Geçen gün arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine okuduğum üç yazı, “barış süreci”ni, Türkiye’nin ve/veya Türk burjuvazisinin Irak Kürdistanı’ndaki petrollere göz dikmesiyle açıklıyordu. Yazıların ikisi, Express dergisinin Nisan ayında yayımlandı: Mustafa Sönmez’in “Kemik Erimesi ve Alternatif Tıp” ve Ertan Keskinsoy’un “Boruların Kardeşliği: Çözüm Sürecinin Ekonomik Dinamikleri” başlıklı yazılar. Mesele dergisinin Nisan sayısında ise Mustafa Sönmez’in aynı tezi biraz daha etraflıca işlediği bir söyleşisi yayımlandı. Yunus Öztürk’ün yaptığı söyleşinin başlığı, “Türk Sermayesi Kuşatılmışlığını ve Sıkışmışlığını Kuzey Irak’la Aşmak İstiyor”du.

Her üç yazının da temel tezini şöyle özetleyebiliriz: Yakın zamana kadar Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin altını oymaya çalışan, Barzani ve Talabani’yi “aşiret liderleri” olarak aşağılayan ve Suriye Kürdistan’ında PYD öncülüğünde yeşeren özerkliği boğmak için elinden geleni yapan Türkiye devleti ve/veya burjuvazisi, büyük bir paradigma değişikliğine gitmişti. Son yıllarda zaten Irak Kürdistanı’yla ticari ilişkiler iyice yoğunlaşmıştı. Öyle ki Irak Kürdistanı, Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülkeler arasında Almanya’dan sonra ikinci sıraya yerleşti. Şimdi ise Türkiye, üstelik merkezi Irak Hükümeti ve ABD’nin muhalefetine rağmen, Kürt petrolünü ithal etmek üzere Barzani yönetimiyle anlaşma imzaladı. Bir Türk şirketi ise (Çukurova grubu) doğrudan Kürt Yönetimi’yle petrol çıkarma anlaşması yaptı. Diğer taraftan Suriye Kürdistanı, Irak Kürdistan’ında çıkan petrolün denize taşınması için stratejik bir bölge durumunda.

Ertan Keskinsoy, çoğunlukla doğru olan bu olguları saydıktan sonra, AKP Hükümeti’nin bölgede Kürtleri ayıran sınırların geçersizleştiğini gördüğünü ve petrol rantına konma hevesiyle Kürt Hareketi’yle müzakerelere başlığını öne sürüyor [1]

Mustafa Sönmez ise, öncelikle Türk büyük sermayesinin dışa açılamamanın getirdiği cari açık gibi ağır sorunlarla boğuştuğunu gündeme getiriyor. Bu sıkışmışlığı aşmak için gözünü Irak Kürdistan’ındaki petrol rantına çevirdiğini ileri sürüyor. Bu çerçevede M. Sönmez, “aç tavuk kendini darı ambarında sanır” misali, Türk burjuvazisinin Irak Kürdistanı’nı Irak’tan kopararak ve Suriye Kürtlerini de yanına çekerek bölgede bir Türkiye-Irak Kürdistanı-Suriye Kürdistan federasyonu kurmayı tasarladığını iddia ediyor. İmralı’daki görüşmelerle Kürt Hareketi’nin, Türk burjuvazisinin petrol rantına dayalı bir “Türk-Kürt federasyonu” fikrine ikna edilmiş olabileceğini savunuyor. M. Sönmez, Kürt Hareketi böyle bir ortaklığa razı gelmişse, Kürt siyasetine “ancak geçmişler olsun” denebileceğini belirtiyor. Diğer yandan M. Sönmez, Türk sermayesinin bu projesinin büyük ölçüde hayali olduğunu, büyük güçlerin böyle bir projenin gerçekleşmesine izin vermeyeceğini savunuyor.

Umarım iki yazarın temel görüşlerini ve dayandıkları olguları hakkıyla özetleyebilmişimdir.

 ***

Yazıları okuyunca ilk tepkim şaşırmak oldu. Demek ki sonunda Türkiye devleti-AKP Hükümeti ve/veya Türk burjuvazisi, petrol rantı tutkusuyla sonunda Kürt sorununu şu ya da bu şekilde çözmeye ikna olmuştu.

Eğer böyleyse, o zaman akla gelen ilk soru ister istemez şu oluyor: Peki şimdiye kadar niçin ikna olmadı, zira petrol yatakları uzunca süredir Irak Kürt Yönetimi’nin elindeydi.

Türkiye’de muhalifler yakın tarihi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini anlamaya ve sorgulamaya çalışarak geçirdi. Son 20 yılda çoğumuz, “Kürtlerin talepleri bu kadar makulken niçin devlet bu sorunu çözüp ayağındaki ağır prangadan kurtulmuyor” diye yüksek sesle düşündük. Türkiye’ye gelip Kürt sorunuyla ilgilenen Batılı muhalif aydınlar da devletin ayak diremesini anlamakta büyük güçlük çektiler. Zira Kürt Hareketi, ayrılıkçı bir hareket değildi. Peki o zaman sorun neydi?

