Aşağıdaki yazı, BGST-Toplumsal Arştırmalar Birimi'nde yapılan "Yakın Türkiye Tarihi Çalışması" kapsamında yazıldı.13 yıllık AKP iktidarı dönemindeki dönüşümlerin ve farklı politikalara karşılık gelen farklı alt-dönemlerin ele alındığı çalışma güncel gündeme dönük yazılar üretmeyi de amaçlıyor.

10 Ekim’de Ankara’da barış mitingi başlamadan hemen önce patlatılan bombalar 100’den fazla barış savunucusunun yaşamını kaybetmesine yol açtı ve tarihimize ülkenin Batısı’nda yapılan en büyük katliam olarak geçti.

İlerleyen günlerde katliamın kimler tarafından nasıl yapıldığı medya organlarında gayet ayrıntılı şekilde yer aldı. İŞID’in Türkiye örgütlenmesi içinde yer alan Adıyaman grubundan iki kişi kendini patlatarak katliamı gerçekleştirmişti. Bu kişiler güvenlik güçlerinin “arananlar” ve “canlı bombacılar” listesinde yer alıyor, Adıyaman’da neredeyse herkes tehlikeli bir eylem yapabileceklerini biliyordu. Cumhuriyet’te eylemin Kilis’in bir köyünde planlandığı, iki bombacının Suriye’den Türkiye’ye geçiş yaptığı, ardından İŞID’e bağlı bir grup tarafından Ankara’ya götürüldüğü ayrıntılarıyla yazıldı. Başbakan Davutoğlu, katliamın İŞID-PKK ortaklığıyla gerçekleştirildiğine dair fantezi boyutlarına varan bir iddiada bulunsa da, getirilen yayın yasağı kirli çamaşırları gizleme çabasını ele vermekte gecikmedi. Sonunda eylemin Türkiye’de örgütlü bir İŞID grubu tarafından yapıldığı, fakat devletin emniyet ve istihbarat kuruluşlarının adeta “buyurun yapın” diyerek yol verdiği ayan beyan ortaya çıktı.

Ankara katliamının dolaysız failleri Adıyaman’dan devşirilen iki İŞID üyesi olsa da, gerçek failin devletin içinde uzun süredir farklı isimlerle tanıdığımız “derin yapılar” olduğu açık görünüyor.

Katliamdan umulan neydi?

Muhalif medyada bazı yorumcuların da dile getirdiği gibi[1], iki dolaysız hedef hemen göze çarpıyor: Birincisi, KCK’nin ertesi gün seçimlerin selameti için ilan edeceği ateşkesin anlamsızlaştırılması ve gözlerden saklanmasıydı. İkincisi ise Kürt Hareketi’yle, daha somut olarak HDP ile seküler kesimler arasında Türk-İslam faşizmine karşı ortaya çıkan nesnel ittifakın parçalanmasıydı. Bu ittifakta aracı rolünü sol/sosyalist kesimler oynuyordu. Tıpkı Suruç katliamında olduğu gibi HDP’yi destekleyen ya da sempatiyle yaklaşan sosyalist grupların, sendika ve STK üyelerinin katıldığı bir barış mitinginin hedef alınması bunu gösteriyor. Daha geniş seküler kesimlere verilen mesaj ise açıktı: HDP’nin barış taleplerini desteklemeyin ve daha önce uzun bir dönem boyunca olduğu gibi statüko içindeki yerinize geri dönün.

Katliamın arka planı

Bununla birlikte, Ankara’daki kitle katliamını 7 Haziran sonrasında yaşananlar bağlamında ele almak ve o günden bugüne yaşanan iç ve dış gelişmeler çerçevesinde değerlendirmek önümüzü görebilmek açısından gerekli görünüyor.

