Taylan Doğan: Kısaca ve mümkünse fazla teknik olmayan bir dille 2007 ortalarında ABD’de başlayıp bütün önde gelen kapitalist ülkelere yayılan finansal krizin nedenlerini anlatır mısın?
Alparslan Budak: Global finansal kriz, ABD’deki gayrimenkul kredilerinin geri ödenmemesi ile başladı. Gayrimenkul kredileri, özellikle ABD’de yoğun bir şekilde tahvile dönüştürülüp başka yatırımcılara satılır. Örneğin bir banka, 100 kişiye 30 yıl vadeli konut kredisi vermiş olsun. Kredi alanların her ay düzenli olarak bankaya bu kredilerin geri ödemesini yapmaları beklenir. Banka, 30 yıl boyunca bu kredilerin geri dönmesini beklemektense bunları toplu olarak ve üzerine kâr koyarak, başka bir şirkete satar. Böylece banka, verdiği kredilerin bedelini toplu olarak bu şirketten alır ve yeniden kredi olarak verir. Verdiği kredileri yeniden toplulaştırır, yeniden başka şirkete satar, kârını artırır.
Şirket ise bu kredileri satın almak için tahvil çıkarır. Kısacası, o da borçlanır. Bankadan kredi alanlar her ay borçlarını bu şirkete öder. Böylece şirket de tahvili sattığı kişilere borcunu öder. Tahvil alanların bazıları, bu tahvilleri gidip ayrıca sigorta ettirirler. Yani sigorta şirketi, bir sorun olup da bu tahviller ödenmezse, parayı ödeyeceğini garanti eder. Çok ana hatlarıyla zincir bu şekilde işler. Arada bu tahvilleri kullanarak çıkarılan çok değişik başka finansal araçlar da üretilir, bunlar da çeşitli yatırımcılara satılır.
Şimdi zincirin başına dönelim. Eğer kredi alanların bazıları borçlarını ödememeye başlarsa, öncelikle bu kredileri satın alan şirketler, sonra o şirketin tahvilini alarak şirkete borç vermiş olan kişiler, sonra bunları sigortalayan şirketler ve tabii ki bu süreçte kredi veren bankaların hepsi zora düşer. Ana hatlarıyla krizin çıkışı ve dinamikleri böyle gelişti.
Kriz, “finansal” bir kriz olmaktan çıkıp nasıl bütün dünya ekonomisini etkileyen bir krize dönüştü?
Yukarıdaki “ilk” aşamadan sonra, finansal kurumların zora düştüğünü gören insanlar bankalardan ve diğer finansal piyasalardan paralarını çekmeye başladılar. Bankalar da kimin zora düştüğünü tam olarak bilemediklerinden birbirlerine borç vermeyi kestiler. Bu sefer, sağlam olan kurumlar da sorun yaşamaya başladı. Halk parasını bankadan çektikçe, bankalar reel sektörde iş yapan şirketlere ihtiyaçları olan kredileri veremez oldular, hatta daha önce verdikleri kredileri vadesinden önce geri çağırmaya başladılar. Bu defa reel sektör firmaları zora girdi. Piyasada kimse kimseye borcunu ödemez oldu veya istese de ödeyemez hale geldi. İşte bu noktada da, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerde devletler finans sektörünü kurtarmak için devreye girdi. Bazı bankalara devlet el koydu, bazılarının ödenmeyen batık kredilerini aldı, çoğuna ucuz borç verdi, dolaşımı duran, bulunmaz hale gelen parayı basıp piyasaya sürdüler. Kısacası mevcut sistemin çökmemesi için her tür tedbiri aldılar. Fakat bu süreçte devletlerin de borçları arttı ve devletler de riskli hale geldi. Devletler borçlanamaz, kredi bulamaz oldular. Şu an bu “ikinci” aşamadayız ve bunun düzeltilmesi için önlemler alınıyor.
ABD ve Avrupa ülkeleri, krize karşı belirli ortak yönleri olan önlemler geliştirdiler. Kısaca bunlardan bahseder misin?
