7 Haziran seçimlerinden sonra oluşan yönetim boşluğu fırsat bilinerek Türkiye’de bir ara rejim kurulduğu, pek alışıldık tarzda olmasa da bir darbe yapıldığı yaygın kabul gören bir görüş. Bundan önce fiili başkanlığa dayalı bir vesayet rejimi vardı. Seçimlerde amaç bu fiili vesayete resmi bir statü kazandırmaktı, fakat olmadı. Erdoğan’ı başkan yapmak bir yana AKP tek parti iktidarını dahi koruyamadı. Bu koşullarda bir ara rejim devreye sokuldu.

Ara rejim, Erdoğan’ın liderliğinde askerlerden ve AKP’nin belirli kesimlerinden oluşuyor; toplum tabanında ise AKP’nin etkisi altındaki seçmen kitlesi var. Türk devletinin geleneksel ideolojisini Türk-İslam renkleriyle temsil ediyor. Böyle bir rejimin tesis edilmesinin amacı da zaten devletin “kırmızı çizgileri”nin korunması.

Bilindiği gibi, Kürtler çok yakın geçmişte Türkiye’nin geleneksel ideolojisinin hazmedemeyeceği kazanımlar elde ettiler. Kürt Hareketi, Rojava’da kantonları birleştirip özerk bir Kürdistan kurmak üzereydi; PYD, ABD’nin İŞİD’le mücadelesinin önemli bir partner durumuna gelmişti. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) sınırları dışındaki Sincar’da PKK-YPG bir nüfuz alanı kurmuştu. PKK gerillaları, Irak Kürdistanı ve Kerkük’ün İŞİD’e karşı savunulmasında peşmergeyle birlikte savaşıyor ve ciddi bir prestij kazanıyordu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, yurtiçinde HDP barajı geçmiş ve ilk kez bölgedeki Kürtlerin büyük bölümünün temsilcisi haline gelmişti. Üstelik CHP’ye oy veren Batı’daki Türklerden de sınırlı da olsa bir destek elde etmişti.

Bunlar, askerlerin ve geleneksel Türk devlet yapısının kabullenemeyeceği gelişmelerdi. Erdoğan da “seçilmiş” Cumhurbaşkanı olmanın, AKP’nin iktidara en yakın parti olmasının ve geniş bir toplum kesimini yönlendirebilmesinin verdiği güçle, geleneksel iktidar bloğunun liderliğine soyundu. İncirlik Üssü’nün ABD’ye açılmasına karşılık çatışmasızlık durumuna son verilmesi için ABD’nin desteği ve onayı alındı. PYD’ye dokunulamasa da, yurtiçinde PKK’ye ve Kürtlere karşı yeni bir savaş başlatıldı.

Geldiğimiz aşamada her gün insanlarımız ölüyor. PKK’nin milis gücüne dayanarak “demokratik özerklik” ilan ettiği Nusaybin, Lice, Varto, Silvan, Silopi, Cizre gibi kasabalarda ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştiriliyor. Gençler infaz ediliyor; günlük yaşamını sürdürmeye çalışan sivil halk keskin nişancıların hedefi oluyor ve yaşam alanı daraltılarak göçe zorlanıyor.

Yaşanan en önemli gelişmelerden biri, yurtiçinde TÜSİAD bünyesinde temsil edilen büyük burjuvazinin, yurtdışında ise uluslararası finans çevrelerinin talebi olan reformist bir AKP-CHP koalisyonunun engellenmesi oldu. Bu reformist seçenek, Erdoğan’ın şahsında ara rejim tarafından devre dışı bırakıldı. Kürtlere karşı savaşı iktidarı tek elde merkezileştirip geniş bir toplumsal destekle sürdürebilmek için AKP yeniden tek başına iktidar yapılmak isteniyor. Bu nedenle, Kasım başında erken seçim kararı alındı.

Fakat Türkiye’nin sınırlı da olsa sahip olduğu parlamenter demokratik sistemin normlarının bu kadar zorlanması ülkede bir dizi ağır tahribata neden oluyor. Temel siyasi kararlar, AKP içinde dahi müzakere edilmeden dar bir klik tarafından alınıyor. Başbakan konumundaki kişiye, ülkenin en azından tam bir çıkmaza girmesini önleyebilecek koalisyonun kurdurulmaması, bunun en önemli göstergesiydi. Mahkemelerin, hatta Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararlarının uygulanmaması neredeyse bir gelenek halini aldı. Türkiye’nin gerçek anlamda yönetilmediği, frenleri patlamış bir araba gibi her türlü riske açık şekilde belirsiz bir yörüngede ilerlediği pek çok kişi tarafından dile getiriliyor.

