22 Nisan tarihli yazımda, şu sıralar Meclis’te ikinci tur oylamasına geçilen AKP’nin hazırladığı anayasa değişikliği paketinin önemli gördüğüm bazı maddelerini ayrıntılı olarak ele almıştım. Ardından da şu soruyu sormuştum: Kürt bölgesinde yaşananlar, özellikle derin devletin yeniden faaliyete hız verdiğini gösteren örnekler bu epeyce aşamalı, AKP-merkezli demokratikleşme programına ne kadar şans tanıyacak?

Yazımın bu ikinci bölümünde yukarıdaki soruyu biraz daha etraflıca ele almaya çalışacağım.

A. Öcalan’ın yakalandığı, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusunun kabul edildiği ve sınırlı düzeyde de olsa AB üyeliği doğrultusunda bir reform programının izlenmeye çalışıldığı 1999-2000 yıllarından bu yana Türkiye’de olan biteni belki şöyle özetleyebiliriz: Askeri vesayet rejimi belirleyici konumunu korudu ve demokratikleşme alanındaki reformlar iki ileri bir geri (hatta 2005 yılından itibaren bir ileri iki geri) temposuyla neredeyse yerinde saydı. Askeri vesayet rejiminin temel parametrelerini koruma ve iktidarı AKP ile paylaşmama konusundaki direnci öyle bir noktaya vardı ki, iç ve dış dinamikler sonucunda boşa çıkan darbe girişimlerinin ardından AKP siyasi partilerin kapatılması ve yüksek yargı organlarının bileşimi konusunda ileri denebilecek adımlar atmak zorunda kaldı. Yoksa şu veya bu düzeyde bir reform programını hayata geçirmek artık neredeyse imkânsız hale gelmişti.

Fakat, 90’lı yıllardaki düşük yoğunluklu savaş ortamını bir yana bırakılım, 2000’li yıllardaki bu kaplumbağa adımlı demokratikleşme Kürt sorunu dediğimiz alanda geriye oldukça olumsuz bir bakiye bıraktı. Uluslararası güçlerin önce “PKK’siz çözüm”, ardından da “PKK’yi etkisi sınırlı bir aktör haline getirerek çözüm” politikasının AKP tarafından benimsenerek sürdürülmesi, Türk halkının önemli bir kesiminde varlığını sürdüren aşırı milliyetçi ve ırkçı eğilimlerin marjinalize edilmesine imkân tanımadı. Sonuçta bu aşırı milliyetçi ve ırkçı eğilimler dönüp reform programını vurdu ve “açılım”ın mimarı durumundaki AKP’ye oy kaybettirdi. AKP de seçime kadar açılım politikasını rafa kaldırmak zorunda kaldı.

PKK’yi askeri yöntemlerle, Avrupa’daki ekonomik ve kurumsal gücünü kırarak, Türkiye içindeki sivil siyasi yapılanmasını tasfiye ederek ve çocukların hapse atılması başta olmak üzere binlerce hak ihlaliyle PKK’yi destekleyen Kürt halkına gözdağı vererek zayıflatma politikası, bir reform programı açısından hiç de iç açıcı olmayan sonuçlar doğurdu: Yukarıda değindiğim gibi, Türk halkına dönük değişen dozlardaki şoven propaganda mecburen sürdürüldü. Savaş Ekonomisi’nin süregitmesine ve sonuçta ortaya çıkan ekonomik yıkıma da mecburen göz yumuldu. Böylece Türkiye görece uzağında olmasına rağmen, “teğet geçmesi” beklenen küresel ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden biri oldu. İşsizlikte artış ve alım gücündeki gerileme öylesine boyutlandı ki tehlikeyi fark eden Tayyip Erdoğan, patronları “emek sömürüsü” yapmakla suçladı. Ekonomik yıkım, beklenen seviyede olmasa da, AKP’ye oy kaybettirmeye ve özellikle kırsal alanda MHP’yi güçlendirmeye devam ediyor.

Fakat PKK’yi pazarlık yapabilecek bağımsız bir siyasi aktör olmaktan çıkarma politikası bundan daha kötü sonuçlara da yol açtı. Geçen yıl Nisan ayından bu yana PKK’nin sürdürdüğü ateşkes elbette sonsuza kadar devam edemezdi. Türkiye-İran-Irak sınırına yeni karakollar ve devasa bir askeri yığınakla âdeta tampon bölge kuran TSK’nın fırsatını bulursa sınır ötesi bir operasyonu da gözüne kestirmesi, doğal olarak PKK’nin askeri eylemliliğini artırmasına neden oldu. Ateşkesin yerini karakol baskınları aldı, daha ciddi boyutlarda çatışmalar meydana gelmeye başladı. Sivil alanda ve özellikle metropollerde Kürt halkının büyük bölümünü kuşatabilen bir örgütlenmeden, bunun yanı sıra bir barış hareketinin bileşeni olarak Türk halkına da seslenme imkânından yoksun bulunan PKK’nin Kürtlerin temel taleplerini gündemde tutmak için askeri eylemliliğini artıracağı herkesin malumuydu. Gündemi belirleme gücünü halen önemli ölçüde askeri eylemlilikten alan bir örgüt açısından AKP’yi ve devlet aygıtını diyaloga zorlamak için silahlı eylemleri artırma kararı belki de kendisine bırakılan tek seçenekti.

