Türkiye’de son birkaç haftada yaşananlar insanların kafalarını karıştırmaya yetti. Balyoz darbe planı ve ardından İrticayla Mücadele Planı çerçevesinde bazı eski kuvvet komutanları ve dört muvazzaf amiral gözaltına alındı. Gözaltına alınalar arasında birisi Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensip Koordinasyon Daire Başkanı, diğeri ise Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı olmak üzere iki muvazzaf tümamiralin bulunması operasyonun emekli paşalarla sınırlı kalmadığını göstermesi açısından önemliydi. Bence asıl önemli olan ise, Erzincan-Erzurum hattında hayata geçirilmeye çalışılan İrticayla Mücadele Planı kapsamında gözaltına alınanlar ve haklarında iddianame düzenlenenlerdi. İslami cemaatleri kriminalize edip darbe ortamı oluşturmaya çalışmakla suçlananlar arasında tutuklanan bir başsavcı ile ifade vermeye gitmeyen 3. Ordu Komutanı da vardı. Bu gelişmelerin hemen ardından Genelkurmay Askeri Savcılığı, Albay Dursun Çiçek’in imzasının gerçek olduğunu kabul etti ve Çiçek’i tutuklanması istemiyle Askeri Mahkeme’ye sevk etti.
Bu gelişmeler, “Türkiye’de askeri vesayet rejimi bitiyor mu?” tartışmalarına yol açtı. Buna biraz acele karar verip, örneğin Ahmet İnsel gibi “askeri vesayet rejiminin bittiği”ni ilan edenler oldu. Muhafazakâr/liberal medyanın bu konudaki iyimserliği ise zaten biliniyor.
Eğer Türkiye’de askeri vesayet rejimi bitmese bile, önemli ölçüde tasfiye edilmeye başlandıysa, o zaman ağırlıklı olarak Kürt bölgesinde, daha düşük yoğunluklu olarak ise başka yerlerde yaşananları nasıl açıklayabiliriz? Birkaç örnek vermek istiyorum. 12 Mart’ta yayımlanan haftalık Düşünce Özgürlüğü Bülteni’ne göre:
- Siirt’te kapatılan Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) Aralık 2009 tarihinde gerçekleştirdiği basın açıklaması sırasında, kendisine verilen pankartı taşıyan ve okuma yazması olmadığı için üzerinde ne yazıldığını bilmeyen 49 yaşındaki 6 çocuklu Vesile Tadik, ilk duruşmada 7 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı;
- Özellikle “taş atan çocuklar”ın ağır şekilde cezalandırıldığı Adana’da insan hakları aktivisti olarak öne çıkan ve çocukların durumunu sık sık kamuoyunun gündemine taşıyan eski Adana İHD şube Başkanı Ethem Açıkalın İsviçre'ye sığınmak zorunda kaldı.
Bunun nedeni, Ethem Açıkalın’ın insan hakları ihlallerini kınadığı için üç ayrı örgüte üye olduğu iddiasıyla yargılanması ve daha önce almış olduğu mahkûmiyet cezalarıydı.
Açıkalın hakkında, DHKP-C, PKK ve Marksist Leninist Komünist Partisi (MLKP) örgütlerine üye olmaktan dava açıldı. Ayrıca kendisine, "PKK propagandası yapmak", "halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek", "görevli memura mukavemet etmek" ve "toplantı gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet etmek" suçlamaları da yöneltildi. Açıkalın'ın 30 yıldan fazla hapsi isteniyor.
- Adıyaman’da yayımlanan Gerger Fırat gazetesi yazı işleri müdürü Hacı Boğatekin, asıl tehlikenin PKK değil Gülen Cemaati olduğu düşüncesine yer veren "Feto ve Apo" yazısı nedeniyle Fethullah Gülen’e hakaret ve iftirada bulunduğu, ayrıca adil yargılamaya etkilemeye teşebbüs ettiği iddialarıyla toplam 5 yıl 1 ay 7 gün hapis cezası aldı.