İlk aşamadaki en önemli sorun borç zincirinin durmuş olmasıydı. Bunun için öncelikle para basıldı, bankalara ucuz likidite verildi, bankaların birbirlerine borç vermesini sağlayacak yöntemler geliştirildi. Bunların nihai amacı da reel sektörün finansman akışını yeniden sağlamaktı. Çünkü halk finans sisteminin zora düştüğünü görünce tüketimlerini kıstı, şirketlerin satışları düştü. Bunun üzerine şirketler, bir de kredi de alamaz hale gelince üretimlerini azalttılar veya durdurdular. Sonuçta hem finans sektöründe hem reel sektörde yüz binlerce kişi işten çıkarıldı. Bu insanların da tüketimleri doğal olarak düştü. Bir kısır döngü başladı. Ancak, ilk aşamadaki sorun olan kredi mekanizmasının yavaş yavaş işlemeye başladığını görüyoruz.
Şimdi ikinci aşamadayız. Şirketlerin veya diğer bir ifadeyle, ekonomilerin büyümesinin sağlanması. Eğer halkın güveni yeniden eski seviyelere ulaşırsa, tüketmeye başlarlarsa, üretim artışı ve ardından istihdam artışı gelecektir. Şu an devletlerin yapmaya çalıştığı, bu olumlu döngüyü başlatmak. Ancak, henüz bu süreç tam olarak başlamadı.
Üçüncü aşamada ise enflasyon sorunu ortaya çıkacaktır. Genel olarak şu an global piyasalarda ciddi bir likidite fazlası var. Halkın geleceğe dönük beklentileri iyileştiğinde ve insanlar tüketmeye başladıklarında, yeterince üretimleri olmadığı için şirketler bu talep karşısında öncelikle fiyatlarını arttıracaklardır. Bu defa enflasyonla mücadele için devletler fazla likiditeyi piyasadan çekmeye, tüketimi sınırlamak için faizleri artırmaya başlayacaklardır. Ancak bu aşama şimdilik uzak görünüyor. Tahminim, 2014-2015 yıllarında bu konuları konuşuyor olacağız.
2011 yılında Avrupa’daki kriz öyle kritik bir noktaya geldi ki başta Yunanistan olmak üzere, İspanya ve Portekiz’in kamu borçları çok yüksek seviyelere ulaştı. Hatta Avrupa Para Birliği’nin daralabileceği ve bazı ülkelerin, Avro Bölgesi dışında kalacağı yorumları yapıldı. Özellikle kamu borçlarıyla ilgili olması bakımından Avrupa’daki krizi, ABD’deki krizden ayırt eden temel özellikler neler?
Kriz ABD’den çıkıp diğer ülkelere yayıldı, çünkü küreselleşme, özellikle finans alanındaki küreselleşme inanılmaz boyutlarda. ABD’nin şu an 14 trilyon $ olan toplam borcunun 4.5 trilyon $’ı başka ülkeler tarafından sağlanmış durumda. Bunun 1.1 trilyon $’ı Çin, 900 milyar $’ı Japonya tarafından finanse ediliyor. Yunanistan’ın 205 milyar €’luk devlet tahvillerinin sadece 72 milyar €’luk kısmı Yunanistan içindeki yatırımcılarda, 133 milyar €’luk kısmı ise Yunanistan dışındaki yatırımcılarda, ki en büyük alacaklılar da Fransa ve Almanya. Dolayısıyla, bir ülkenin borcuyla ilgili bir sorun çıktığında bu sorun zincirleme olarak diğer ülkelere de anında yansıyor.
ABD’de yaşanan süreç Avrupa’da da benzer aşamalardan geçti. Örneğin, İngiltere’de halk bankalardan parasını çekmek için hücum etti. NorthernRock bu şekilde battı. Devlet bu bankaya el koymak durumunda kaldı. Diğer bankaları da, bazılarına da el koyarak, bazılarına sermaye aktararak, bazılarına likidite vererek kurtarmak zorunda kaldı. Ardından reel sektöre ve devletlere sağlanan finansman kaynakları daraldı. İşsizlik arttı. Örneğin İspanya’da %’lere, Yunanistan’da ’lere ulaştı. Tüketim geriledi. Devletlerin vergi gelirleri düştü. Dolayısıyla devletlerin borçlanma ihtiyaçları arttı. Ancak, borçlanabilecekleri piyasalar borç vermeye yanaşmaz hale geldi. Bunun üzerine bir de Yunanistan’da kamu borcu verilerinin yanlış olduğu, gerçek borcun çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca güven iyice azaldı.
