Bu yazı/analiz ciddi bir soyutlama içeriyor ve kendi düşüncelerimi farklı koşullarda soyutlayarak anlatmaya çalışıyor. Dolayısı ile materyalizm, ikilik, eşzamanlılık vb teorik okumalarla ciddi eleştirilere maruz kalmamak adına, yazının okuyanı kışkırtması, düşüncelerini sorgulaması amacı ile yazıldığını şimdiden belirtmem gerekiyor.
Türkiye’nin içinden geçtiği şu süreçte entelektüellerin içine düştüğü en büyük tuzağın yüksek siyasetin dili ile konuşmak olduğunu düşünüyorum. İçinde yaşadığın alanda beraber yaşadığın çevre ile kendi yaşadığın sorunlar üzerinden fikir yürütmek (eğer yüksek siyaset yapma niyetinde değil isek), işleyen demokrasinin aracı olan yüksek siyaseti de buradan çıkacak dinamiklerle iteklemek en doğru yol olarak görünüyor. Ancak Türkiye’de bu tarz bir fikir yürütmenin ısrarla tercih edilmemesi nedeni ile kısır bir retoriğin içine düşülüyor ve herkes tartışmaları aslında kendi yaşadığı (herkes için farklı) koşullar içinden değerlendirip, karşı tarafın aslında ne dediğini bile dinlemeden, hatta olayın ne olduğunu bile öğrenmeye çalışmadan birbirine karşı bileniyor.
Anayasa Referandumu konusundaki tartışmaların, önce Evet/Hayır ikili ve artık Evet/Hayır/Boykot üçlü denklemine bağlı bir tıkanıklık ve sığlık yaşaması da bu sebepten kaynaklanıyor. O kadar ki artık kimse Anayasa Referandumu bile demiyor, sadece Referandum diyor çünkü olay neyin oylandığının unutulduğu kısır bir “kim denklemin hangi tarafında” noktasına evriliyor. Evet, taraf olmanın gerektiği, safların netleşmesi gerektiği, hatta gerekiyorsa yeni tarafların yaratılması gereken bir zamandayız, ama neyin tarafı olduğumuzu unutacak kadar tarafgirliğe bürünmeden.
Yukarıda önerdiğim şekilde, kendi yaşadığım alan içerisinden, kendi koşullarım üzerinden değerlendirme yapmaya çalıştığımda görülen durum şudur: İstanbul’da, Türkiye’nin genelinden soyutlanmış kendi başına ayrı bir ülke haline gelmiş bir şehirde, orta-sınıf bir hayat sürmekte, ama bir yandan da toplumsal olaylara duyarlı bir çevrenin içerisinde yer almakta olan bir “Türk”üm. Diğer illerde görüştüğüm insanlar da yine orta-sınıf bir çevreden oluşmakta. Bu açıdan baktığımda, AKP hükümeti tarafından var olan statükoya ve devlet sistemine karşı yürütülen mücadelenin belirli adımları (Ergenekon, Balyoz, vs davaları, TSK-sivil hükümet ilişkisi ile ilgili yaşananlar, vb) benim de desteklediğim bir mücadele alanı oluşturuyor. Bu AKP’nin Hrant Dink’in katli gibi bir çok olayda statükonun yürütücülüğünü yaptığı gerçeğini değiştirmemekle beraber, her olayın ayrı değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Hrant için Adalet için yürütmeyi eleştirirken, Açılım girişimi için destekleyip, açılımı devam ettirmediği için de eleştirebiliyorum. Anayasa Referandumu için de benzer bir durum geçerli. Yapılmak istenen değişikliklerin -bazıları tarafından ehveni-şer olarak da değerlendirilse- desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü İstanbul’da yaşayan bir “Türk” olarak, Anayasa’nın bu maddelerinin önerilen şekilde değişmesi benim hayatımı daha demokratik yönde değiştirecektir. Tek tek maddeler üzerinden bunun değerlendirmesi birçok hukukçunun beyanlarında mevcut. Osman Can’ın bu konudaki değerlendirmeleri objektif ve tutarlı, salt AKP tarafgiri olmayan yorumlar içeriyor ve paketin eksikleri ile beraber ne anlama geldiğini gayet iyi tarif ediyor. Karşılaştığım aksi hukukçu görüşleri de mevcut ancak neredeyse hepsi sonunda olayı AKP’ye bağlıyor ve tekrar yüksek siyasetinin alanına giriyor. Yani bu noktadan bakınca ben “yetmez ama, evet” diyorum. Evet “yetmez”, bir çok şey eksik “ama evet” çünkü yol açıyor, görece iyi, ve küçük de olsa bir adım atılıyor. Üstelik 2-3 madde bugüne kadar anayasaya aykırı olacağı için yapılamayacak yeni anayasa ve kanun değişiklikleri için zemin sağlamış oluyor. Sırf bu açıdan bakınca rasyonel mantık bu noktaya çıkıyor ama iş bununla bitmiyor tabi.
