Son dönemlerde referanduma ve anayasa değişikliğine ilişkin tartışmalarda ortaya çıkan ilginç bir olgu ‘evet’ ya da ‘hayır’ taraflarından kimsenin ‘boykot’u anlamaması ya da bazılarının iyi ihtimalle boykotu sadece Kürtler için anlamlı bulması. İktidar çevrelerinin her iki tarafında da (AKP karşısında CHP-MHP) ise boykotçuları öteki tarafla işbirliği halinde gösterme eğilimi mevcut. Hatta kimi durumlarda ‘utangaç evet’ ya da ‘utangaç hayır’ olmakla suçlanan boykot tavrı ve öznesi Kürtler her fırsatta ana-akım partiler aracılığıyla sandığa davet ediliyor. İşin ilginç tarafı Kürtlerle işbirliği içinde görünmek istemeyen partilerin, BDP’yi sürekli olarak karşıt tarafta konumlamaları, böylece AKP’nin CHP ve MHP’yi “teröristleştirmesi”, CHP ve MHP’nin de AKP için aynı çabayı göstermeleri.

Burada her ne kadar BDP’nin ‘boykot’ tavrının ciddiye alınmadığı iddia edilse de AKP’nin boykottan çekindiği ve olası bir yüksek boykot katılımının bu partiyi korkuttuğu AKP’nin ve muhafazakar medyanın son dönem politik manevralarından açıkça okunuyor. Son dönem pazarlık çabaları, Zaman’da BDP’nin halkı tehdit ettiği ile ilgili haberler, Taraf’ın ısrarla BDP’nin tavrını Erdoğan’ın iki dudağının arasına yerleştirme çabası boykotun aslında ciddiye alınmıyormuş gibi davranılsa da ciddiye alındığını ve iktidar partisinde önemli bir korkunun baş gösterdiğinin kanıtları.

Zaten kimsenin birbirini anlamaya pek de niyetinin olmadığı muhalif çevrelerde ise durum biraz daha karmaşık ancak bir o kadar da ironik. AKP ile CHP-MHP hattında yaratılan kutuplaşma her ne kadar daha ince terimlerle ifade edilse de ciddi bir karşılık bulmuş durumda. Referandumun olmazsa olmazları ise muhalif sitelerdeki bilgilendirme, fikir, tartışma gibi meselelerle ilişkisini tamamen kaybetmiş ve kamplaşma biçiminde taraflaşmış yazılar. Kendini muhalefette ya da solda konumlayan birçok yazarın ortaya koyduğu tablo ve tartışma biçimleri Erdoğan- Bahçeli- Kılıçdaroğlu salvolarından pek de farklı değil.

Sanal ortamda ve birçok muhalif sitede yapılan tartışmalar aslında iktidarın dilinin ne kadar belirleyici olduğunun kanıtı. İktidar tarafından dayatılan gündem bizi gündelik siyasi dertlerimizden ve dilimizden uzaklaştırıp yerine ‘yüksek siyaset’in dilini nasıl ikame ediyor. Ancak bu tartışmalar ve taraflaşmalar detaylıca okunduğunda bize referandum süreci hakkında ciddi veriler sunabilir. Bu yazının temel amacı gündelik hayatta deneyimlediğimiz toplumsal eşistsizliklerin ve adaletsizliklerin temel eksenlerini (Kürt sorunu, sınıfsal sömürü, toplumsal cinsiyet ilişkileri, vs.) hatırlatıp özellikle muhalif çevrelerde karşılık bulan “evet-hayır” ayrımı yerine alternatif bir siyasal tahayyül ve taktik olan boykotu değerlendirmek. Muhaliflerin, solcuların, Kürtlerin ve liberal solun tavırları, anayasa değişikliğine ilişkin ortaklaşılan ve ayrışılan noktaları değerlendirmeye çalışarak son derece kutuplaşmış bir siyasi ortamda boykotun siyasal anlamları üzerinde durmaya çalışacağım.