Şu an Avrupa’da kamu borcu dışındaki temel sorun, ekonomilerdeki daralma ve işsizlik. Çünkü bu durum devletlerin vergi gelirlerini azaltıyor. Borçların ödenebilirliği de şüpheli hale geliyor.
Ancak ben gelecekle ilgili iyimserim. Yunanistan’ın kendi kaderine bırakılmamış olması, Avrupa’nın her ne olursa olsun çözülmeden devam etme iradesini gösteriyor. Birkaç sene sonra Avrupa genelinde büyümenin yeniden başladığını göreceğiz ve şu an yaşanan bazı sorunlar daha kolay atlatılabilir hale gelecek. Ancak o zaman da başka sorunları konuşuyor olacağız.
2012 yılının ilk ayları itibarıyla baktığımızda dünya finans krizinin geldiği aşama hakkında neler söyleyebiliriz? ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) ve Avrupa Merkez Bankası’nın bol miktarda para basarak kritik durumdaki bankaları fonlaması geleceğe dönük bir enflasyon riski barındırıyor mu?
İki üç sene sonra enflasyon konusunu daha yoğun konuşacağımızı düşünüyorum. Bunun beraberinde, özellikle gelişmiş ekonomilerde faiz artışları gelecektir. Dolayısıyla global sermaye bu dönemde gelişmekte olan ülkelerden çıkıp gelişmiş ülkelere yönelebilir. Bu sermaye akışı ise, gelişmekte olan ekonomilerde dalgalanmalara yol açabilir. Örneğin kurları oynatır. Kurlar değişirse dış ticaret dengeleri değişir, enflasyon değişir, büyüme etkilenir. Kısacası, ekonominin sorunları ve üzerinde konuşulacak konular bitmez.
Türkiye krizden özellikle 2008 sonları ile 2009’da yılında ağır biçimde etkilendi. Türkiye’nin yoğun dış finansmana bağlı büyüme modeli dikkate alındığında küresel finans krizinden hangi mekanizmalar yoluyla etkilendi ve 2010-11 döneminde nasıl yeniden yüksek bir büyüme içine girebildi?
Türkiye krizden üç kanalla etkilendi; psikolojik, dış ticaret ve finansman. Kriz dönemindeki psikolojik etki, global belirsizlikten ve Türkiye’ye olan etkilerin kestirilememesinden kaynaklandı. Ticarette çek-senet ve vadeli alışveriş durma noktasına geldi. İşyerleri üretimlerini kıstı, çoğu şirket işçi çıkardı. 2007 ve 2008’deki ekonomik daralma ve işsizlikteki artış rakamlarından bu etki çok rahat görülebiliyor.
İkincisi, Avrupa ve ABD’de bir kriz varken bu pazarlara yapılan ihracat etkilendi. O yüzden Türkiye’deki ihracatçılar alternatif pazarlara yöneldi. Örneğin, Afrika ve Ortadoğu’yla yapılan ticarette önemli artışlar görüldü. Ancak halen daha Türkiye’nin dış ticaretinin yarısı Avrupa ülkeleriyle yapılıyor. Avrupa’da kısa vadede önemli bir büyüme beklentisi olmadığından bu kanalda kısa vadede hızlı bir iyileşme mümkün görülmüyor. Üstelik Suriye ve İran’la yapılan veya bu ülkeler üzerinden yapılan, ihracatta da sorunlar görülmeye başlandı. Dolayısıyla dış ticaret etkisi halen daha devam ediyor.