Son olarak, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yakınlarda açıkladığı 2009 İnsan Hakları Raporu’nda Türkiye başlığı altında belirtilen bazı olgulara yer vermek istiyorum:
- Yaklaşık 106 bin kapasiteli 367 adet cezaevinde, 114 bin 500 mahkûm bulunuyor. Bunların da 60 bine yakınını duruşmaya çıkmaya bekliyor [özellikle Kürt siyasetçilere ve çocuklara dönük tutuklamaların bu sayının artmasına katkıda bulunduğu biliniyor –T.D.];
- Yıl içinde 34 gazeteci sözlerinden dolayı gözaltına alındı, 29 yayın geçici olarak durduruldu ve 62 kitap toplatıldı;
- Yıl içinde polis özellikle Güneydoğu’daki çok sayıda DTP bürosuna baskın düzenledi, yüzlerce DTP üyesini gözaltına alındı. Savcılar DTP üyelerine karşı çok sayıda inceleme ve dava başlattı. Jandarma ve polisin DTP üyelerine sözlü tehditlerde bulunduğu, gösteriler sırasında keyfi gözaltılar ve kontrol noktalarında alıkoymalar gerçekleştirdiği görüldü.
***
Eğer yukarıdaki veriler ve daha birçoğu askeri vesayet rejiminin bittiğine ilişkin pek olumlu sinyaller vermiyorsa, fakat diğer yandan Türkiye tarihinde ilk kez bir ordu komutanı hakkında darbeye teşebbüs suçlamasıyla iddianame düzenleniyorsa, sanırım bu durumda tartışmayı biraz derinleştirmemiz gerekiyor. Herhalde insanların kafasını da en çok bu nokta karıştırıyor: Bu kadar anti-demokratik uygulamanın devam ettiği, 12 Eylül Anayasa’sında köklü değişiklikler yapılmadığı bir ülkede emekli ve muvazzaf askerlerin yargı önüne çıkartılması sivilleşme açısından tam olarak ne anlama geliyor ve ne kadar umut veriyor?
Öncelikle son haftalarda Balyoz ve İrticayla Mücadele Planı çerçevesinde askerlere dönük yapılan operasyonlara bir göz atalım. Yapılan tartışmalarda dikkatimi çeken nokta şu oldu: Sanki Türkiye, Pasifik Okyanusu’nda herhangi bir jeopolitik önemi olmayan bir adaydı ve yaşananlar ülke içindeki güçlerin çatışmasından ibaretti.
Türkiye’de yaşananları daha anlamlı bir bağlama yerleştirebilmek için ABD’nin Türkiye’yi, “ılımlı İslam modeli ülke” olarak öne çıkarma planını ciddiye almak gerekiyor. Ulusalcılar tarafından fazlasıyla gündeme getirildiği için bu modelin anılmasının antipatik çağrışımlar uyandırdığının farkındayım. Fakat okumakta olduğum Göçün ve Kentin İktidarı: Milli Görüş’ten Muhafazakâr Demokrasiye AK Parti (Çıra Yayınları, Ocak 2010) adlı kitabında Ali Bulaç da bu modeli ciddiye alıyor ve zaten AKP’ye de böyle bir misyon yüklendiğini belirtiyor.