BGST-Toplumsal Araştırmalar Birimi olarak, 24 Temmuz’da TSK’nın Kandil’deki PKK kamplarını bombalayarak yeni bir savaş başlatmasının ardından “10 Soruda Türkiye’nin Kürtlere Karşı Yeni Savaşı” başlığıyla bir yazı yazmıştık[2]. Burada 7 Haziran seçimleri sonrasında Türkiye’de parlamentonun çalışamaz hale getirildiğini ve bir ara rejime (ya da bir tür darbe rejimine) geçildiğini öne sürmüştük. Çatışmasızlık ortamına son verilmesi ve Kürtlere karşı yeni bir savaşın başlatılması bize göre bu ara rejimin varlık nedenleri arasında en ön sırada geliyordu. Bahsedilen yazıda, ara rejimin AKP içinde güvenlik aygıtıyla özel ilişkileri olan bir klik ile askeri ve güvenlik bürokrasinin ittifakının sonucu olduğu ve liderliğinin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından yapıldığı tespitinde bulunmuştuk.

İç dinamikler

Bu aşamada şu soruyu sormak önem taşıyor: PKK’ye karşı yeni bir savaş başlatılmasına ve “terörle mücadelenin” ülkenin baş gündemi haline getirilmesine karşın devletin gerçek sahibi sıfatıyla karşımıza çıkan bu ittifak hangi hedefleri gerçekleştiremedi ve neden bir İŞID grubunun Suruç’un üzerine ikinci bir kitle katliamını yapmasına göz yumuldu?

Klasik bir ayrım yapmak gerekirse, iç dinamiklere ilişkin iyi bilinen bazı nedenleri hemen sıralayabiliriz:

- Erdoğan ve AKP yönetimi bütün bu süreç boyunca HDP’nin “terör örgütü PKK”nın sivil uzantısı ve destekçisi olduğu tezini işledi. Böylece Batı’da HDP’ye verilen oyları azaltmaya ve HDP’yi baraj altına itmeye çalıştı. Seçim anketleri bu planın etkili olmadığını gösterdi. Özellikle HDP binalarının birçok yerde ateşe verilmesi ve Kürt yurttaşlara dönük saldırılar, HDP’nin “terör destekçisi” konumuna sokulmasını zorlaştırdı. Tersine toplumun önemli bir kesiminde “iç savaşa mı gidiyoruz?” tedirginliğine yol açtı. Özellikle seküler kesimler açısından başta gelen kaygı, “PKK terörü”nden çok “İŞID terörü” ve Türk-İslam faşizminin her geçen gün bu kesimler üzerindeki kuşatmasını artırmasıydı.

- Yine seçim anketleri AKP’nin 7 Haziran’da MHP’ye yönelen milliyetçi oyları beklenen ölçüde kendine çekemediğini gösterdi. AKP’nin önce barış sürecinin yürütücüsü olmakla övünmesi, ardından da geçerli sayılamayacak nedenlerle savaşı yeniden başlatması milliyetçi kesimlere ikna edici gelmemiş olabilirdi.

- 24 Haziran’dan itibaren gerek Kandil gerekse yurtiçindeki PKK kampları çok yoğun şekilde bombalandı. Bombardımanın ve askeri operasyonların ardından PKK’nin geniş bir alanda sürekli eylemler yapması, askeri operasyonların beklenen başarıyı sağlamadığını gösterdi. Erdoğan ve ara rejim 90’ların “terörün belini kırdık” retoriğinin bir benzerini tekrarlayarak puan toplamaya çalıştı. Fakat Erdoğan’ın “2.000 teröristi öldürdük” türünden sözlerine muhtemelen çok az kişi inanıyordu.