Gelelim yine kendi bulunduğu noktadan bu değişikliklere “hayır” diyenlere. Onların bu görüşünün sebebini de anlıyorum. Bir kısmı, inandıkları görüşler çerçevesinde bugüne kadar sorunsuz işlediklerini düşündükleri sistemin değişmesini istemiyorlar. Çünkü demokrasi değil, statükonun yani alıştıkları sistemin devamını istemekteler. Ailemin de içinde bulunduğu bu kesim, kendi istedikleri adayı seçtiğinde demokratik olduğunu düşündükleri sistemin anti-demokratik olduğunu veya anayasaya aykırı olduğunu ancak aynı sistem karşı oldukları adayı seçtiğinde fark etmekte ya da iddia etmekte. Kendi istediği iktidarın sonuna kadar kullandığı yetkilerin aşırı olduğunu, ancak “karşı” tarafın eline geçtiğinde fark etmekte ya da iddia etmekte. Bu da açıkça, bugüne kadar karşılaşmadığı, çünkü sistemin susturduğu dinamiklerin şimdi karşısına bugüne kadar görülmeyen şekilde talepler ile çıkması ile şaşkınlığa/hüsrana bürünen ve sosyal faşizmin çevrelediği insanların durumundan ibaret. Bu görüşlerin hepsinin ideolojik sebepleri olduğu ve yüksek siyaset tarafından yaratılan korku toplumunun sonucu olduğunu da bilmek gerekiyor. Ancak, entelektüellerin ısrarla yukarıda bahsettiğim gibi kendi bulunduğu yerden değil de, yüksek siyasetin dili ile yukarıdan konuşmaları, “hayır” cephesinin organik-entelektüellerinin de bile-isteye bu dili kullanmaları nedeni ile kimse bu insanların neden anayasa maddelerini tartışma konusu yapmadığını düşünmüyor. Sadece farklı saiklerle anayasa referandumuna değil ama başka şeylere hayır demeleri isteniyor ve onlar da zaten ona hayır diyorlar. Bir kısım “hayır”cı ise, bu maddelerin (meclis muhalefetinin iddia ettiği gibi) AKP’nin devleti (yargıyı) ele geçirme hamlesi olarak görüyor. Yargı bağımsızlığının, güçler ayrılığının ihlal edildiğini düşünüyor. Hatta abartıp Fazıl Say gibi Tayyip Erdoğan’ı bale izlemediği için cahillik ile suçlayan, şeriatı getireceğinden endişe eden ve bu nedenle AKP’ye, dolayısı ile Anayasa Referandumu’na “hayır” diyenler de var. Konuyu salt hukuki boyuttan bile ele alsak, hükümete paketteki ilgili madde nedeni ile cephe alan HSYK’nın son yaptığı açıklamada da “hayır” gerekçesi olarak öne sürdüğü gibi, yeni getirilen maddeler daha köklü demokrasilerde işlemesi gereken sisteme daha yakın bir sistemi getiriyor. HSYK Türkiye demokrasisini genç ve yeni olarak gördüğü için buna hazır olunmadığı ve suiistimal edileceği görüşünde. Bu görüşe ve “boykot” edeceklerin de sıklıkla dile getirdiği "AKP kendi sivil vesayetini kuruyor" görüşüne dair tek bir cevap yeterli olacaktır sanırım; şu anki veya yeni gelecek veya herhangi bir anayasa fiiliyatta demokratik teamül ve içtihatlar ile uygulanmazsa, kafaların içine bu demokratik kültür yerleşmezse zaten değişen hiçbir şey olmaz, olmadı, olmayacaktır. Çünkü ya yasalar yok sayılır, ya da uygulama kılıfına uydurulur, yine istenen her şey yapılır, hukuka uygun ya da değil. Hukuk en nihayetinde tarihsel süreçler içerisinde uygulamada oluşan, formel biçiminden tamamen bağımsız olmasa da birçok uca çekilebilen bir haklar-kurallar-sorumluluklar bütünüdür. Aslolan hayatın kendisidir. Ama hukuk aynı zamanda da hak arama noktasında egemen güce karşı yapılacak mücadelede, hak arayanın, egemenin itiraz edemeyeceği tek referans noktasıdır aynı zamanda. Bu nedenle de en önemli değildir ama önemlidir.