Bilindiği gibi, 11 Eylül sonrasında ABD radikal İslami hareketlerin önünü kesebilmek için ağırlıkla Müslüman olan, fakat toplumsal taleplerin de demokratik şekilde dile getirilebileceği “model” ülke arayışına girdi. Tabii İslam Dünyası’nda buna en yakın örnek Türkiye idi. Türkiye’de ise askerler Soğuk Savaş döneminden kalma modern veya postmodern darbeci geleneklerini terk etmek istemediler ve farklı toplumsal kesimleri birbirine düşürerek kendilerine bağlı bir hükümet kurma çabalarını sürdürdüler. Hatta İrticayla Mücadele Planı çerçevesinde bu doğrultuda uygulamaya geçtikleri de anlaşılıyor. Fakat 2010 yılında yaşıyoruz ve Türkiye’nin askeri bir darbe için provokasyonların yapıldığı, camilerin bombalandığı bir ülke görüntüsü vermesi ABD’yi çok rahatsız ediyor. Dolayısıyla, artık kendi çıkarlarına zarar veren bir konuma gelen darbeci ekiplerin tasfiyesi için bizzat bastırdığı anlaşılıyor. 3. Ordu Komutanı’nın gizli darbe örgütlenmesinin bir numaralı sanığı olarak iddianamede yer alması ve Genelkurmay’ın bir göz korkutma toplantısı dışında buna ses çıkarmaması, bana göre ortada AKP’yi aşan faktörlerin devrede olduğunu gösteriyor. Elbette bu noktada, TSK’nın sadece ABD karşısında bu kadar itaatkâr davrandığını göz önüne almamız gerekiyor.
Öyleyse askeri vesayet rejimi –asıl uygulatıcı güç ABD de olsa– sona eriyor mu? Bu soruya anlamlı yanıtlar üretebilmek için öncelikle Türkiye’de “askeri vesayet rejimi” derken neyi kast ettiğimizi açıklığa kavuşturmakta fayda var.
Türkiye’de askeri vesayet rejimi dediğimiz şey gerçekte, 12 Eylül rejimi ve 90’larda Kürt savaşıyla birlikte askerlerin 12 Eylül’de kurulan yasal çerçevenin de ötesine geçerek fiilen iktidarda belirleyici güç haline gelmesidir. Ülkemizde yaşanan son darbe olan ve yükselişe geçen İslami akımlarla Kürt mücadelesini hedef alan 28 Şubat darbesi de bu sürecin doruk noktası olarak nitelendirilebilir.
Bugünlerde “normalleşme”den söz ederken, sanıyorum 90’ların sonuna kadar ülkeyi gerçek bir ekonomik ve toplumsal çıkmaza sürükleyen –halen de daha düşük bir yoğunlukta aynı işlevi yerine getiren– ordunun yönetimdeki ağırlığının azaltılmasından bahsediyoruz. Gerçekte “normalleşme” süreci 1999’da iş başına gelen DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetiyle başladı ve AB’ye uyum süreci çerçevesinde Anayasa ve yasalarda bazı reformlar yapıldı; daha sonra 2002’de kurulan AKP Hükümeti eliyle bu reformlar güçlendirilerek sürdürüldü. Türkiye’nin AB’ye adaylık başvurusu da 1999 Helsinki zirvesinde kabul edildi. 1999-2000 yılları, aynı zamanda gerek ABD’nin gerekse AB’nin Türkiye’de ekonomik ve siyasi reformların vaktinin artık geldiğini güçlü biçimde hatırlattığı yıllardı.
Fakat 2005 yılından itibaren reform süreci tam anlamıyla kesintiye uğradı. Önce 2005’de temel hak ve özgürlükleri daha da fazla kısıtlayan yeni Türk Ceza Kanunu (TMK) çıkartıldı. 2006’da ise değiştirilmiş ve çok daha ağırlaştırılmış haliyle yeni Terörle Mücadele Yasa (TMY) tasarısı yasalaştı. Bugün gösterilere katılan Kürt çocuklarının ve Kürt coğrafyasında yaşlı, genç, kadın, erkek herkesin “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgütün talimatıyla hareket etmekten” “suçlu” bulunması, AKP döneminde değiştirilen bu TMY ile mümkün oluyor. 2005’ten itibaren reform sürecinin askıya alınması ve askeri vesayet rejiminin tekrar pekişmesi birkaç faktöre bağlanabilir. Bunlardan birisi, kuşkusuz, AB’nin Almanya, Fransa gibi iki büyük ortağının Türkiye’yi tam üye yapmamaya zimnen karar vermiş olmasıdır. Diğeri ise PKK’nin 2004’te yeniden silahlı mücadeleye dönmesiyle birlikte bölgede baskı politikalarının yeniden devreye sokulmasıdır.