Ara Rejimin Ekonomiye Yansıması: Kaos

Ara rejim, ekonomide de bir kaosu beraberinde getirdi. Ancak ekonomi, diğer alanlardan farklı olarak, siyasi altüst oluşlar yaratabilecek bir kriz potansiyeline sahip. Ekonomik durumun giderek kötüleşmesi, Kürtlere karşı başlatılan yeni savaşı sürdürülebilir olmaktan çıkarabilir.

Türkiye’nin ekonomik durumu 7 Haziran seçimleri öncesinde de pek parlak değildi. İhracat azalıyor, yatırımlar durma noktasına geliyor, iç talep giderek zayıflıyor ve durgunluk, daralmaya dönüşme eğilimi gösteriyordu; sonuç olarak da işsizlik artıyordu. O zaman yapılan yorumlarda, cari açık, özel sektörün yüksek dış borcu ve ekonomik durgunluk nedeniyle Türkiye’nin dış şoklara karşı ciddi bir kırılganlık içinde olduğu söyleniyordu.

Erdoğan liderliğindeki ara rejim ya da başka bir ifadeyle örtülü darbe rejimi kısa süre sonra, küresel koşullarda beklenenden daha erken gerçekleşen bir bozulmayla karşı karşıya kaldı. Bu kez bozulma Çin kaynaklıydı. Çin’de devlet desteğiyle borsada oluşturulan balon patladı ve Çin borsası çöktü. Ardından Çin, para birimi yuanı devalüe etmek zorunda kaldı. Bunun nedeni, Çin ekonomisinin resmi verilerin işaret ettiğinin ötesinde bir yavaşlama içine girmesiydi. Çin, yuanı devalüe ederek rekabet gücünü ve ihracatı artırmayı amaçlamıştı.

Devalüasyon, Çin ekonomisinin yavaşlamakta olduğunun itirafı olarak yorumlandı. Resmi veriler % 7 oranında bir büyümeden söz etse de, bu oranın % 5’e kadar düşebileceği tahminleri güçlendi. Bu durum, Çin’e kayda değer miktarda ihracat yapan AB ülkelerini tedirgin etti. Örneğin Euro Bölgesi’nin lokomotifi durumundaki Almanya, ihracatının önemli bölümünü Çin’e yapıyor.

En çok tedirgin olanlar ise, Çin’e sanayi hammaddesi (emtia) ve petrol ihraç eden “gelişmekte olan ülkeler” (GOÜ’ler) grubu oldu. Çin, dünya ekonomisinin büyümesine % 30 katkı yapıyor ve imalat sanayinde kullanılan bakır, nikel, çinko, demir cevheri gibi sanayi hammaddelerinin en büyük alıcısı durumunda.  Örneğin dünyada üretilen termal kömürün % 50’sini, alüminyumun % 48’ini, nikelin % 47’sini, bakır, demir cevheri ve kurşunun % 44’ünü ve petrolün % 15’ini tek başına Çin tüketiyor. Yaklaşık 35 ülke ihracatının % 15’ten fazlasını Çin’e yapıyor. Somutlayacak olursak, Çin’e demir cevheri ihracatının % 80’i Brezilya, Avustralya ve Güney Afrika tarafından yapılıyor.

Çin’in büyümesinin % 7’den % 5’lere düşmesi, Çin’e emtia ihracatı yapan GOÜ’lerin ekonomik durgunluğa girmesi tehlikesini gündeme getiriyor. Çin’de büyümenin yavaşlaması ve diğer GOÜ’lerin durgunluğa girmesi ise, küresel resesyon ihtimalini güçlendiriyor.

Bütün bu gelişmeler, fiili olarak Çin’e ihracat yapsın ya da yapmasın, “bulaşıcılık etkisiyle”  son haftalarda GOÜ’lerden sermaye çıkışını artırdı; bu ülkelerin para birimlerindeki kayıplar, 2008 küresel krizi sırasındaki kayıpları aştı. Küresel koşulların kötüleşmesi nedeniyle GOÜ’lerden sermaye çıkışının son 13 ayda 1 trilyon dolar gibi çok yüksek bir tutara ulaştığı belirtiliyor. Oysa merkez kapitalist ülkelerde kriz yaşanırken, dünya ekonomisinde büyümenin motoru, başta Çin olmak üzere GOÜ’ler olmuştu. Türkiye’nin de içinde bulunduğu önde gelen 19 GOÜ, 2009-2014 yılları arasında 2 trilyon dolar dış kaynak çekmiş ve yüksek büyüme oranlarıyla küresel ekonomiyi desteklemişlerdi.