Özetle “hayır” oyu, kendi bulunduğum alandan baktığımda benim katılmadığım ve bu görüşü savunanları “evet” demeye ikna etmeye çalışacağım bir görüş. Yukarıda sıraladığım sebepler dışında, konjonktürel olarak oluşan “hayır” cephesini oluşturan dinamikler ve bu cephenin siyaset tarzı da tek başına bu cephenin karşısında olmak için birçok sebep sunuyor zaten. Ama zaten bu yazıda temel eleştirdiğim şey de, taraf olmayı varoluşsal sebeplere dayandırarak olayın kendini unutmak olduğu için bu çerçevede bir değerlendirmeye yer vermek istemiyorum.
Kendi yaşadığım alandan baktığımda görünen tabloyu özetlemeye çalıştım. Şimdi toplumsal olarak İstanbul’un kalanı ve Türkiye genelindeki durum ile kendi yaşadığım alanı karşılaştırmak gerekiyor. Burada aslında en temel ayrım Kürdistan bölgesinde ve Kürtlerde yaşanıyor. Çünkü Kürdistan dışındaki bütün bölgelerde Evet/Hayır oylarının gerekçeleri kendi bulundukları alanda benzer şekilleniyor. Bölgelerin önemli nüanslarla ayrılan gerekçeleri olduğunu bilmekle beraber, ciddi ayrımlar yaşandığı söylenemez. Kürdistan’daki en önemli fark ise şu, Kürdistan bölgesinde insanlar zaten var olan anayasal haklarını kullanamaz durumdalar. Senelerdir kendilerine verilmeyen haklar, son dönemde kağıt üzerinde verilen ama uygulamada hala zorluk çıkarılan haklar söz konusu. Dolayısı ile kağıt üzerinde bu hakların değişiyor olması onlar için çok da bir anlam ifade etmiyor. Son değişiklik paketinde onları dolaylı olarak ilgilendiren olumlu maddeler olsa bile uygulamada o bölgeye ve genelde Kürtlere karşı alınan tavır, Kürtleri oyunun dışına itiyor. “Boykot” da “o zaman ben bu oyunda yokum” fikrinden ortaya çıkıyor zaten. Kendi bulundukları ve yaşadıkları üzerinden haklı ve makul bir tavır. Türkiye toplumunun demokratik hakları için mücadele etmek gerektiğini savunan ve bu nedenle de Kürt halkının mücadelesine destek veren birisi olarak bu açıdan baktığımda ben de “boykot” diyorum. Yıldırım Türker’inde dediği gibi “Kürtler bu oyunda yoksa ben de yokum.”
Son dönemde Anayasa Referandumuna “evet”, “yetmez ama evet” ve “boykot” görüşleri arasında yaşanan kutuplaşmanın nedeni de aslında yukarıda özetlediğim ve benim de iki farklı yerden bakınca desteklediğim “evet” ve “boykot” görüşlerinin bencilliği.