Yakın tarihimizdeki bu gelişmeleri biraz analiz etmeye çalıştığımızda şu gerçeği bütün çıplaklığıyla görebiliriz: 90’ların başında Kürt savaşının alevlenmesiyle birlikte doruk noktasına çıkan askeri vesayet rejiminin, bu savaş sonlanmadan ve Kürt sorunu anlamlı bir çözüme kavuşturulmadan “sona ermesi” pek mümkün görülmüyor. 2006'da değiştirilen ve dört yılda binlerce mağdur yaratan anti-terör yasaları, halen sorunu askeri yöntemlerle çözme azmindeki askerlerin talebiyle çıkartıldı; temel hedefi ise sivil insanları cezalandırarak Kürt halkının mücadelesini bastırmaktı. Söz konusu anti-terör yasası bugün Kürt bölgesinde AKP eliyle uygulanıyor. Dolayısıyla, 90’lı yıllardaki iç savaşın bir hediyesi olan “hükümetlerin iktidarı askeriyeyle paylaşmak zorunda kalması”nın temel nedeni varlığını koruyor.
Bu koşullarda eğer “askeri vesayetin sora ermekte olduğu” tespitini yapıyorsak, bunun bir tek anlamı olabilir: Demek ki Türkiye’yi ikiye ayırıyoruz ve Kürtleri temel hak ve özgürlükleri güvence altında olması gereken özneler olarak görmüyoruz.
Şimdi biraz daha derine, 12 Eylül’ün kurduğu rejimin sert çekirdeğine bakmaya çalışalım. Zira 30 yıldır askeri vesayet rejiminin devamını sağlayan bu sert çekirdektir. 12 Eylül rejiminin temel dayanaklarını iki ayrı kategoride değerlendirebiliriz.
Birincisi, temel hak ve özgürlükler alanıdır. İfade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri düzenleme, dernek ve siyasi parti kurma hakkı, hakkaniyetli bir temsil sistemine dayalı seçimler, sendikal faaliyet yürütme, grev yapma hakkı, gözaltında onur kırıcı muameleye uğramama, savunma hakkı ve benzeri alanlarda kalıcı bir iyileşme görülmüyor ve 12 Eylül, bir başka deyişle askeri vesayet rejimi bu anlamda varlığını sürdürüyor. Türkiye yaşayan herkes de bunun farkında. Bununla birlikte, ana-akım medyaya yansıyan “askeri vesayet” ve “sivilleşme-normalleşme” tartışmalarında temel hak ve özgürlüklerin, bazı dürüst aydınlar dışında, pek ağızlara alınmaması son derece ilginç bir durum oluşturuyor. Askeri vesayet rejiminin bu en temel mirasının sorgulanmaması, herhalde Türkiyeli aydınlara has bir tutum olmalı.
12 Eylül hukukuyla birlikte kalıcılaştırılan askeri vesayet rejiminin ikinci temel dayanağı ise devlet kurumlarıyla ilgili olarak gerçekleştirilen düzenlemedir. Bugün AKP’nin sınırlı şekilde gevşetmeye çalıştığı anayasal kurumlar tahakkümü de bu düzenlemenin bir sonucudur. Özet olarak söylersek, 12 Eylül, kalıcı bir kuruma dönüştürdüğü Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) ve âdeta bir gölge hükümet gibi işleyen MGK Genel Sekreterliği’nin vesayeti altında şöyle bir kurumlar hiyerarşisi oluşturmuştur: Yasama ve yürütmenin gücü sınırlıdır; yasama organı olan meclis ve onun içinden çıkan hükümet, üyelerinin büyük bölümü Cumhurbaşkanı ve dar bir bürokratik oligarşi tarafında seçilen yüksek yargı organlarının (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, HSYK) ve şimdi artık hükümetin söz sahibi olmaya başladığı RTÜK, YÖK ve benzeri kurumların sıkı denetimi altındadır. Gündeme gelebilecek anayasal ve yasal değişiklikler, hükümetlerin icraatları vs. rejimin temel ilkeleri gözetilerek gerektiğinde engellenebilecektir.
