31 Mayıs'tan itibaren Gezi Parkı vesilesi ile başlayan toplumsal hareket karşısında hükümetin tavrı 24 Haziran itibari ile herkesin malumu. Hep bir ağızdan herkes hükümetin ve özellikle Başbakan'ın tavrını eleştiriyor ve baskıcı tutumu üzerinden söylem üretiyor. Bir yandan da çeşitli parklarda yapılan forumlarda taleplerde uzlaşma, farklı eylemlilik önerileri üzerine tartışmalar yürüyor. Takip edebildiğim kadarı ile önemli bir gündem de bu eylemlere destek vermeyenleri "bilinçlendirmek" üzerine. Bu "bilinçlendirme" tartışmalarında demokratik ve insani yaklaşımlar olduğu kadar, aşağılayıcı ve hor gören yaklaşımlar da yerini alıyor.
Bu tartışmayı yapmadan önce, bu noktada öncelikle bu toplumsal hareket neye karşı oluştu onu analiz etmek gerekiyor:
İlk gün Gezi Parkı ve genelde Taksim yayalaştırma projesi ile ilgili bir STK olan Taksim Platformu'nun öncülüğünde bir grup aktivist vardı. Hedef beyan ettikleri gibi Taksim konusunda alınan yeni çevre düzenlemesi kararlarına itiraz etmekti. Taşeron firma (yol genişletme çalışması veya Topçu Kışlası yapımı için, hiç fark etmez) Gezi Parkı'ndaki ağaçları sökmeye başlayınca aktivist sayısı arttı. Ama esas kitlesel katılım oradaki aktivistlere yönelik polis şiddetinden sonra yaşandı. Katılım arttıkça polis müdahalesi arttı, polis müdahalesi arttıkça katılım arttı. Sonuçta da özellikle gayet basit bir sebeple bir araya geldiği ve yine gayet anlamsız bir müdahale ile karşılaştığı için geri adım atmayan halk Gezi Parkı'nı işgal etti.
Bu noktadan sonra, Gezi Parkı'nı işgal eden (orada fiili olarak bulunan veya orada kalmasa da uğrayan veya uğrayamasa da gönlü orada olan) insanlar ne yapacağını düşünmeye başladı. Karşılaştıkları polis şiddeti, Erdoğan'ın konuşmalarındaki nobranlık, herkesin bugüne kadar devlet karşısında biriktirdiği sorunları ortaya sermesine sebep oldu. Her kesimden insan bir anda bütün taleplerini ortaya döktü. Tabi ki bu durum, hem birbirine zıt talepler arasında çatışmayı, hem de hiçbir hazırlığı olmayan bir devrim hayalini doğurdu. Aslında herkes kendi yaşam alanına müdahale eden devlete karşı dün yaşadığı, bugün yaşamakta olduğu ve yarın yaşayacağı sorunlar üzerinden, ve bunları dile getirdiğinde karşılaştığı baskılar yüzünden oradaydı. Ama bugüne kadar bu sorunların dile getirilme şekli olarak gördüğü, alıştığı, alıştırıldığı yöntem yüksek siyasetti. Dolayısı ile bir örgütlenme tartışması başladı. Örgütlü yapılar kendini dayattı. Örgütsüz insanlar buna karşı çıktı ama alternatif olarak benzer yapılar ve dayatmalar önerdiler. İş bir çıkmaza gidebilirdi. Farkı yaratan genç kuşak oldu. Türkiye muhalefetinin içinde bulunduğu bu çıkmazı yaşamamış, yenilgileri tatmamış, "apolitik" diye nitelenen ama aslında belki de bu sayede zihni berrak ve ne istediğini bilen bir grup oluşturdular. Talepleri çok netti. Özgürlük ve demokrasi. Hepsi kendi bulunduğu yerden kendi yaşam alanına dair talepler dile getirdi ve birbirlerinin taleplerini tek bir potada eritmeye çalışmadı. Bu yüzden farklıydılar.