Üçüncü etki finansman kanalları üzerinden oldu. Türkiye’deki bankalar genellikle yurtdışından borçlanıp yurtiçinde kredi açarlar. Kriz öncesinde hatırlarsanız 10-12 yıl vadeli gayrimenkul kredisi kampanyaları yapılıyordu. Bankaların bu kadar uzun vadeli kredi verebilmesi için bu kadar uzun vadede finansman sağlayacaklarından emin olmaları gerekiyor. Türkiye’de ise bankaların en önemli fon kaynağı olan mevduatın ortalama vadesi 3 ay. Normal şartlarda 3 aylık dönemlerle borçlanıp 10 yıllık borç vermeyi göze almanız pek mümkün değil. Ancak yurtdışından uzun vadeli kredi sağlarsanız, uzun vadeli kredi vermeye de cesaret edebilirsiniz. Kısacası, yurtdışından sağlanan borçlanma Türkiye’deki bankalar için önemli bir kaynak. Ancak kriz esnasında ABD ve Avrupa’daki bankalar birbirlerine bile borç vermekten çekinirken Türkiye’deki bankalara kredi açmak istemiyorlardı. Dolayısıyla o kanalda bir daralma oldu. Ancak 2008 ve sonrasında Türkiye’deki bankaların riskinin başlarda algılandığı gibi olmadığı görüldükçe bu kanallar açılmaya başladı. Şu an Türkiye’deki bankaların bir borçlanma sorunu yok. Fakat genel olarak Avrupa’da piyasaya verilen likiditenin tam olarak krediye dönüşmediğini görüyoruz. Bu da, oradaki büyümeyi kısıtlayan bir etken.
Burada global krizin Türkiye’deki bankalar üzerindeki etkisinin Avrupa bankalarından farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Avrupa’daki bankalar birkaç yönden sıkıntıya düştüler. Birincisi, ellerinde riskli tahviller veya çeşitli finansal araçlar vardı. Yani sahip oldukları bu varlıkların değeri düştü. İkincisi, halk bankalardan paralarını çekmek istedi. Bankalar bunu karşılamak için varlıklarını sattılar. Dolayısıyla ellerindeki diğer varlıkların da değeri düştü ve borçlarını (mevduatı) beklediklerinden daha erken ödemek zorunda kaldılar. Üçüncüsü, diğer kanallardan borçlanma imkânı kalmadı. Örneğin başka bir bankadan borç alıp halka olan borçlar ödenebilirdi. Ama diğer bankalar da birbirlerine borç vermek istemiyordu. Ayrıca, ABD ve Avrupa’daki hükümetler de krizin büyüklüğünü ilk başta tam olarak algılayamadıkları için müdahale etmekte geç kaldılar.
Türkiye’deki bankalarda ise bu riskli ürünler yoktu. Dolayısıyla varlıklarının kalitesi daha yüksekti. Bankaların sahip oldukları varlıkların hızla erimesi gibi bir durum Türkiye’de yaşanmadı. Bu yüzden de krizi nispeten az hasarla atlattık ve ardından toparlanma daha çabuk geldi. Bizdeki 2001 krizinin ardından yapılan düzenlemelerin rolünü de unutmamak gerekiyor. 2007’de Türkiye bir krize girmediyse, bu, 2001 krizinin ardından yapılanların sayesindedir.
Halihazırda küresel kriz Türkiye ekonomisi açısından hangi risk potansiyellerini barındırıyor? Bazı yorumcular, ABD Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası bol miktarda likidite yarattığı ve Türkiye’de de faiz oranları nispeten yüksek olduğu için, küresel krizde olağanüstü bir kötüleşme olmadığı takdirde Türkiye’nin her zaman dış finansman bulacağını öngörüyor. Birincisi, bu değerlendirmeye katılıyor musun? İkincisi, eğer katılıyorsan, dış finansman bulsa bile Türkiye’nin izlediği büyüme modelinin ne denli sürdürülebilir olduğunu düşünüyorsun?
Yukarıdaki değerlendirmeye katılıyorum. Türkiye’deki bankalar krizde dayanıklılığını ispatladı. Dolayısıyla yurtdışından finansman bulmakta zorlanacaklarını düşünmüyorum. Ancak, birkaç sene sonra ABD ve Avrupa’da beklediğimiz faiz artırımları gelirse, finansman maliyetleri artacaktır. Belki daha da önemlisi, gelişmiş ülkelere bir miktar sermaye geri dönüşü olacaktır. O akımlar esnasında gelişmekte olan ülkelerin kurlarında oynamalar görebiliriz.