Günümüzde “askeri vesayet rejimi çözülüyor” denirken, esas olarak 12 Eylül rejiminin kurduğu bu kurumlar hiyerarşisinin AKP Hükümeti tarafından gevşetilmeye çalışılması kast ediliyor. Örneğin son günlerde Hükümet’in kamuoyunun dikkatine sunduğu “yargı reformu”, yüksek yargı organları ve HSYK üyelerinin seçiminde meclisin ve hükümetin de söz sahibi olmasını öngörüyor.
Yüksek yargı organları üyelerinin çok dar bir bürokratik elit tarafından “seçilmesi”yle oluşan yargı oligarşisinin yerine biraz daha demokratik bir sistemin getirilmeye çalışılması elbette olumlu bir gelişme. Fakat 12 rejiminin topluma giydirdiği deli gömleğinin yırtılması, yani toplumun farklı alanlardaki öz-örgütlenmelerinin önünün açılması açısından bakıldığında, epeyce sınırlı bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Cumhuriyet rejiminin öteden beri amentüsü olan, tek geçerli kimliğin “Türk, (Diyanet’in çizdiği sınırların dışına çıkmaması koşuluyla) Sunni ve erkek” olarak kodlanmasına gelince, AKP’nin bu kurucu ideolojiyle sorunu olduğuna dair bir işaret de bulunmamaktadır.
Başka bir tartışma konusu ise şu: AKP’nin merkeze (iktidarın merkezine) taşıma uğraşı verdiği Anadolu kökenli burjuvazi, 12 Eylül rejiminin olağanüstü derecede kısıtladığı temel hak ve özgürlükler alanında (üniversitelerde türbanın yasak olması ve imam hatipler sorunu hariç) özgürlükçü düzenlemeler yapılması yanlısı mıdır? Hiç sanmıyorum. Örneğin MÜSİAD üyesi şirketlerde sendikalaşma oranının, TÜSİAD üyesi şirketlere göre çok daha düşük olduğunu biliyorum. Ama yine de AKP’nin tam olarak nasıl bir sınıfı gerçek anlamda iktidar yapmaya çalıştığını, bu sınıfın son yedi-sekiz yılda devlet eliyle rant dağıtımından nasıl bir pay aldığını oturup araştırmamız gerektiğini düşünüyorum. “Çevre”den gelen burjuvazinin “doğası gereği” liberal ya da demokratik bir karakter taşıdığı iddiasına ise hiç katılmadığımı ifade etmek isterim. Toplumsal mücadeleden bağımsız olarak bazı sınıflara “doğası gereği” belirli vasıflar yüklemek bana doğru gelmiyor.
Sonuç olarak, bütün bu gelişmelerin ortasında, gerçek bir demokrasi arzulayan toplumsal muhalefetin askeri vesayetin AKP yanlısı ana-akım medya tarafından sözü edilmeyen boyutlarını toplumun gündemine taşıması gerekiyor. “Birazcık demokratikleşme” ile yetinmeyerek, Kürt soru ile gerçek bir demokratik işleyişin oluşması arasındaki bağı vurgulaması ve sadece seçkinler arasında değil, toplumsal alanda da bir sivilleşme sağlanabilmesi için temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan yeni bir anayasa ihtiyacını dile getirmesi gerekiyor.