- Bazı Kürt kasaba ve şehirlerinde YDG-H’nin yerel milis güçleri şeklinde örgütlenmesi ve demokratik özerklik ilanları, güvenlik güçlerinin yerleşim birimlerinde sivil halkla karşı karşıya gelmesine yol açtı. Bu noktada 90’lardan farklı bir durum oluştu. 90’lar kadar “yoğunluklu” olmayan bir savaş ortamında Kürt siviller devlet şiddetine maruz kaldı, çok sayıda sivil yurttaş katledildi. Böylece ara rejimin “biz Kürt halkıyla değil terör örgütüyle mücadele ediyoruz” söylemi boşa çıktı; bölgedeki Kürt halkının Türk devlet sisteminden duygusal kopuşu muhtemelen şimdiye kadar görülmemiş düzeye ulaştı.

Bu gelişmeler, 7 Haziran sonrası AKP destekli olarak devreye giren ara rejimin iç politikaya dönük hedeflerini büyük ölçüde gerçekleştiremediğini gösteriyordu. Ara rejim erken seçimlerde AKP’yi tek başına iktidara taşıyarak kendini konsolide etmeye çalışmıştı. 1 Kasım’da seçim sonuçlarının ne olacağını bilmiyoruz. Fakat katliamın hemen öncesindeki veriler, seçimler yoluyla konsolidasyon sağlamanın düşük bir olasılık olduğunu gösteriyordu.

Dış dinamikler   

Bu arada Suriye’de ve Türkiye-AB ilişkilerinde bazıları Türkiye’nin aleyhine bazılarıysa lehine olan gelişmeler yaşandı.

24 Temmuz’dan hemen önce Türkiye-ABD arasında yapılan anlaşma biliniyor: Türkiye İŞID’e karşı koalisyona katılacak, İncirlik ve Diyarbakır üslerini ABD uçaklarına açacak; bunun karşılığında Rojava’nın kalıcı bir statüye kavuşmasını engellemek üzere Kobane ve Afrin kantonları arasındaki Cerablus bölgesinde “İŞİD’ten temizlenmiş uçuşa yasak bölge” oluşturulacaktı. Suriyeli göçmenler bu “tampon bölgeye” yerleştirilerek nüfus yapısı Araplaştırılacaktı. Bu çerçevede, ABD’yle ortak yürütülen “ılımlı” Suriyeli muhaliflerin eğitilip donatılması programına hız verilecekti.

Diğer yandan, 2015 yılı Mart’ında Erdoğan’ın Suudi Arabistan’ı ziyaretiyle yeni bir süreç başladı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, Esad rejimini devirmek için ortak hareket etmeye ve destekledikleri cihatçı grupları tek bir çatı altında toplamaya karar verdi. Böylece omurgasını El Nusra Cephesi’nin ve Türkiye’yle yakın ilişki içindeki Ahrar-ül Şam’ın oluşturduğu El Fetih Ordusu adlı bir koalisyon kuruldu.[3]

Gelişkin silahlarla donatılan El Fetih ordusu, Suriye ordusuna karşı bir dizi askeri başarı kazandı: Halep’in güneyindeki İdlip’i ele geçirdi ve Esad rejiminin kalbi olan Lazkiye’ye ve Hama’ya doru ilerlemeye başladı.[4]

Türkiye’nin amacı, bu cihatçı grupların Cereblus bölgesini İŞID’ten temizlemesi ve müstakbel “tampon bölgenin” kontrolünü ele geçirmesiydi. Amerikan ve Türk uçakları da bu grupların denetimine geçecek olan Cereblus bölgesini Suriye uçaklarına karşı koruma altına alacaklardı. Türkiye’nin “güvenli bölge” planının içeriği buydu.

- Rusya’nın Suriye’de oyuna dahil olması

El Fetih ordusu için işler yolunda gidiyor gibi görünürken, Rusya askeri direnci zayıflayan Esad rejiminin yardımına koştu. 1 Ekim’den itibaren de askeri operasyonlara başladı. Rus hava operasyonlarının öncelikli hedefi doğrudan rejimle çatışmayan İŞID’in yanı sıra El Fetih ordusu da oldu; zira rejimi tehdit eden güçler esas olarak bunlardı.