Erdoğan, eylemciler arasındaki "marjinal" – "iyi niyetli" ayrımını oluşturmaya çalışırken, genç kuşak dışındaki eylemciler de aynı ayrışmayı körüklediler. Sürecin devamını hepimiz biliyoruz, Erdoğan daha da nobranlaştı, talepler daha da muğlaklaştı. Şu anda forumlarda bir çok tartışma dönüyor ve belirli bir kesim oradan devrim çıkmadığı veya net talepler oluşmadığı için umutsuz. Bir başka kesim de örgütlü yapıların devreye girmesi için canhıraş bir uğraş içerisinde. Yüksek siyaset temsilcisi partilerimiz de bu yolda ilerliyor.
Peki bu talepler ortaklaşmalı mı, topluca örgütlenilmeli mi? EVET!... Peki kime karşı? Topluca hareket edilmeli evet, ama ortaklaşmak gerkmiyor. Herkesin taleplerini iletebilmesini sağlamak için topluca hareket edelim. Ama birlik olmayalım. Özellikle de Anti-Birlik olmayalım. Anti-Ortaklaşmayalım.
Tabi ki herkes bireysel olarak hareket etsin demiyorum. Tabi ki forumlar devam etsin, öneriler ortaya çıksın, talepler dile getirilsin ve takipçisi olunsun. Ama her talep kendi destekçisi ile. Yani ben kendimin de sonuna kadar destekleyicisi olduğu konularda benimle yanyana duracak herkes ile yanyana hak mücadelesi vermeye varım. Ama yarın, beni direk ilgilendirmeyen bir konuda aynı şevk ile mücadele etmeyebilirim. Ya da bir başka talebi desteklemiyor ve karşısında duruyor olabilirim. Bu durum, ortak taleplerin topluca oluşturulmasına ve takip edilmesine engel olmamalı. Şu an kendiliğinde oluşan durum da bu aslında. Bunun farkına varmak lazım. Bu sürecin sonunda forumlardan çıkacak en verimli hareket en küçük yerleşim merkezleri olan mahalle muhtarlıklarından taleplerin takipçisi olmak olacaktır. Ortak talepler oluşur da belediyelerden, hatta büyükşehir belediyesinden de taleplerde bulunulur ve takipçisini olunursa ne ala. Ama önce bu kültürün oturması gerekiyor. Henüz oluşan "yeni" demokrasi (ki aslında en eski) anlayışını idrak etmekte zorlanıyoruz. Önemli olan taleplerin dikkate alınmasını sağlayacak toplumsal hareketi sürdürülebilir kılmak. Herkesin talebini dile getirip takipçisi olabileceği, hukukun-adaletin işleyeceği bir düzen için birlikte hareket etmek. Her kazanım bir diğerinin önünü açacak. Ama her kazanım benim olmayabilir. Benim fikirlerime karşı da olabilir. Önemli olan toplumsal hareketin devlet/sistem karşısında hukuk-adalet mekanizmalarını işletecek baskıyı oluşturabilmesini sağlamak.