Aslında, başta Japonya ve Euro Bölgesi olmak üzere, merkez kapitalist ülkelerin henüz krizden çıkamadıkları bir dönemde, Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz artırma beklentisi ve GOÜ’lerin 2008-2014 arasında küresel likidite bolluğundan yararlanarak aldıkları borçları artık geri ödeme zamanının gelmesi nedeniyle, krizin merkezinin GOÜ’lere kaydığı uzun süredir söyleniyordu. Örneğin, 2008 sonrasında küresel büyümenin lokomotifliğini yapan Çin’in borcu 7 trilyon dolardan 28 trilyon dolara yükselmiş ve aynı tempoda büyümesini zorlaştıran yapısal sınırlar kendini göstermeye başlamıştı. Çin’deki gelişmeler, dünyanın imalathanesi ve en büyük hammadde tüketicisi konumuyla, GOÜ’lerin karşı karşıya olduğu sorunları iyice ağırlaştırdı.

Sermaye çıkışı yaşanan ülkelerden biri de Türkiye oldu. Fakat “jeopolitik riskler”, içerde savaşı yeniden başlaması, uluslararası sermayenin tercihi olan AKP-CHP koalisyonunun kurdurulmaması ve sonucu belirsiz bir erken seçime gidilmesi, Türkiye’yi GOÜ’ler arasında en riskli iki-üç ülkeden biri haline getirdi. 

Sonucu biliyoruz: Dolar kuru, 3 TL sınırını deniyor; yılbaşından bu yana TL’de dolar bazında   %  28 oranında devalüasyon meydana geldi.  Dolar kurundaki hızlı yükseliş, Türk bankaları ve reel sektör şirketlerinin azımsanmayacak kısmı kısa vadeli olan yüksek döviz borçlarının TL karşılığını tehlikeli şekilde artırıyor. Örneğin, yılbaşında şirketlerin döviz borcunun karşılığı 427 milyar TL iken, 20 Ağustos itibarıyla 528 milyar dolara çıktığı tahmin ediliyor.[1] Ekonomi medyasında döviz kurlarındaki hızlı artış sınırlandırılamazsa, iflasların başlayacağı yazılıp çiziliyor.

Merkez Bankası (MB), Erdoğan’ın vesayetçi başkanlık döneminden bu yana döviz kurlarındaki artışa karşı önlem almaktan alıkonuyor. Bunun nedeni, büyük ölçüde inşaata dayalı olarak gelişen AKP etrafındaki sermaye gruplarının iflastan korunmak istenmesi. Zira MB faizleri artırırsa, konut kredisi faizleri de artacak ve eldeki büyük konut stokunu eritmek zorlaşacak. Bankalardan yoğun kredi kullanan büyük inşaat firmaları, borçlarını ödemekte zorlanmaya başlayacaklar.

AKP’nin ağırlıkla inşaat sektöründe palazlandırdığı sermaye grupları, şu anda ara rejimin en önemli destekçilerinden biri konumunda. Bu sermaye grupları bir yandan “yandaş” medyaya kaynak sağlıyor; diğer yandansa AKP’nin güçlü bir kitle partisi olmasını sağlayan, geniş bir kitlenin sebeplendiği kapsamlı bir rant dağıtım şebekesini yönetiyor.

Bununla birlikte, MB eninde sonunda faizleri artırmak zorunda kalacak. Dünyada GOÜ’ler kaynaklı yeni bir resesyon ihtimalinin güçlenmesi, bunun sonucunda küresel sermayenin GOÜ’leri terk ederek güvenli limanlara (ABD ve Euro Bölgesi tahvillerine) yönelmesi ve yurtiçinde AKP’yi tek başına iktidar yaparak ara rejimi kalıcılaştırma çabaları, muhtemelen döviz kurlarını tırmandırmaya devam edecek. Bu nedenle, yüksek bir ihtimalle faiz artırımı kaçınılmaz hale gelecek. Türkiye ekonomisinin kur artışı, buna bağlı olarak enflasyonda yükseliş ve faiz artışı sarmalına girmesi hiç de uzak bir ihtimal değil. Kuşkusuz bu gelişmeler, askerlerden Erdoğan’a ve AKP’ye, yandaş sermaye gruplarından AKP tabanının kayda değer bir bölümünü birbirine kenetleyen rant şebekelerine kadar uzanan iktidar bloğunu tehdit ediyor. Tam da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları “Türkiye’nin kredi notunu düşürsek mi?” diye düşünürken, olduğu kadarıyla parlamenter demokrasinin sınırları zorlanmaya devam edilir, örneğin 1 Kasım seçimlerinde AKP tek başına iktidar olamasa dahi koalisyona direnilir ve ara rejimin ömrünü uzatma girişimleri sürerse, ekonomik kaosa sürüklenme ihtimali de o ölçüde artacaktır.

 

 

 


[1] Osman Arolat, “Siyasilerin Karar Verirken Empati Duyması Gereken Dört Alan”, Dünya, 21 Ağustos.