Böylece Türkiye’nin Rojava’yı bölmek için geliştirdiği “güvenli bölge” planı tam anlamıyla suya düştü. Zira Rusya’nın, Suudi Arabistan-Katar-Türkiye’nin himayesindeki El Fetih ordusunu bombalayarak, Türk hava sahasını ihlal ederek ve hava savunma radarlarını Türk uçaklarına kilitleyerek verdiği mesaj açıktı: Suriye’nin kuzeyinin, El Fetih güçlerini destekleyen Türk uçaklarına fiilen kapatılması. Sonuçta “güvenli bölgeyi” inşa eden Türkiye değil cihatçı grupları bu bölgeden söküp atmayı hedefleyen Rusya oldu.[5]

- YPG’nin kıymete binmesi

Bu arada, ABD ile Türkiye’nin ortaklaşa oluşturduğu “eğit-donat” programı fiyaskoya dönüştü. “Eğitilip donatılan” “ılımlı” muhalifler Suriye’ye geçer geçmez El Nusra Cephesi tarafından esir alındılar. Bazıları ise silahlarıyla birlikte cihatçı gruplara katıldılar.

Bu gelişme ABD’nin “İŞİD’e karşı en etkili askeri güç olarak” nitelendirdiği PYD’nin askeri kanadı YPG’ye desteğini arttırmasına neden oldu. Rakka’nın İŞID’ten alınması için planlanan operasyon çerçevesinde ABD, YPG’ye 50 ton silah ve mühimmat yardımı yaptı.  

İŞID hedeflerini ABD liderliğindeki koalisyondan daha etkili şekilde bombalayan Ruslar da YPG’yi meşru ve etkili bir güç olarak gördüklerini beyan ettiler ve birlikte çalışma önerisi götürdüler.[6]

Söz konusu gelişmeler, yeni kurulacak Suriye’de Rojava özerk yönetimi statüsünün ABD ve Rusya tarafından tanınacağı anlamına gelmiyordu. Fakat Türkiye’nin daha işin başında Rojava’nın oluşumunu engelleyerek Türkiye’deki Kürt sorununun Ortadoğu’da daha geniş bir Kürdistan sorununa dönüşmesini önleme planının da işlemediğini de gözler önüne seriyordu. Kısacası konjonktür Kürtlerin lehine gelişmeye devam ediyordu. 

Bu alt-başlığı toparlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: 7 Haziran seçim sonuçlarının tanınmaması üzerinde inşa edilen ara rejimin hedeflerinden biri, Ortadoğu’da Kürtlerin lehine gelişen konjonktürü tersine çevirmekti. Bu amaçla ABD müttefiki ve NATO üyesi olmanın avantajları kullanıldı. Aradan geçen süredeki gelişmeler, Türkiye’nin planlarını en azından dönemsel olarak boşa çıkarmış oldu. Bu açıdan bakıldığında Ankara katliamı, Kürtlere karşı savaş Suriye sahasında başarılı olamayınca, içerdeki savaşın şiddetini daha da tırmandırma yönünde bir “kararlılık gösterisi” olarak yorumlanabilir.

Ara rejimin elini güçlendiren gelişmeler

- "Tampon ülke" Türkiye

Bu arada AB’nin Türkiye’deki apaçık insan hakları ihlallerine ve Kürtlere karşı açılan savaşa gözlerini kapatmasına neden olan gelişmeler yaşandı. Türkiye, 2 milyon civarındaki Suriyeli göçmeni AB’ye karşı bir şantaj aracı olarak kullandı. Göçmenlerin sınırlardan geçişine göz yumuldu ve yüz binlercesi Avrupa ülkelerine akın etti.