Peki Erdoğan ne yapıyor? Tüm bu özgürlük ve demokrasi taleplerini mücadele etmekte çok başarılı olduğu CeHaPe potasında eritmeye çalışıyor. CHP'yi CeHaPe olarak okuması da belki bu nedenden. CHP'yi kastetmiyor çünkü. Devlete, sisteme karşı özgürlük ve demokrasi isteyen herkesi Anti-AKP=CeHaPe olarak konumlandırmaya çalışıyor. Böylece oluşan toplumsal hareket taleplerinin peşinden gitmek, yasal kurumları işletmek, haklarını aramak için kamu kurumlarını zorlamak, örneğin Gezi Parkı için sorumlu olan Kadir Topbaş'ı sıkıştırmak yerine Erdoğan'ın ne dediğiyle, onun tavrı ile, Provokasyonlarla, Melih Gökçek ile, Yiğit Bulut ile uğraşıyor. Madımak için bile bu hükümetten hesap soruyoruz, hatta bu hükümeti 12 Eylül'ün ürünü olarak lanse ederken 12 Eylül'ün hesabını da Erdoğan'dan soruyoruz. Trans bireyler tüm hükümetler boyunca polisten, devletten ve esas önemlisi toplumdan gördüğü baskı ve şiddete isyan etme şansını buldular ve onlar da bu hesabı hükümetten soruyor. Aslında devletten soruyor ama her kafasını kaldıranın karşısına parti olarak da değil, kişi olarak Erdoğan dikiliyor. Polise emri ben verdim diyerek polis şiddeti konusunda da muhatap benim diyor. Hakan Fidan (MİT) – Yargı krizi sırasında olan da buydu. Tüm okları kendi üstüne çekiyor. Bu Erdoğan'ın işine geliyor. Çünkü o "yeni" demokrasiyi bizden önce idrak etti. Oluşan toplumsal hareketin devlete/sisteme karşı olduğunun ve kendine özgü yapısı ile başarılı olursa devletin/sistemin ve dolayısı ile bugüne kadar iyi oynadığı oyunun zemininin kaybolacağını biliyor.
Erdoğan, yukarıda özetlediğim stratejide şu ana kadar başarılı oldu. Bundan sonrası için oluşacak tavır çok önemli. Ya özgürlük/demokrasi talebimizin peşinden gideceğiz, taleplerimizi devlete/sisteme ileteceğiz, hesabı devletten/sistemden soracağız ve demokratik/özgürlükçü bir devlet/sistem için talepkar olacağız. Ya da Erdoğan'ın oynadığı oyunun diğer tarafı olmaya devam edeceğiz, AK Parti iktidarının mesul olmadığı olayların da, veya toplumsal cinsiyet sorunun da hesabını ondan sormaya devam edeceğiz. Tecavüz davaları konusunda, hukuku, toplumu, çevremizi harekete geçirip hak aramak yerine Erdoğan'a küfredip kendimizi rahatlatacak, mağdurları biçare bırakmaya devam edeceğiz. Çözüm süreci için evet diyeceğiz ama çözüm için aba altından sopa gösteren devlete rağmen, Kürtler Gezi'ye niye destek vermedi diyeceğiz.
Tüm bu nedenlerle, yazının başında bahsettiğim "bilinçlendirme" tartışması aslında boşa çıkıyor. AK Parti tabanı olarak tanımlanan tabanın da bir çok talebi var. Son 10 yılda bu talepler için mücadele ederlerken, çoğu konuda ben onların yanındaydım. Çözülmeyen bir çok sorun için de hala yanlarındayım. Onların talepleri temel insan hakları aslında. Çok meşru talepler ve sistem tarafından yok sayılmış talepler. Dolayısı ile onları "bilinçlendirmek" gibi bir ihtiyacımız yok. Onlar zaten benzer bi mücadeleyi verdiler ve veriyorlar. Sadece Anti-Birlik olmadan konuşabilmenin yollarını bulmamız lazım. O zaman zaten hiç kimse demokrasi/özgürlük mücadelesinin karşısında durmayacaktır.
Herkese kendi bulunduğu yerden özgürlük mücadelesini devam ettirmek konusunda büyük bir sorumluluk düşüyor. Özgürlük ve demokrasi için hepimizin öncelikle kendi yaşam alanımızda emek vermeniz gerekiyor. Emek verenleri desteklememiz gerekiyor. Taleplerini önemsemesek de, hemfikir olmasak da, talep edebilmeleri için desteklemek gerekiyor. Bunu yapabilmek için emek vermek gerekiyor. Anti-Birlik olmadan, ama beraber olarak. Çoğunluk olmaya çalışmadan, çoğulcu olarak. Yüksek siyasete bırakılamayacak kadar önemli ve zor bir iş bu. Bunun için de sabırlı olup, mücadeleye devam etmek gerekiyor. Uzun bir mücadelinin başındayız henüz, ve maalesef rakip (devlet/sistem) bizden daha tecrübeli.
Kolay gelsin hepimize...