Ben kendi adıma şu sonuca ulaştım: Devletin temel kuruluş ilkelerinden birisi, “Türk ulusu”nun egemenliği, başta Kürtler olmak üzere başka etnisitelerle asla paylaşmama kararlılığıdır. Fazlasıyla temkinli bir “açılım süreci”nden sonra AKP de aynı ilkeleri bünyesine dahil ederek bu sistemin bir parçasına dönüştü. AKP Hükümeti’nin ve devletin diğer kesimlerinin, anadilde eğitim, siyaset yapma özgürlüğü ve özerlik gibi taleplere sonuna kadar ayak direnmesinin temel sebebi, bana kalırsa ancak böyle açıklanabilir. Kürt halkı pek küçük bir azınlık sayılmaz. Gerçek bir barışın olduğunu ve Kürt halkının bu taleplerinin büyük bölümünün karşılandığını düşünelim. Hemen arkasından gelecek adımları tahmin etmek güç değil: Kısa sürede bir KÜSİAD (Kürdistan Sanayici ve İşadamları Derneği) kurulur, Kürt emekçiler –hiç olmazsa Kürdistan’da, ama belki metropollerde de– ayrı sendikalarda örgütlenir başlarlar, bölgede ekonomik ve toplumsal kararlar özü itibariyle Kürt aktörler tarafından alınır. Türkiye’nin aşırı ölçüde merkeziyetçi şekilde örgütlenmiş, bu yüzden büyük bir zenginlik ve iktidar gücüne sahip oligarşik burjuvazisi ve siyaset sınıfının Kürt sorunu karşısında temel korkusu budur; yoksa bölünmek filan değil.  

Örneğin, Özal’ın projesi, yukarıda söz ettiğim yazılarda anlatılan projenin aynısıydı. Turgut Özal, özellikle Irak Kürdistan’ını Türkiye’nin bir nüfuz alanına dönüştürmeyi amaçlamıştı. ABD ile giriştiği pazarlıklar ve “bir koyup üç alma” politikası, Türkiye’yi bir alt-emperyal güce dönüştürme fikrine dayanıyordu. Büyük ölçüde bu nedenle içeride Kürt sorununun çözülmesi gerektiğinin farkına vardı. PKK’yle dolaylı temaslara bile başlamıştı, ancak bu inisiyatifini hayatıyla ödedi.

Türkiye devletinin “tek ulus, tek bayrak” saplantısına karşılık şimdi durumun değiştiği, özellikle 2003’ten sonra Irak’ta Kürdistan Yönetimi’nin kurulması ve 2011’den itibaren Suriye’deki gelişmeler üzerine devletin ve/veya burjuvazinin radikal bir paradigma değişikliğine gittiği söylenebilir.

Peki AKP Hükümeti 180 derecelik bir politika değişimiyle A. Öcalan’la görüşmeye başlamadan önce, bu “paradigma değişikliğinin” gözle görülür emarelerinden söz edebilir miyiz? Örneğin büyük burjuvazinin örgütü olan TÜSİAD ve Anadolu sermayesini temsil eden MÜSİAD, Kürt sorununun artık çözülmesi gerektiğini gündeme mi getirmişti? Benim hatırladığım kadarıyla TÜSİAD’ın bu konudaki en ciddi adımı, 1997’de Prof. Bülent Tanör’e hazırlatılan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporuydu. Ekonominin tamamen savaşa endekslendiği bu dönemde bile adı geçen rapor, büyük yankı uyandırmasına karşın, TÜSİAD’ın devletçi kesimi tarafından sahiplenilmemiş, hatta sert iç tartışmalara neden olmuştu.

Daha yakın tarihe gelirsek, 2009’dan itibaren “PKK’nin şehir yapılanması KCK terör örgütü” retoriğiyle olası bir çözümün yasal düzeydeki biricik muhatapları siyaset dışına itilirken, sermaye örgütlerinden Kürt sorununun çözümünün ekonominin de önünü açacağı türünden itirazlar yükselmedi. AKP-devletin Oslo görüşmelerinden tek yanlı olarak çekilmesinin ardından hükümet düzeyinde benimsenen politika ise açıktı: ABD’nin yüksek teknolojiye dayalı desteği (insansız hava araçları vs.) alınarak Kürt Hareketi’nin silahlı kanadı bitirilecek, sivil-siyasi kanadı ise insanların biner biner hapse tıkılmasıyla işlemez hale getirilecekti. Bildiğim kadarıyla bu politika sermaye çevrelerinin ezici çoğunluğu tarafından desteklendi. Adeta “bitirsinler de kurtulalım” denildi.