AB liderleri çareyi Erdoğan’la pazarlığa oturmakta buldular. Almanya Başbakanı Merkel soruna ancak Erdoğan’la ortaklık yapılarak çözüm bulunabileceğini söyledi. Böylece Erdoğan, AB liderleri ve medyası tarafından yerin dibine sokulan despotik bir karakterden beraber çalışılması gereken bir “ortağa” dönüşüverdi. Avrupa medyası Erdoğan’ın AB’den taleplerini açık açık yazdı: ifade özgürlüğü sorunlarının ve Kürtlere karşı savaşın görmezden gelinmesi. Bu talepler yerine gelmiş görünüyor: Örneğin bugünlerde yayımlanması beklenen ve hak ihlallerine geniş yer veren AB İlerleme Raporu rafa kaldırıldı.[7]

Geçen Pazar günü Türkiye’ye gelen Merkel ile Erdoğan arasındaki pazarlığın ayrıntılarına burada girmeye gerek yok. Fakat Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’den AB ile Ortadoğu arasında “tampon ülke” olmasının istendiği açık. Bunun anlamı, AB’nin yapacağı para yardımıyla Suriyeli göçmenlere iş bulunması, daha iyi yaşama koşulları sağlanması ve eönemlisi “geri kabul anlaşmasının” yürürlüğe girmesi. Anlaşma onaylanırsa, yasal olmayan yollarla Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen üçüncü ülke vatandaşları Türkiye’ye geri gönderilebilecek. Yıllar içinde Türkiye’nin AB’yle tam üyelik müzakereleri yürüten ülke konumundan “tampon ülke”ye dönüşmesi, ara rejimlerin faşizan uygulamalarının 2000’lerin başındaki durumun aksine “müsamahayla karşılanmasını” beraberinde getiriyor.[8]

- Müdahale etmeme yanlısı ABD: hegemonya boşluğundan yararlanma

ABD’nin başarısız Afganistan ve Irak seferlerinin Obama Yönetimi’ni Ortadoğu’ya doğrudan askeri müdahalede bulunmama politikasına yönelttiği biliniyor. ABD’nin ekonomik krizi gerçek anlamda atlatamamış olması da belirleyici bir faktör oluşturuyor. Uzun süreden beri ABD bölgede farklı silahlı grupları destekleyerek “vekâlet savaşları” yürütmek zorunda kalıyor. Askeri anlamda hava harekâtları yapmakla yetiniyor. Böylece Ortadoğu’da bir hegemonya boşluğu oluşuyor ve Erdoğan-AKP bu boşluktan fazlasıyla yararlanıyor. Suudi Arabistan ve Katar’la rejim değiştirme amaçlı ittifaklar kurabiliyor; Batı’nın desteğini kesmesinden sonra bile Esad rejimine ve Rojava’ya karşı cihatçı güçleri destekleyebiliyor.

Dış politikadaki bu “özerkleşme”, yurtiçinde de Ortadoğu rejimlerini çağrıştıran baskıcı politikalara başvurmanın önünü açıyor. Türkiye, Batı’nın ve elbette NATO’nun Ortadoğu sınırındaki son “istikrarlı” ülkesi durumunda. Son zamanlarda Rusya’nın Suriye’de konumlanmasının Türkiye’nin Batı nezdindeki önemini daha da arttırdığını söyleyebiliriz. Ankara katliamına ABD’den gelen tepkiler muhtemelen bu nedenle oldukça yumuşaktı; Obama Yönetimi “teröre karşı Türkiye’yle dayanışma içinde olduğunu” açıkladı. Amerikan-Britanya ana-akım medyasında çıkan yazılarda ise ağırlıklı olarak Erdoğan’ın Türkiye’yi kutuplaştırdığı ve Ankara katliamının bu kutuplaşmayı daha da artırdığını yorumu yapıldı. Odak noktaları, katliamda dolaylı da olsa devletin parmağı olabileceği değil, müttefik bir ülkenin istikrarsızlaşmasıydı. [9]