“Evet” görüşü kendi bulunduğu alandan bakıp, diğer sorunları görmezden geliyor. Kısmi bir anayasa değişikliği için de aslında bu soyutlamayı yapmak gerekiyor. Ancak, bunu yapan kesimlerin bir çoğu özellikle Kürt meselesinde bu görmezden gelmeyi sürekli bir hale getirmiş oldukları için, yapılan soyutlama art niyetli olarak okunabiliyor. Bunu okumayı değiştirmenin yolu da Kürtleri de asli unsur olarak tanımlayan yeni sivil-demokratik anayasa için beraberce çalışmaya başlamaktan geçiyor.
“Ben beni kale almayan bu oyunda yokum, beni de kale alan yeni sivil-demokratik anayasa için çalışalım” temelinden hareket eden “boykot” görüşü ise; “AKP’nin vesayeti vb. gündemler” ile “hayır” cephesi gibi konuyu saptırarak siyasi bir polemik noktasına çekildiği için anlamsızlaşmaya başladı. Kürtleri oyunun dışına iten anlayışı deşifre etmek ve Kürtleri oyunun içinde tutacak yaklaşımın altını doldurmaya çalışmak yerine, Evet/Hayır kısır retoriğine takılmış gündeme boykot tarafgirliği ile sadece yeni bir cephe açmış olundu. “Boykot”un haklı gerekçelerinin “boykot”u tercih ettireceği unutularak, “boykot” etmemenin ihanet olduğu şeklinde demeçler bile verildi. Üstelik Kürtlerin hepsinin boykot etme ihtimalinin AKP cephesini “evet” oy oranı konusunda zor durumda bırakması üzerinden pazarlık edilmeye başlandı. Özelikle son dönemde yüksek siyasette dillendirilen “kararı gözden geçirebiliriz” söylemleri ile başlayan ve süreli ateşkes ile kesişen süreç ile beraber, anayasa referandumunu siyasi pazarlıkta bir koz haline getirilmiş bile oldu. Bu noktada bence sorun Kürt siyasetinin Anayasa Referandumu karşısında yapılan siyasi tercihin temelini kaybetmiş olmasından kaynaklanıyor. Zaten, demokratikleşme yolunda bir adım atılmasını niye desteklemiyoruz diye düşünen ve ikna olmakta zorlanan insanlar, öne çıkarılan temel konu AKP vesayeti oldukça iyice algısal problemler yaşıyorlar. “Boykot” görüşünün “yetmez ama evet” görüşü ile yapması gereken fikir alışverişlerinin, Hayır/Evet şeklinde yaşanan düzeysiz yüksek siyaset dilinin esiri haline gelmiş olması da bu sebeplere dayanıyor.
Sonuç olarak, tüm tartışmaların çözüm noktası gelip yeni sivil-demokratik anayasa için çalışmaya dayanıyor. Sığ sularda dolanıp, yüksek siyasetin dili ile karşılıklı retorikler üretmeyi bırakıp bu yönde adımlar atmak için, öncelikle kamplaşmadan kurtulup, birbirimizi dinleyip, kendimizi buna ikna etmemiz gerekiyor. Yeni bir sivil-demokratik anayasa yapma konusunda hem fikir miyiz? Eğer hem fikir isek bu konuda bir an önce beraberce çalışmaya başlamak gerektiği açık değil mi? Eğer bu sorunun cevabı da evet ise, o zaman başlayalım. Önce bu konularda anlaşılırsa eğer, kısa vadede önümüzde karar vermemiz gereken anayasa referandumu konusundaki oyumuzu aynı şey için mücadele eden insanlar olarak ortak bir strateji içerisinden tekrar tartışabiliriz. “Evet” mi, “Boykot” mu? Boykot süreci kesintiye mi uğratır? Yoksa evet demek zaten Kürtleri oyun dışında bırakan AKP’nin elini mi güçlendirir? Hedefi net olarak ortaya koyup üzerinde uzlaşırsak, bunları daha sağlıklı ve akılcı tartışabiliriz. Bu arada, “Hayır” olmadığı kesin ama, değil mi?