Referandumun siyasi bir analizini yapabilmek için öncelikle yoruma son derece açık olan ve nihai anlamlarını tarihsel süreçler içinde alan hukuk maddeleri kadar tarihsel sosyal ve siyasal süreçler hakkında fikir yürütmek de önemlidir. Yani birçok ‘yetmez ama evet’ taraftarının iddialarının aksine AKP’nin ne yaptığı, bunun dünyadaki politik durum ve Türkiye şartlarında nereye oturduğu, birçok süs maddenin yanında yargı değişikliklerine atfedilen özel önem gibi konular hiçbir şekilde tartışma dışında kalmamalıdır, öteki türlüsü metin analizine girer ki, onun için hukuktan ve anayasadan daha müsait konular bulmak mümkündür.

Bu noktada ilginç olan bir durum, ‘yetmez ama evet’ ve ‘sosyalist hayır’ kamplarındaki yazarların anayasa değişikliklerini yorumlarken hukuksal olgulara dayanarak anayasanın neden kabul edilmesi ya da reddedilmesi gerektiğini ‘kanıtlıyor’ oluşlarıdır. Mesela Ümit Kardaş “Anayasa'nın 41. maddesinde değişiklik yapılarak çocukların aileyle ilişkileri bağlamındaki hakları belirtilmiş, devlete çocukları her türlü istismara karşı koruma görevi verilmiştir” [1] değişikliğini yorumlarken bunun sosyal devlet yönünde atılabilecek olumlu hatta gerekli bir adım olduğunu belirtiyor. Tarihsellikten ve mevcut uygulamalardan bağımsız düşünülüp, formel anlamda bakılınca madde sahiden de pek problemli gözükmüyor.

Ancak Türkiye’de yaşayan ve 2006 Diyarbakır Mart olaylarından bu yana medyayı takip eden herhangi bir yurttaş bu madde değişikliğinin Türkiye’nin ‘olağan koşullarında’ ne sonuçlara yol açacağını tahmin edebilir. Valiler ya da işgüzar devlet görevlilerinin bu maddeyle ilgili yorumu, taş atan çocukları ‘ailelerinden kurtarıp’, devlet babanın taciz ve tecavüzleriyle ünlü kollarına bırakmak olabilir. [2] Bunun sonuçları çocukların taş atmasına sebep olan tarihsel ve materyal koşulların ve sorunların görünmez kılınması, çocukların ve ailelerinin politik öznelliklerinin hiçe sayılarak ötekileştirilmeleri ve toplu halde şiddete maruz bırakılmalarıdır. Öteki yandan da çocukların hayatlarında yeni bir kabus perdesinin açılacağını bilmek için devletin bu konudaki geçmiş pratiklerine bakmak yeterlidir.

Hukuk alanında yapılacak, uygulamadan ve siyasal süreçlerden bağımsız bir akıl yürütme fikri en basit ifadeyle apolitik olmak durumundadır. Böyle bir tavır hukukun kendisini –sanki hukuk tarafsızmış gibi- gereğinden fazla ciddiye almak olacaktır. Formel biçiminden tamamen bağımsız olmasa da hukuki alan temel olarak tarihsel politik süreçler içerisinde inşa edilir. Hukukun hangi uca çekilebileceğini ve hangi yorumların haklılık kazanacağını belirleyen de egemenlik ilişkileri ve siyasal alandır. Yapılış sürecinde şiddetin bu ülkenin halkları tarafından fazlasıyla deneyimlendiği, generallerin yasayı ihlal ederek ve çiğneyerek yasanın kendisini yeniden tanımladığı 12 Eylül Darbe Anayasa’sına sahip bir ülke olan Türkiye’de nasıl olup da tartışmalardaki ‘galibiyetlerin’ şekilci hukuk tartışmalarıyla alınmaya çalıştığı ibret vericidir.

