Çağlayan’da bulunan İstanbul Adliyesi’nde, 11 Haziran 2013’te Gezi Parkı eylemlerine destek veren, bu kapsamda hukuka aykırı gözaltı işlemlerine karşı protesto eylemleri yapan avukatlar İstanbul Çağlayan Adliyesi’ndeki sorumlu savcının talimatı ile özgürlüklerinden yoksun bırakılmışlardı. Bunu öğrendiğim anda Çağlayan’daki adliyeye koşup gittim. Beni de alsınlardı gerekirse, olacak şey miydi bu?!

Savunmayı temsil eden avukatlar, yargı sisteminin sarı, kırmızı ve yeşil renkleri ile tanınan sujeleri ile yasalar önünde eşitliğini simgeleyen, cebi ve düğmeleri olmayan kara cübbeleri üzerlerindeyken adliyenin ortasında çevik kuvvet ekipleri ve özel güvenlik ekiplerince yaka paça dışarıya atıldılar. Kaba kuvvete maruz kaldılar, darp edildiler, kıyafetlerini parçaladılar.

Yakalama desem yakalama değil, gözaltı deseniz hiç değil! Avukatların yakalanarak dışarı çıkarılması için müdahale emri verenler nedense daha sonra bu emirlerini bir türlü yazılı hale getiremediler. Bu nedenle de avukatların hangi suçlama ile 'yakalandıkları' öğrenilemedi.

Saatler geçerken adliye içindeki bekleyişimiz gergin ancak kararlıydı. Aralıklı olarak sloganlar atılıyor, alkışlarla adliye içi inletiliyordu. Beklenti ikinci bir ‘dalga’ ile yeni protestocu avukatların da alınmasıydı ancak kimsenin böyle bir şeyden korktuğu da çekindiği de yoktu.

Bekleyiş devam ederken beyaz atı ile adliyeye Baro başkanımız Av.Dr.Ümit Kocasakal ve mahiyeti girdi. Gözlerimizin içine baktı, gözlerimizin içine özgüvenli bir bakış attı ve sükunet içinde olmamızı telkin edip kararlı adımlarla yel değirmenlerine saldırıya geçti. Ardından da tek boynuzlu beyaz atı ile Av. Metin Feyzioğlu geldi. O da Savcı’nın yanına çıktı.  Bir iki saat belki Savcı’yla görüşmeye gitmişlerdi ki önce - meslektaşlarım bilirler- Baro’da İngilizce dersleri veren bir meslektaşımız olan Av. Metin Bey geldi. Geldi ama mübarek sanki Baro başkanı, sesi de kısıktı galiba sadece ağzını oynatıyor ve arkadaşlar hadi artık dağılalım diyor(muş). Mesajımızı vermişmişiz, diyeceğimizi demişmişiz... Bir yandan komikti, ama meslektaşlar arası gerginliği de artıran bir girişimdi. Velhasıl kimsenin dağılmaya niyeti yoktu.  Biraz sonra da Başkan savaş alanından, pardon Savcı’ların yanından geldi.   

Eh, saldırdığı şey bir yel değirmeni, silahı da o ruhsuz, taştan yapılma değirmenleri kesmez, delmez biçare haldeki hukuk denen mefhum olunca o gururlu giriş, mahcup, kısmen de mağlup bir geri dönüş ve yeniden sükunete çağrı ile sonuçlanmıştı.

Getirdiği mesajlar mealen şöyleydi: Burada bekleyen avukatlar Adliye'deki eylemlerini sona erdirirlerse savcılar meslektaşlarımızın çok büyük ihtimalle bir iki saate bırakılacağını ifade ettiler.

Zınkkkk!!!

Avukatların aksiyonu da mealen şöyle oldu: Şantaj ha! Kimi tehdit ediyor bunlar? Bakın Sayın Başkan, biz buna pabuç bırakmayız! Buradayız ve arkadaşlarımız serbest kalıncaya kadar da burada kalmaya devam edeceğiz.

Başkanımız kendi ifadesi ile çözüm odaklıydı. O yüzden sürekli bizi Adliye içindeki meydandan uzaklaştırmaya vezalimin daha fazla sinirlendirilmemesi üzerinden meseleyi çözmeye çalışıyordu. Önce içerdekileri bir çıkaralım, mücadeleyi sonra birlikte verelim diyordu.

Baromuz ve yönetimi, adliye içinde devlet şiddetine cübbeleriyle maruz kalan meslektaşlarımızın önemli bölümü ÇHD'li olduklarından mıdır, yoksa Gezi eylemlerini ve bu eylemlerin adliyeye yansımalarını, Silivri davaları kadar önemli saymadıklarından mıdır nedir bilmiyorum bir türlü güçlü bir aksiyon alamıyorlardı. Sürekli bir geriden takip, geç kalış halindeydiler. Saldırının üzerinden saatler geçmiş olmasına karşın yüksek olasılıkla bırakılacaklardan öteye geçmiş bir söz söyleyememişler ve cevap alamamışlardı. Silivri'de duruşmaları görülen bir dava için Baroya kayıtlı avukatların tümüne, duruşmalara girmeyin gelin bu davayı birlikte takip edelim, baro yönetiminize sahip çıkın diye SMS atarken, kameraların önünde yaka paça polis ve özel güvenlikçi şiddetine maruz kalan 50 civarı avukat için bu kadarcık bir aksiyonu bile saatler geçmesine karşın maalesef ortaya koyamıyorlardı. Hatta Sayın Başkanımız meslektaşlardan bu konu ile ilgili anlık olarak gelen eleştirileri maalesef kaldıramamış, sinirlenmiş, sesini duyurmaya çalışan meslektaşlarına karşı seneye seçim var kendinize göre bir başkan seçersiniz diyebilmiş ve başmuktedirin kopyası ifadeler kullanabilmişti.

