülebilir.

2000’li yıllarda yeniden bir tür “montaj sanayi”ne dönüş yaşanması, üzerinde durulması gereken bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’deki firmalar –uluslararası finans krizi yılları (2008-2009) dışında– her yıl ihracatlarını düzenli olarak arttırıyor. Fakat ihracat artışlarıyla birlikte ithalat da artıyor. Yani ne kadar sanayi ürünü ihraç ediyorsak, bir o kadar da sanayide kullanılan ara malı ithal ediyoruz. Bu durum, büyümeye rağmen işsizliğin azalmaması ve hatta artmasından, dış ödemeler dengesinin giderek artan önemli açıklar vermesine ve Türkiye ekonomisinin uluslararası krizler karşısında daha da kırılganlaşmasına kadar bir dizi önemli sonuca yol açıyor. Elbette bütün bunların ülkenin politik rejimiyle ilgili gayet ciddi içerimleri de söz konusu. “Montaj sanayiye dönüş” meselesine birazdan geleceğim. Fakat önce bu ekonomik eğilimlerin nasıl bir genel bağlam içinde gerçekleştiğine bakalım.

2002-2008: Ekonomide Spekülatif Büyüme

Önde gelen birçok muhalif iktisatçı (Erinç Yeldan, Mustafa Sönmez, Korkut Boratav [[dipnot1]]) 2000’lerde yaşadığımız ekonomik büyümeyi, “spekülatif” bir büyüme olarak nitelendiriyor. Bununla esas olarak dış kaynak –özellikle sıcak para– girişine dayalı, sermaye hareketlerinin gidişatına bağlı olduğu için de ancak birçok koşulun bir araya gelmesiyle sürüdürebilir ve derinliği olmayan bir büyümeyi kast ediyorlar.

Temel mekanizmanın şöyle işlediğini söyleyebiliriz: Önemli ölçüde 2001 krizinden sonra 2008 yılına kadar IMF’yle yapılan anlaşmalar sayesinde, Türkiye’ye daha önce benzeri olmayan miktarlarda dış kaynak girişi sağlanıyor. Bu dış kaynaklar şu başlıklar altında ülkele giriyor: Doğrudan sermaye yatırımları (DDY); finans kurumları (bankalar ve diğerleri) ile diğer yerli şirketlerin yurtdışından sağladığı krediler ve “sıcak para”. Sıcak para derken, şu üç temel mecrayı kast ediyoruz: Yabancıların Türkiye devleti hazinesinin ihraç ettiği devlet iç borçlanma senetlerine (DİBS) yatırım yapması, borsaya girmesi ve daha küçük oranda da bankalarda mevduat bulundurması, böylelikle repo benzeri işlemlere yönelmesi.

Sonuç olarak, AKP’li yıllarda Türkye ekonomisi yukarıdaki her üç başlıkta ve özellikle kısa vadeli spekülatif sermaye hareketleri vasıtasıyla küresel ekonomiyle daha önce tanık olmadığımız boyutlarda bir bütünleşme yaşıyor. Elbette bu bütünleşmenin arka planında, ABD’nin IMF ve uluslararası finans piyasaları vasıtasıyla Türkiye’ye ve AKP iktidarına verdiği destek ve uluslararası politik ilişkilerle ilgili başka bir dizi faktör bulunuyor. Muhalif iktisatçıların kitaplarında bu faktörlere fazla değinilmiyor; ancak söz konusu faktörlerin ayrıca ele alınması, açıklayıcı bir analitik çerçeve kurabilmek açısından elzem görünüyor.