Öte yandan bu körler sağırlar çatışması içerisinden duyabildiğimiz seslerden anlamlı bir bütün oluşturma şansı da mümkün gözüküyor. Ümit Kardaş’ın “Neden yetmez, neden evet?” yazısının yetmez kısmında andığı “Sivil bir anayasa ihtiyacı, farklı etnik, dinsel ve mezhepsel grupların ihtiyaçları, hukuk güvenliği ve adil yargılanma ihtiyacı” gibi maddeler ile sosyalist hayırcıların ya da BDP’nin ve birçok muhalif düşünürün / aydının boykot gerekçeleri birbiriyle şaşırtıcı derecede uyumludur ve bence ortak bir siyasal hareketin ipuçlarını taşımaktadırlar. Tabi ki ayrışılan noktalardaki yapıcı diyaloglar da böylesi bir ortak siyasal tavrın güçlenmesini sağlayacaktır.

Bu eleştirilere göre,

- AKP hiçbir siyasi partiye, sendikalara, baro ve meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kurumlarına danışmadan ''ben yaptım oldu'' zihniyetiyle yaklaşık 30 maddeden oluşan bir paketi yurttaşlara dayatmıştır. [3]

- Bu anayasa paketinin bir bütün olarak oylamaya sunulması, hükümetin despot tavrının bir uzantısıdır ve 12 Eylül Anayasasının oylanma biçiminden çok farklı değildir. [4]

- Önerilerle ortaya çıkan anayasa HSYK'nın, MGK'nın, YAŞ'ın ve 12 Eylül ürünü olan YÖK'ün yerinde durduğunu, ne idüğü belirsiz, grev hakkı olmayan bir toplu sözleşme lafıyla emekçilerin kandırılmaya çalışıldığı bir anayasadır. [5]

- Ülkenin eşit yurttaşları olan Kürtler bu pakette de yok sayılmıştır.

- Her alanda ayrımcılığa uğrayan, toplumsal dışlanmaya ve nefret cinayetlerine maruz kalan lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellerin varlıklarının ve hakları da bu anayasa paketinde göndeme getirilmemiştir.  [6]

- Seçim barajının yüzde on gibi temsil gücünü tamamen saptıran bir uygulamanın varlığında oluşan bir meclisin meşruiyeti sorunludur.

- Muhalefet muktedirlerin dayattığı bir anayasadansa toplum tarafından katılımcı süreçlerde inşa edilecek bir anayasa için var gücüyle mücadele etmelidir.

Bütün bunlar gerek ‘yetmez ama evet’, gerek ‘boykot’ gerek de ‘sosyalist hayır’ cephesinin temel argümanları arasındadır. Şüphe yok ki anayasaya ve hükümete yapılan eleştiriler ve katılımcı-demokratik anayasa fikri bu çevrelerde ortak olsa da muhalif grupların yol haritaları taktiksel olarak epeyce farklılaşmış. Siyasal tavır farklıları ve stratejiler kadar anayasa değişikliklerine dair yapılan eleştirilerdeki farklılıklar da bu yol haritalarını etkilemiştir. Muhalefet içinde kamplaşmış gruplar içerisindeki iki fikrin bu bağlamda atlanamayacak kadar önemli olduğunu düşünüyorum.

1. ‘Yetmez ama Evet’çilerin vurguladığı gibi bu referandumda verilecek bir ‘Hayır’ kaçınılmaz olarak ülkedeki CHP-MHP ve 12 Eylül darbecileri hattındaki ulusalcı cenahın elini güçlendirecektir. Yani çok da olası değilse de referandumdaki bir ‘Hayır’ sonucu 12 Eylül’e Evet demek olacaktır. Burada ‘hayırcı’ bazı sosyalist grupların kurgusu olan bir sosyalizm zaferi ise günümüz koşullarında en basitinden komik kaçmaktadır. [7]

2. Ancak sosyalist-radikal sol grupların ‘hayır’ının ve BDP’nin boykotunun içerdiği neo-liberal politikalara ve emek sömürüsünün artmasına karşı bir duruş da birçok ‘yetmez ama evet’çinin gündemine pek de gelemeyen emek sömürüsü, neo-liberal kuşatma konularında bir uyarı niteliğindedir. Bu bağlamda ‘hayır’a göre halen daha anlamlı bulduğum ‘yetmez ama evet’ hattının incelikli bir eleştirisi de önemli bir noktada durmaktadır.