Peki Batı kaynaklı PKK’yi eritme politikasının sonucu ne oldu? Çatışmaların artması, yüksek yargıda ve anayasal sistemdeki ağırlığı azaltılmaya çalışılan askeri vesayet rejiminin Kürt sorunundaki politika belirleyici gücüne yeniden kavuşmasına müsait bir ortam oluşturuyor. Üstelik daha uzun yıllar yaşamasını sağlayacak enerji kaynağına yeniden kavuşuyor. Bu rejimin en büyük gıdasının, Kürt bölgesinden gelen gencecik bedenler artık olduğunu herkes biliyor.

Batılı güçlerin desteğiyle PKK’yi tasfiye etmeye doğru evrilen açılımın kötü sonuçlarından birisi de, derin devletin yeniden faaliyetlerine hız vermesi ve halklar arası düşmanlığı körükleyici provokasyonlar düzenlemesi oldu. Eski DTP Uşak İl Başkanı Mehmet Kılınç güya “kafasını duvarlara vurarak intihar girişiminde bulundu” ve tahliye edilmesine altı ay kala cezaevinden ölüsü çıktı. Adana’da Azadiya Welat gazetesi dağıtımcısı Metin Alataş bir portakal ağacına asılı bulundu. Giresun ve Gümüşhane’de hidroelektrik santrallerinin yapımında çalışan Kürt işçiler linç edilmeye çalışıldı. Birçoğu hastanelik oldu. Samsun’da Ahmet Türk’e yumrukla saldırıldı. Böylece hem Kürt Hareketi’nin bölgeyle sınırlı kalmasını hem de Kürtlerin daha büyük baskılara “gerekçe” oluşturmak üzere misillemede bulunmasını amaçlayan bir dizi provokasyon tam da anayasa değişikliği tartışmalarının yapıldığı günlerde hayata geçti. Başbakan Tayyip Erdoğan, Ahmet Türk’e yapılan saldırının ardındaki amacı hemen fark edip Türk’e geçmiş olsun telefonu açtı. Ama artık görmekten gına getirdiğimiz bu filmin temel kuralı şudur: PKK’yi tasfiye ederek Kürt sorununu çözme çabası, derin devletin eline denetlenebilir bir şiddet ortamı yaratıp Kürt halkını baskı altına alma fırsatını tekrar tekrar vermekte, ayrıca kendi iktidarını da yine yeni yeniden üretmektedir.

Ama Kürt sorununu PKK’nin iyice güçten düşürerek “çözme”yi hedefleyen bu politikanın belki de en kapsamlı sonucu son yıllarda Kürt cephesinde yaşanıyor. Alişan Akpınar, Kültürel Çoğulcu Gündem sitesindeki son yazısında (“Kürt Açılımına Son Nokta Konmuştur. Bundan Sonra Ne Olacak? 23.04.2010) gelecek on yılda Kürt siyasetinin başına 90’lı yıllar boyunca her türlü işkenceye, ölüme tanık olmuş ve yakınlarını kaybetmiş şimdiki Kürt gençlerinin geçeceğini ve devletin Kürt siyasetçileri muhatap almak istese de bile artık karşısında Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Leyla Zana vs. gibi kişileri bulamayacağını dile getiriyor. Bu görüşe katılıyorum. Fakat bölgedeki Kürt halkının çeşitli kesimlerinde bir bütün olarak yaşandığı söylenen zihinsel kopuşun daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bölgeye gidenler, özellikle başarısız kalan açılım sürecinden sonra Kürtlerin umudunun azaldığını, 90’lar ve 2000’lerde yaşananların telafisi çok güç yıkımlar yarattığını ve yine özellikle gençlerin barışçıl mücadele araçlarını ve Türklerle birlikte yaşamayı giderek daha az dert ettiklerini aktarıyorlar.

Bu ağır tablo, ABD ve AB’nin ne kadar güçlü desteğine sahip olursa olsun, AKP’nin yürüttüğü PKK’nin zayıflatılmasıyla ele ele giden bir demokratikleşme programına pek şans tanımıyor. Hatta bu gidişle çanların AKP için çalacağı bile ileri sürülebilir. Bunun alternatifini ise hepimiz biliyoruz: Askeri vesayet destekli bir CHP-MHP koalisyonu.