Avukatların özgürlüklerinden alıkonuldukları günün ertesinde yapılacak eylem ve basın açıklaması konusunda dahi enteresan bir çekingenlik sergileyen Baro yönetimi bu eylem ve basın açıklaması için adliye dışını mekan gösterip bir kez daha avukatların tepkisini çekiyordu.

Oysa meslektaşlarımızın çoğu kararlıydı. Bu hukuksuzluk nerede gerçekleştirildi ise orada tepki verecektik. Evet, Baromuz ve Baromuzun çağrısına uyanlar Adliye dışında eylem ve basın açıklamalarını yapabilirlerdi; ancak biz içeride buluşacak ve asli unsuru olduğumuz adliyeye ve mesleğimize sahip çıkıp adliyenin ortasında buluşacaktık.

Öyle de oldu. Binler adliyenin içindeki orta alanına doldu. Baronun çağrısına uyan diğer meslektaşlarımız da adliye dışında değil adliye içinde konumlandı. Yüreklerinin sesini dinleyen meslektaşlar Adliyeyi sloganlarla inletiliyordu. Bir önceki gün 50 avukata yapılan 3000 civarı avukata belli ki yapılamıyordu.

Bir süre devam eden bu eylemlilik sonrasında dışarıya çıktık ve Basın açıklamasına katıldık. Adliye girişi adliyenin araç yolu bir nevi avukat grevi ile işlemez hale getirilmişti. Gezi ile iliklerimize kadar hissettiğimiz birlik olmanın kudretinin bir tezahürüydü. Yıkıcı değil, varlığını hissettirici bir eylemlilikti. Önce Baro Başkanı konuştu.

Enteresandır, Gezi olayları sonrası özellikle seküler kesimde oluşan dini değerlere saygı gösterme hassasiyeti basın açıklaması sırasında da yaşandı. Tam Başkanımız konuşmaya başlamıştı ki ezan okunmaya başladı. Birden dört bir taraftan basketboldan bilinen mola işareti başkana doğru yapılınca Başkan da göz kırptı ve kısa bir ara vermeye karar verdi. Tabi Başkan kısa bir ara verdi ama sevgili cami imamı duyduğum en uzun öğle ezanlarından birisini okuyunca ara da biraz uzadı.

Sonrasında ÇHD adına bir Avukat konuştu ve işte o ana kadar süregelen büyü orada bozuldu. Faşizme karşı ısrar, azim, dik duruşla omuz omuza diye haykıran suretlerin omuzları birden bire düşüvermişti.

Basın toplantısını öncesi ve sonrası ile gelişimini sloganlarla özetleyecek olursak:

Adliye içindeyiz:

“Faşizme karşı omuz omuza”

Alkış, haykırış, ısrar, azim, direnç, dikleniş…

Adliye dışına çıktık:

“Her yer Taksim her yer direniş”

Alkış, haykırış, ısrar, azim, direnç, dikleniş…

Başkanımız konuşuyor:

“Avukatların adliyenin içinden polis zoru ile alınıp götürülmesi kabul edilemez”

Alkış, alkış, ıslık, HER YER TAKSİM HER YER DİRENİŞ! Bu daha başlangıç, mücadeleye devam… Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

ÇHD’li meslektaşımız konuşuyor:

“Aynı şekilde KCK davası tutuklusu ve ÇHD’li tutuklu meslektaşlarımızın da hakkını aramak için de buradayız, onlar için de çaba sarf etmeliyiz”

Tıssss!!!

Yanı başımdaki bir meslektaş:(Bu arada çeşitli yerlerden homurdanmalar)

“Meslektaşım konuyu saptırmayın ne alakası var teröristlerle Gezi direnişinin!”

İtiraz:

“Asıl siz saptırmayın onlar meslektaşınız değil mi?”

Kakafoni:

“Ben bu ortamda daha fazla duramam PKK’lılar için gelmedim ben buraya!”

“Arkadaşlar dağılmayalım, lütfen”

“Birbirimize karşı hoşgörülü olalım”

Kalan sağlar bizim: 

BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM…

Avukatlar arası bu muazzam dayanışmanın fitilini aykırı ve cesur tutumları ile özgürlüklerinden alıkonulan ÇHD’li avukatlar ateşlemişti. Protesto için meydana gelen diğer avukatların da mantık olarak özgürlüklerinden alıkonulan avukatlar yani ÇHD’liler için oraya gelmiş olması gerekirdi. ÇHD adına açıklama yapan meslektaşını dinlemeye bile tahammül edemeyen biri, ÇHD’li avukat arkadaşına yapılana karşı çıkmak için Adliyeye gelip yapılanları protesto ediyor olabilir miydi? Yoksa onun tek derdi başmuktedir miydi? Peki çoğulculuk, kültürel ve demokratik haklar, kapitalizm karşıtlığı, emperyalizm karşıtlığı, bireyin kimlik sorunları, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, haksız tutuklamalar, tutukluluk süreleri, ifade özgürlüğü önündeki engeller, siyasi partiler yasasındaki adaletsizlikler, çevrenin kalkınma politikalarına feda edilmesi, vs... meseleler gündeme geldiğinde tısss diye tanımladığım sesi çıkaranlarla aynı ortamda salt başmuktedir karşıtlığı adı altında yan yana durulabilir miydi?