Bugünlerde özellikle de liberal hegemonyanın yoğunlaşmasıyla ‘yetmez ama evetçiler’de ortaya çıkan bir bakış var. Ceberrut devlet ve karşısında da demokratik değişim şeklinde özetlenebilecek bir paradigma bu. Türkiye’de CHP ve MHP tarafından temsil edilen devletçi-ulusalcı-ırkçı geleneğin gücü ve yaşattığı tarihsel dramlar düşünüldüğünde temelsiz bir yaklaşım değil bu. Ancak burada gözden kaçan nokta ise, muhtemelen anayasa değişikliği önerenlerle, sünnetten-çükten bir hayatı tepemize örmek isteyen Cemil Çiçeklerin, Hrant Dink'e Nazi diyenlerin sanıldığı kadar da ayrı insanlar olmayabileceği gerçeği. Yani AKP ile geçmiş devlet geleneğindeki kopuşları vurgulamak kadar eski tip milliyetçiliklerin yeni neo-liberal görüntüleri altında tekrar sahneye çıkışlarındaki devamlılığı vurgulamak da karşımızda tarihsel bir ödev olarak durmaktadır. [8]

Bu bağlamda ceberrut devlet geleneğine karşı demokratik-liberal AKP fikrini böyle bir gerici-ilerici zıtlığı içerisinden incelemek çok da anlamlı değildir. Devlet hiç bir zaman monolitik ve homojen bir kategori ya da aygıt olmamıştır. Farklı grupların çıkarları daima çatışma içinde olmuştur ancak bu çatışmalardan ortaya çıkan hiç de öyle sanıldığı gibi demokrasi olmaz. Burada muhaliflere düşen görev bu çatışmalarda özgürlükler ve haklar alanını genişletmektir, herhangi bir taraftan medet ummak değil.

Sonuç

Boykotçu, hayırcı ya da ‘yetmez ama evet’çi muhalif grupların anayasa değişikliklerine ve referanduma ilişkin temel ortak eleştirileri ile birbirlerine yönelttikleri haklı eleştirilerle (1) ve (2) yola devam edildiğinde ‘hayır’ ve ‘yetmez ama evet’ fikirlerine katılmak zorlaşmaktadır.

Hukuki olmaya fazlasıyla zorlanan bir tartışma zemini [9] ve gittikçe kamplaşan referandum sürecinde, büyük tarafların belli olduğu ve her iki tarafın da fazlasıyla kirli olduğu bir ortamda iki tarafı da boykot etmek felsefi ya da siyasi açıdan da en doğru olan tutumdur. Evet birçoklarının dediği gibi bu bir taraf olmak anlamına gelir, ki bunda yanlış olan hiç birşey yoktur. Ancak unutmamak gerekir ki, bu taraf Kürtler, emekçiler, solcular, feministler, çevreciler ve daha farklı birçok muhalif grup tarafından büyütülebildiği ölçüde anlamlı olacaktır. Boykot cephesi güçlendirilip önemli bir sivil itaatsizlik alanı haline getirildikçe ciddi bir siyasal ve hukuki söz söyleme imkanına kavuşur. Unutmamak gerekir ki bu da sadece Kürtlerin, BDP’nin, ya da bölgenin sorunu değildir. [10]

Anayasa tartışmanın ekseninde radikal bir kayma yaratmaksızın, 'yetmez ama evet' ya da  ‘sosyalist hayır' demenin siyaseten bir anlamı olmayacağı düşüncesindeyim. Oylarda ‘yetmez’ ya da ‘sosyalist’ damgasının çıkmadığı bir seçimde muktedirlerin önerdiği taraflar ‘evet’ ve ‘hayır’dır. Her iki durumda da Türkiye halklarının ve ezilenlerin berbat bir anayasa ve bir başka bahara kalan anayasa umutlarıyla ellerinin boş kalacağını düşünüyorum. Böyle bir radikal kırılma da ancak çatışan iki iktidar bloğuna örtülü ya da yetmezli destek vererek değil, bu çatışmanın kendisine taraf olmayarak, iktidarı ciddiye almayan ve tabandan konuşan bir biçimde mümkün olacaktır. Birçok çevre tarafından dile getirilen katılımcı demokratik anayasanın temelleri ancak böyle bir karşı çıkışla atılabilir. Ve bizler ancak bu şekilde gündelik hayatımızı çok ciddi bir şekilde etkileyen birçok gerçek zıtlıklar ve çelişkilerin saklanmasına hizmet eden yapay kamplaşmaların ötesine geçebilir, kendi dilimizi inşa ederek muktedirin dilini yıkabiliriz.