Sonuç

Yukarıda, 7 Haziran sonrası kurulan ara rejimin neden yurtiçindeki hedeflerine ulaşamadığını ve Suriye’deki gelişmelerin neden “Rojava’yı” daraltma ve çözme planını boşa çıkardığını göstermeye çalıştık. Bu arada Erdoğan liderliğindeki ittifakın elini rahatlatan gelişmelerin de önemine değindik. Bütün bunlar, ara rejimin Ankara katliamına zemin hazırlayarak toplumu pasifize etmeyi hedeflediğini; böylelikle varlığını meşrulaştırmaya ve kalıcılaştırmaya çalıştığını gösteriyor. Diyarbakır’daki HDP mitinginin bombalanmasından, Suruç’a ve son olarak Ankara katliamına uzanan pasifikasyon politikası, toplumu faşizan ve savaş yanlısı bir yönetime mahkûm etme niyetini açığa vuruyor.

Bu pasifikasyon politikasının ne ölçüde işe yaradığı ise tartışılır. Toplumsal tepkiler, sekülerleri ve milliyetçi-muhafazakâr kesimleri Kürtlere karşı aynı milliyetçilik bayrağı altında toplama girişiminin başarılı olamadığına işaret ediyor.

Seçimlerde üç olasılık öne çıkıyor:

- Ara rejimin tercihi olan AKP’nin tek başına iktidar olması. Seçim anketleri bu olasılığın zayıf olduğunu gösteriyor.

- Ara rejimin ikinci seçeneği olan AKP-MHP koalisyonu ise MHP’nin bir savaş hükümetinde yer almak konusundaki isteksizliği yüzünden ancak bir sürpriz olabilir. MHP, 12 Eylül’den aldığı dersi unutmamış görünüyor. Bir savaş hükümetinde kullanıldıktan sonra ülkeyi iç savaşa götüren parti olarak damgalanıp bir kenara atılmak istemiyor. Daha “normal” koşullarda iktidara gelmek istediği mesajını veriyor.  

- Üçüncü seçenek ise bilindiği gibi AKP-CHP koalisyonu. Türkiye’deki geleneksel büyük burjuvaziden uluslararası finans çevrelerine, ABD ve AB’den toplumun önemli bir kesimine kadar böyle bir koalisyonun ülkeyi “normalleştireceği” beklentisi hâkim. Bununla birlikte, seçimlerden sonra kurulacak bir AKP-CHP koalisyon hükümetinin Türkiye’deki mevcut kutuplaşmayı giderip çok yönlü krizi çözeceği hiç de kesin değil.

[1] Mustafa Peköz, http://alternatifsiyaset.net/2015/10/11/mustafa-pekoz-devletin-ankarada-barisa-yaniti-katliam

[2] http://bgst.org/ulke-gundem/10-soruda-turkiyenin-kurtlere-karsi-yeni-savasi

[3] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/05/150504_turkiye_suudi_arabistan_katar

[4]http://www.timeturk.com/fetih-ordusu-lazkiye-ve-hama-ya-dogru-ilerliyor/haber-35933

[5] Fehim Taştekin, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim-tastekin/leyleklere-selam-olsun-1446913

[6] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/10/151012_suriye_kurt_arap_ittifak

[7] http://www.theguardian.com/world/2015/oct/04/europe-needs-recep-tayyip-erdogan-but-he-will-play-hard-to-get ve

http://www.economist.com/news/europe/21675470-flood-migrants-has-suddenly-made-turkey-indispensible-europe-pays-homage-turkeys-erdogan

[8] Tampon ülke” konusunda bilgilendirici bir yazı için bkz. Ceyda Karan, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/387493/Tampon_bolge_Turkiye.html

[9] Bazı örnekler için bkz. http://blogs.cfr.org/cook/2015/10/12/turkey-at-war-with-itself http://www.newyorker.com/news/news-desk/the-explosions-in-turkey

http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/turkey/11926989/Is-Erdogan-turning-Turkey-into-the-new-Pakistan.html