2000’li yıllarda ülkeye büyük boyutarda dış kaynak girmesi, finansçı terimleriyle konuşursak, dövizi ve özellikle Amerikan Doları’nı Türk Lirası (TL) karşısında ucuzlatıyor. [[dipnot2]] Böylece bollaşan ve ucuzlayan döviz, özel sektör firmalarını daha fazla ithalat yapmaya özendiriyor. İthalat hem hacim olarak yükseliyor hem de döviz TL karşısında ucuzladığı için aynı mallar daha ucuza ithal edilebiliyor. İthalatta yaşanan patlama iki kalemde karşımıza çıkıyor: 1) Fiyatları görece ucuzlayan tüketim mallarının yurtiçindeki talebe uygun olarak ithal edilmesi; 2) yine fiyatları görece ucuzlayan ve çeşitli sanayi sektörlerinde kullanılan hammadde ve ara mallarının ithal edilmesi. Hammedde ve ara mallarının daha ucuza ithal edilmesi rekabet avantajı yaratarak sanayi üretimini teşvik ediyor. Özellikle ihracat daha önce görülmemiş boyutlarda artıyor. Böylece Türkiye, finansmanı dış kaynaklarla sağlanan tüketim malları ithalatı ve ihracat artışına bağlı olarak “spekülatif bir büyüme” yaşıyor. Bir kez daha söylersek büyüme “spekülatif” nitelikte, çünkü 2008-2009 döneminde olduğu gibi uluslararası finans krizinin etkisiyle dış kaynak girişi durgunlaştığında, ekomonik “büyüme” ölçüsüz bir küçülmeye dönüşüyor. Nitekim 2008-9 küresel kriz döneminde Türkiye en çok küçülen ekonomilerden biri olmuştu. Ayrıca “sığ” bir büyüme söz konusu, çünkü ihracat artışları yeni üretim kapasiteleri yaratılmasından çok, ucuz emeğe ve ucuz hammedde/ara malı girişine bağlı olarak gerçekleşiyor. Her iki durumda da sıcak para girişinin durması, gerek tüketim malları gerekse ara malların ithalatını finanse edecek döviz fazlasından ekonomiyi yoksun bırakıyor. 

Ayrıca yabancı sermaye girişinin bir başka biçimine de kısaca değinmekte fayda var: 2002-2008 yılları arasında Türkiye’de banka-dışı özel sektör şirketleri merkez ülkelerin finans kurumlarından daha önce görülmemiş boyutlarda kredi kullanarak borçlandı. Örneğin 2000 yılında banka-dışı özel sektör şirketlerinin toplam kısa vadeli dış borcu 9,74 milyar dolar, toplam orta-uzun vadeli dış borcu ise 21,57 milyar dolarken, 2006’ya geldiğimizde bu rakamlar sırasıyla 19,83 milyar dolar ve 53,03 miliyar dolara yükseliyor. Özel sektör bu yoğun kredi kullanımıyla üretimi, ihracat ve ithalatı finanse ediyor. Ülkemizde karşılaştığımız ve çoğu zaman insana irrasyonel görünen 12 taksitli alışverişler, yüksek oranlı indirim kampanyaları vs. bu yoğun dış borçlanmayla mümkün olabiliyor. Küresel kriz ortamında kredilerin yenilenmesinde karşılaşılan güçlükler üretim düşüşünü de beraberinde getiriyor.

- Yüksek Reel Faizler

Peki uluslararası kısa vadeli sermaye hareketleri, bir başka ifadeyle “sıcak para” neden Türkiye’yi bu kadar çok tercih ediyor? Bunun yanıtını, 2000-2009 yılları arasında Türkiye’nin IMF anlaşmaları çercevesinde izlediği ekonomi politikasının ikinci önemli öğesinde bulabiliriz: Yüksek reel faizler. Bilindiği gibi “reel faiz”, nominal faiz ile (örneğin Hazine bonolarının ortalama faizi yıllık yüzde 20 diyelim; bu “nominal” faizdir) enflasyon oranı arasındaki farktan oluşuyor (aynı dönemde TÜFE fiyat endeksi yüzde 10 artmış olsun; bu durumda reel faiz kabaca yüzde 10’un biraz altındadır).

Türkiye ekonomisini yönetenler, çok ilginç biçimde, benzer “yükselen piyasaların” hiçbirisinde görmediğimiz oranda reel yüksek faiz politikasını sürdürüyorlar. 2000-2008 arasında reel yüksek faiz, ortalama olarak yüzde 10 düzeyinde seyrediyor. Elbette yüksek reel faiz, döviz kurunun görece ucuz olmasıyla birleşince, yabancı yatırımcıları fazlasıyla cezbediyor. Özellikle Hazine’nin borçlanma enstrümanları olan Hazine bonosu ve devlet tahvillerinde uygulanan yüksek reel faizin bedelini, yüksek vergiler ve kamu hizmetlerinin kısılmasıyla toplum ödüyor.