Türkiye’deki büyüme modelinin sürdürülebilirliği konusunda kısa ve orta vadede iyimserim. Ancak riskleri de hatırlatmak gerekiyor. Bence öncelikli sorun işsizlik ve nitelikli işgücü eksikliği. Bir yandan yüksek bir işsizlik var ki bu tüketimi ve büyümeyi olumsuz etkiliyor; öte yandan işletmelerin ihtiyacı olan nitelikli işgücü bulamadıklarına ilişkin yorumlar okuyoruz. Eğitim öncelikli sorunumuz. Çünkü daha donanımlı nesiller yetiştirmeyi başarabilirsek hem iş verimliliğini artırabiliriz, hem de bu insanların kendi işlerini kurup yaratıcı girişimcilere dönüşmesi sağlanabilir.
Dönüşümden şunu kast ediyorum. Türkiye, 1980’lere kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumuydu. 1980’lerden sonra tekstil, plastik, çimento gibi düşük teknolojili sanayi üretimine geçmeyi başardı. 2000’lerden itibaren ise beyaz eşya, otomotiv gibi orta teknolojili ürünlerin ülkemizde üretildiğini görmeye başladık. Şimdi ise bilgisayar, cep telefonu gibi ileri teknoloji alanlarına geçmemiz gerekiyor. Bu dönüşüm de “icat” yapacak, teknolojik ürünleri geliştirecek eğitimli nesillerle sağlanabilir.
Örneğin bugün iPhone, 6 farklı ülkede üretilen parçaların ve yazılımların Çin’de ve Tayvan’da birleştirilmesiyle yapılıyor. 500 $’lık bir iPhone’un üretim maliyeti yaklaşık 200 $’a geliyor. 300 $ ise üretim yapmayan, ancak tasarımı ve markayı geliştiren ABD’li Apple firmasına kalıyor. Yüksek teknolojili ürünler böyle bir katma değer sağlıyor. Üstelik ülkedeki teknolojik bilgi birikimine katkısı ve yaratıcılığı teşvik etmesi gibi maddi olmayan katkıları da var. Dolayısıyla, mevcut büyüme modelimizin sürdürülebilirliği tartışılabilir. Bir noktada dışsal gelişmelerle büyümemizin tıkanacağı ya da dalgalanacağı düşünülebilir. Ancak yüksek teknolojiye geçiş yönünde bir hamle başarılabilirse, o zaman büyümenin sürdürülebilirliğigibi bir sorunumuz kalmaz.
Türkiye’de ekonomi çok daralmadığı müddetçe ABD’de yaşanana benzer şekilde hanehalklarının harcanabilir gelirleri/borçlanma düzeyleri/tasarruf oranlarından kaynaklı bir kriz riski görüyor musun? Senin de bildiğin gibi Türkiye’de hanehalklarının tasarruf oranı giderek düşüyor. Örneğin TÜİK 2010 Hanehalkı Bütçe Anketi’ne göre hanehalklarının ortalama tasarruf oranı yüzde 7,3’e inmiş durumda. Yine Kasım 2011 tarihli TCMB Finansal İstikrar Raporu’na göre, Eylül 2011 itibariyle hanehalkları kazandıkları 100 TL gelire karşılık, ortalama 44,5 TL borçlu durumdalar. Türkiye’nin 2012’de ılımlı bir büyüme göstereceği ve tüketici kredilerinde bir daralma olsa bile bunun çok dramatik boyutlarda olmayacağı tahminleri göz önüne alındığında, hanehalklarının gelirlerine göre tüketimlerinin giderek arttığı bir durumda borçlanma-kredi kullanma temelli bir büyüme hangi finansal riskleri barındırıyor?
Hangi açıdan bakarsanız bakın, Türkiye’de tasarruf oranlarının düştüğü ve borçluluğun arttığı görülür. Hem halkımız kendi gelirlerinin daha az bir kısmını biriktiriyor hem de borçlanarak tüketime yöneliyor. Ancak, gelişmiş ülkelere bakarsak, bizdeki borçluluğun çok yüksek seviyelerde olmadığı görülür. Örneğin Avrupa Birliği’nde hanehalkı borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı e’lerde, ABD’de