Notlar

[1] Ümit Kardaş, “Neden yetmez, neden evet?”, Zaman Gazetesi, 24-25 Temmuz 2010 http://bianet.org/bianet/siyaset/124357-neden-yetmez-neden-evet

[2] Bu konuda tartışmanın gidebeliceği tek hat sadece TMK mağduru çocuklar değildir. Sosyal devlet olmanın ve bu tartışmaların Türkiye’deki anlamları üzerine düşünmek için sosyal hizmet kurumlarında son senelerde yaşanan işkence, taciz ve tecavüz vakalarını hatırlamak yeterlidir.

[3] Noyan Özkan, “15 Soruda Anayasa Paketi ve Hayır”, Bianet, 24 Ağustos 2010 http://bianet.org/bianet/siyaset/124356-15-soruda-anayasa-paketi-ve-hayir

[4] Hayri Kozanoğlu, “Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabim”, Birgün Gazetesi, 8 Ağustos 2010. http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1281266512&year=2010&month=08&day=08

[5] Tolga Tören, “Referandum Sürecinde Sosyalistler: "Hayır"-"Boykot"?”, Bianet, 24 Ağustos 2010 http://bianet.org/bianet/siyaset/124355-referandum-surecinde-sosyalistler-hayir-boykot

[6] Yasemin Öz, Ayrımcılık Ve Eşitsizliğin Kanıtı: Anayasa Taslağı, Feminist Yaklaşımlar 11, Haziran 2010 http://www.feministyaklasimlar.org

[7] Ergin Yıldızoğlu, “Referandum sürecinin getirdikleri...”, Sendika.org, 26 Ağustos 2010 http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32321

[8] Bu bağlamda Arat Dinki’in yazısı deneyimden yola çıkarak çok şey söylemektedir. http://www.taraf.com.tr/haber/devlet-kendine-yakisani-yapmistir.htm

[9] Daha önce de belirttiğim üzere bu konuda hukukun kendisi tamamen devre dışı bırakmak ya da madderlerin anlamlarını tamamen boşlamak da son derece yersiz olacaktır. Bu konudaki farklı çerçevelerden değerli hukuki değerlendirmeler için bkz.

Hülya Gülbahar ile Söyleşi, ANAYASA TARTIŞMALARI ÜZERİNE, Feminist Yaklaşımlar 11, Haziran 2010 http://www.feministyaklasimlar.org

Taylan Doğan, Referandum Yaklaşırken: “Yetmez, Ama Evet” ve “Boykot” Üzerine, Kültürel Çoğulcu Gündem, 30 Ağustos 2010http://www.kulturelcogulcugundem.com/news.php?nid=13264

Osman Can, Darbe Yargısının Sonu: Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş Yayınları, 2010.

Noyan Özkan, “15 Soruda Anayasa Paketi ve Hayır”, Bianet, 24 Ağustos 2010 http://bianet.org/bianet/siyaset/124356-15-soruda-anayasa-paketi-ve-hayir

Ümit Kardaş, “Neden yetmez, neden evet?”, Zaman Gazetesi, 24-25 Temmuz 2010 http://bianet.org/bianet/siyaset/124357-neden-yetmez-neden-evet

[10] Bu konuda ufuk açıcı iki yazı ve kampanya metni için,

Yıldırım Türker, “Evet! Boykot!”, Radikal, 23 Ağustos 2010