- Gümrük Birliği Anlaşması’nın Etkileri

Montaj sanayi tartışmasına geçmeden önce bilmemiz gereken bir faktör daha var. 1996 yılında Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında imzalanan Gümrük Birliği (GB) anlaşması yürürlüğe girdi. GB, AB’nin üçüncü (AB ve Gümrük Birliği üyesi olmayan) ülkelerle yaptığı dış ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin de otomatik olarak dahil olmasına yol açtı. Böylece AB, Çin, Hindistan gibi ülkelerden gelen ithal mallara uyguladığı gümrük vergilerini düşürünce, aynı şeyi Türkiye de yapmak zorunda kaldı. Sonuçta pek çok sanayi hammedesi ve ara malı eskisine oranla daha düşük fiyatlara Türkiye’ye girmeye başladı. Aslında bana göre 60-70’lerde solun, o zamanlar adı Ortak Pazar ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan oluşuma karşı çıkarken dillendirdiği slogan bir anlamda gerçek oldu: “Onlar ortak, biz pazar.” Fransa-Almanya merkezli ırkçı politikaların etkisindeki AB, Türkiye’yi tam üye yapmadı. Ama Türkiye pazarının ithal mallara ardına kadar açılmasını sağladı. Böylece “ücret malları” denilen, Batı’daki çalışan sınıfların kullandığı dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarının Türkiye’de ucuza üretilerek Batı’ya ihraç edilmesini sağladı. 

Bunun “ulusalcı” bir argüman olduğu söylenebilir. Aslında öyle değil. Çünkü yerel pazarın çok ucuza üretilen ara mallarına açılması, aynı malların yerlilerini üreten işletmelerin kapanmasına ve geniş kesimlerin işsiz kalmasına yol açtı.

İhracat Arttıkça İthalat da Artıyor: Montaj Sanayi

Şimdi, ihracat-ithalat arasında yukarıda değindiğimiz bağlantıya ve dolayısıyla montaja dayalı üretime gelebiliriz.

Öncelikle ihracatın ve dolayısıyla büyümenin, ithalata ne kadar bağımlı olduğunu bazı göstergeler düzeyinde görebilmek için aşağıdaki verilere bakabiliriz:

2000-2008 (ilk 11 ay) Arasında Büyüme, İhracat, İthalat ve Cari Açıkla İlgili Gelişmeler (milyon dolar)

 

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

11 ay

Büyüme

(%)

7,4

- 7,5

7,9

5,8

8,9

7,7

6,1

5

0,7

İhracat

27,77

31,33

36,05

47,25

63,16

73,47

85,53

107,2

124,2

İthalat

54,50

41,39

51,55

69,34

97,54

116,7

139,5

170,0

190,5

Cari Açık

(milyar dolar)

-9,82

+3,39

-1,52

-8,03

-15,60

-22,60

-32,19

-38,03

-41,94

(Kaynak: Mustafa Sönmez, 100 Soruda Küresel Kriz ve Türkiye, Alan Yayıncılık, 2009)
 

Tabloya Notlar:

i) Cari açık (ya da dış ödemeler dengesi) şu öğelerden oluşuyor: İhracat-ithalat arasındaki fark dış ticaret açığını oluşturuyor. Dış ticaret açığının bir kısmı “döviz kazandırıcı faaliyetler” denilen, turizm, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri vs.nin ülkeye soktuğu dövizle karşılanıyor. Geriye kalan döviz açığına “cari açık” diyoruz. Cari açık, ülkemizde dış borçlanma, spekülatif sermaye hareketleri, doğrudan yabancı yatırımlar ve özelleştirmelerden elde edilen dövizlerle karşılanıyor. 

ii) 2001 yılında patlak veren kriz yüzünden büyüme hızı % - 7,5’a düşünce, ihracat/ithalat makası biraz kapanmıştı. Ama bu kriz dönemine özgü, geçici bir durumdu.

Yukarıdaki tabloda, 2000-2008 döneminde ihracat artışının ithalat artışıyla el ele gittiğini gözlemlemek zor değil.

Şimdi Türkiye imalat sanayinin bir tür “montaj sanayi”ne dönüştüğünü göstermek için kapsamımızı biraz daha daraltarak imalat sanayi verilerine bakabiliriz. Diğer yandan, imalat sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki payının bu dönem boyunca hep yüzde 90-95 arasında olduğunu, imalat sanayi ürünlerinin ithalat içindeki payının da yüzde 75-80 olduğunu aklımızda tutarsak, aşağıda ele alacağımız verilerin toplam ihracat/ithalat verileri açısından açıklayıcılığını koruduğunu öne sürebiliriz.

Mustafa Sönmez, yukarıdaki tabloda kaynak olarak başvurduğum kitabında “montaj sanayi” olgusunu açıklığa kavuşturmak için ihracat yapan sektörlerin ürettiği ürün miktarının içindeki ithal ürünlerin (ara malları) oranını tespit etmeye çalışıyor. Bunun için söz konusu oranların en net şekilde görülebildiği “dahilde işleme rejimi” denilen alandaki verileri kullanıyor. Dahilde işleme rejimi, “yurtiçinde işleyerek belirli bir süre içinde ihraç etme kaydıyla, sanayicilerin gümrüksüz mal ithal etmesine” imkân tanıyor. İhracatı teşvik amacını taşıyan “dahilde işleme rejimi”nin toplam ihracat içindeki payı, 2003-2006 döneminde yüzde 53’ü buluyor. Dolayısıysa dahilde işleme rejimine ilişkin veriler, genel anlamda ihracat yapısı açısından gösterge olabilecek durumda.

Dahilde işleme rejimine ilişkin aynı çalışmada sunulan verilere göre, 1996 yılında ihraç edilen her 100 birimlik mal için 56,6 birimlik ithalat yapmak gerekirken, 2006’da bu oran 67,8’e ulaşmıştır.

Biraz daha ayrıntıya inip ihracat yapan sektörleri tek tek incelemek istersek, örneğin 2006’da ihracat yapan sektörlerdeki ithal girdi kullanımı oranlarını gösteren aşağıdaki tabloya bakabiliriz.

Dahilde İşleme Rejimi Çerçevesinde İhracat Yapan Sektörlerde İthalatın Payı (2006 yılı): Her 100 birimlik ihracat için ihracatçı sektörlerde kaç birim ithal ürün kullanılıyor?

İhracatçı sektörler

İthal girdi kullanım oranı (%)

Taşıt araçları

69

Demir Çelik

75

Dokuma ve Giyim

56

Elektronik

79

Gıda ve İçki

57

Madeni Eşya

70

Demir dışı metaller

77

Elektrikli makineler

70

Lastik

68

Kimya

62

(Kaynak: Mustafa Sönmez, a.g.e.)

Sonuç

Yukarıdaki tabloda 2006 itibarıyle Türkiye’nin başlıca ihracatçı sektörlerinin yüzde 56 ila 79 arasında ithal girdi kullandığını görüyoruz. Türkiye’nin en önemli ihracat sektörü olan dokuma ve hazır giyimde bile bu oran yüzde 56’yı buluyor. Hızla büyüyen ve giderek “ihracatçı” bir niteliğe bürünen taşıt araçları, demir çelik, elektronik gibi sektörlerde ise ihraç edilen her 100 birim malın yüzde 69 ila 79’u gerçekte dışarıdan geliyor.

Bu tablo, Türkiye sanayisinin 2000’li yıllarda küresel ekonomiyle bütünleşirken “montaj sanayi”ne dönüştüğünü ortaya koyuyor. Peki montaj sanayi olmanın kötülüğü nerede?

Öncelikle AKP hükümetinin çok övündüğü ekonomik büyüme, ihracat artışı ve ihracatta sanayi ürünlerinin yüksek bir paya sahip olması benzeri söylemlerin kofluğunu göstermesi bakımından bu veriler önem taşıyor.

İkincisi ve daha önemlisi, montaj sanayi düşük katma değer üretir. Katma değeri, bir ülkede toplumsal sınıflar arasında paylaşılan toplam gelir gibi düşünebiliriz. Düşük katma değerli sanayilerin egemen olduğu ülkelerde yoksulluğun bu kadar yaygın olması bir tesadüf değildir.

Montaj sanayinin teknolojik açıdan geri olması, uluslararası alanda rekabet unsuru olarak geriye esas olarak düşük ücret maliyetlerinin kalmasına yol açar. Parçaları birleştirip düşük düzeyde işleyen işçilerin ücretleri düşük, çalışma saatleri uzun olmalıdır ki Türkiye sanayinin ürettiği ürünler dış pazarlarda alıcı bulabilsin.

Ülkelerin üretim yapısıyla demokratikleşme düzeyleri arasında zorunlu bir ilişki olmasa da güçlü bir korelasyon olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla katma değeri yüksek üretim açığı, karşımıza aynı zamanda bir “demokrasi açığı” olarak çıkar. Devlet, işçilerin kötü çalışma koşullarına ve düşük ücretlere razı olmasını sağlamak durumundadır. Belki de bu yüzden çok geri düzeyde ve genellikle içi boş olmakla birlikte “Kürt açılımı”ndan, “Alevi açılımı”ndan söz edilse de, ana-akım medya ve hükümet katında işçi hakları, sendikal haklar gibi sorunlar pek gündeme gelmiyor. Sendikal hareketin çok zayıflamasının sonucu olarak ancak yerel düzeyde meydana gelebilen direnişler sessiz sedasız sert biçimde bastırılıyor. Sendika üyesi olmak ertesi gün işten atılmak için yeterli oluyor. Tuzla’daki tersanelerde güvenlik önlemlerini arttırarak üretimi pahalılaştırmaktan kaçınan işletmelerdeki can kayıplarını ise hepimiz biliyoruz.

Son olarak, elbette meselenin AKP ile sınırlı olmadığını, küresel ekonomide neoliberalizm denilen uygulamalar bütününün ülke ekonomilerini ne hale getirdiğini görmek açısından da bu veriler önemli.

Yukarıda belirttiğim gibi 1960-70’lerde de montaj sanayi vardı. Fakat o dönemde iç pazara dönük üretim yapıldığı için işçilerin ve genel olarak çalışanların ücretleri belirgin biçimde daha yüksek tutuluyordu, çünkü toplumun büyük çoğunluğunun buzdolabı, çamasır makinesi, otomobil vs. satın alabilmesi gerekiyordu. 1970’lerin sonuna doğru “ithal ikâmeci” (sanayi ürünlerini dışarıdan ithal etmek yerine belirli parçaların, ara malların ithal edilerek içeride üretilmesi) denilen bu büyüme ve sermaye  birikim modeli tıkandı. Çünkü ara malları ve parçalar dışarıdan dövizle alınırken içerideki üretim yüksek maliyetle yapılıyordu; bu nedenle, fiyatları görece yüksek olan bu mamul malların ihraç edilebilmesi çok zor oluyordu ve işletmeler ihracat yapamıyor, döviz getiremiyordu. Maliyetlerin yüksekliği ise teknolojik gerilik vs. faktörlerin yanı sıra önemli ölçüde sanayi işçilerinin ücretlerinin yüksekliğinden kaynaklanıyordu. Böylece 70’lerin sonunda iç pazarın doygunluğa ulaşması ve ithalatın finansmanı için gerekli ihracatın yapılamaması, döviz krizi olarak kendini gösterdi ve büyük bir ekonomik bunalım başgösterdi. Süleyman Demirel, Ecevit hükümetini kast ederek “memleketi 70 sente muhtaç ettiler” sözünü işte bu dönemde sarf etmişti.

12 Eylül’e giden süreçte 24 Ocak 1980 Kararları’yla bize “ithal ikâmeci” model”in tıkandığı söylendi ve yeni bir birikim modeli uygulanmaya çalışıldı. Bu yeni model, “ihracata dayalı büyüme” olacaktı.

O zamanlar Bülent Ecevit ilginç bir çıkış yaparak “ihracata dayalı büyüme modeli”nin o sıralarda sürekli askeri darbelerin olduğu Latin Amerika ülkelerinde uygulandığını söylemişti. Bu modelin mevcut demokratik rejimde uygulanamayacağını, uygulanabilmesi için otoriter bir rejime geçisin öngörüldüğünü ileri sürmüştü. Söylediği gibi de oldu ve 9 ay sonra 12 Eylül darbesi yapıldı. Nihayet, gelişkin bir örgütlülük düzeyinin mümkün kıldığı “yüksek ücret maliyetleri” bir sorun olmaktan çıkarıldı.

Darbenin sağladığı “uygun” ortamda iktidarı devralan Özal hükümeti bu modeli uygulamaya çalıştıysa da ancak kısmen başarılı olabildi; 90’lara doğru ihracatı canlandıran dinamikler tıkanmaya başladı. 90’lı yıllarda ise savaş ekonomisi koşullarında kaynaklar silahlanma ve operasyonlar için kullanılırken Türkiye’nin herhangi bir büyüme modelini tutarlı şekilde uygulayabilmesi zaten mümkün değildi. Derken Kasım 2000-Şubat 2001 krizlerinin ardından Kemal Derviş önderliğinde IMF’nin “güçlü ekonomiye geçiş programı” uygulanmaya başlandı. 2002 sonunda iktidara gelen AKP hükümeti bu programı büyük bir başarıyla uyguladı. Elbette 2004’e kadar Kürt bölgesinde çatışmaların yaşanmamasının, ardından yaşanan çatışmalar ve operasyonların ise 90’lardaki “düşük yoğunluklu savaş”a kıyasla daha alt seviyede kalmasının bu “başarı”da önemli bir payı oldu. Nihayet 2000’li yıllar boyunca küresel ekonomiyle gerçek anlamda bütünleşebildik ve önemli ölçüde ihracata dayalı bir “büyüme” gerçekleştirebildik.

Günümüzde geriye dönüp baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz: Yaşanan onca acıya, hükümetlerin ve ana-akım medyanın yoğun propagandasına karşın Türkiye sanayi yeniden bir montaj sanayi görünümü almaya başlamış. Üstelik 70’lerdekinden farklı olarak bu montaj sanayinin ayakta kalabilmesi için ücretlerin düşük tutulması, bunun için de anti-demokratik bir rejimin varlığını koruması gerekiyor.