Son KCK operasyonlarından biri, oldukça yakın bir tarihte, 14 Mart 2013’te yapıldı. Muş’un Malazgirt ilçesi ve Batman’da BDP’li yöneticiler, il genel meclisi üyeleri ve BDP’li yurttaşlar gözaltına alındılar.[2]

Sonuçta pek iç dinamiklerden kaynaklanıyormuş gibi görünmeyen ani bir politika değişikliğiyle İmralı görüşmeleri resmen başlamadan önce, AKP, Türkiye’yi yönetmenin kolayını bulduğunu düşünüyordu. 29 yıllık uzun iç savaş süresince ülkenin batısında etkin bir barış örgütlenmesi oluşturulamadığından, devlet Türk halkını tam anlamıyla endoktrine etmeyi başarmış durumdaydı. Dolayısıyla bölgede Kürtler lehine meydana gelen bütün gelişmelere rağmen, içerideki dengelere ve hesaplara odaklanan AKP Hükümeti ve devletin diğer kesimleri, Türk halkının ezici desteğini alarak Kürt Hareketi’ni “bitiremese” de, askeri operasyonlar ve Terörle Mücadele Yasası’yla (TMY) dar bir alana sıkıştırma politikasını sürdürmeye niyetli görünüyordu.  Elbette AKP Hükümeti’nin durumu olağanüstü bir baskıyla idare etme politikasının ters yüz edilemeyişinde, Kürt Hareketi’nin sivil alandaki kronik sorunlarının da payı büyüktü.  

Öte yandan, büyük sermaye açısından bakıldığında ekonomide işler tıkırındaydı. Türkiye ekonomisinin 2011-12 yıllarında ciddi tıkanıklıklarla karşılaşması başka bir şey, sermaye gruplarının kârlılıklarını sürdürmesi başka bir şeydir. Bizzat M. Sönmez’in adı geçen söyleşide belirttiği gibi, büyük gruplar rekabetin hiç olmadığı bölgesel enerji üretim-dağıtım ihalelerine yönelmişti; “yandaş sermaye” denilen kesim ise devlet ve belediyelerin desteğiyle giderek güçleniyordu. Benim görebildiğim kadarıyla gerçek anlamda zorluk çekenler, paradoksal olarak, AKP’nin temsilcisi olduğunu savunduğu KOBİ’lerdi. 

Elbette benim gibi bunları söyleyen birisine sorulacak soru bellidir: “İyi güzel, bunlar doğru olabilir, ama madem AKP Hükümeti bu kadar rahattı, neden bir ‘barış sürecine’ başlatma gereği duydu?”

Bana göre bu süreci başlatan AKP değil, ABD’dir. Hükümet’in çok kısa bir sürede 180 derecelik bir politika değişikliğine gitmesi, ortada bir “barış süreci” olmasına rağmen TMY’de hâlâ ciddi hiçbir değişikliğin yapılmayışı, ana dilde eğitim ve güçlendirilmiş yerel yönetimlerin ağza dahi alınmaması projenin “milli” olmadığının kanıtıdır. AKP, çoğu Türk hükümetinin başına geldiği gibi, sürece son derece hazırlıksız yakalandı. “Akil insanların” oluşumundan tutun, bakanların söylemine ve Tayyip Erdoğan’ı ketumluğuna kadar her şeyden belli olmuyor mu bu?

ABD’nin Türkiye’yi neden böyle bir sürece zorlamış olduğu, hemen herkesin mutabık olduğu temel gerçekliklerle açıklanabilir. Türkiye’den bölgede oynaması beklenen rol belliydi. Hem bir İslam ülkesi hem de “demokratik” bir ülke olarak radikal İslam tehdidine karşı bir rol model olması, ABD’nin güçten düşmesiyle Ortadoğu’da meydana gelen boşluğu İsrail ve Mısır’la birlikte doldurması isteniyordu.

Dışarıdan bakıldığında, pek çok analistin ifade ettiği gibi, son yıllarda Türkiye’nin performansı bu açıdan umut vaat eden cinsten değildir. Üstelik I. Dünya Savaşı sonrası çizilen ve Kürtleri ayıran sınırların giderek bulanıklaşmasına karşın kendi ulus-devlet yapısını ilelebet koruyabileceği yanılması içindedir.

Bölgede rol model olup ABD’den geriye kalan nispi boşluğu doldurmak şöyle dursun, sırf Kürt fobisi yüzünden hükümetin Suriye politikası çökmüştür.

Dahası, Türkiye devletinin Kürtlerin bir halk olarak kolektif haklarını hâlâ inkâr etmeyi sürdürmesi, etrafında Kürt oluşumlarının ortaya çıktığı bir dönemde kendi ülke bütünlüğünü de tehlikeye düşürüyor. Son yıllarda Türkiye’de devletin endoktrine edemediği her makul insan, Kürtlerin daha ne kadar Türk halkıyla birlikte yaşamak isteyeceğini soruyor. BDP’lilerin, “barış yapabileceğiniz son kuşak biziz” demesini hatırlayın.

Bu durumda ABD’nin Türkiye’yi, doğmakta olan Kürdistan gerçekliğine uyum sağlamaya çağırması son derece makuldür. Fakat elbette bir müttefik olarak Türkiye’nin kıymetini çok iyi bilen ABD, olası bir Kürdistan’ı değil, Türkiye’nin istikrarını koruyacak şekilde kendi içinde Kürt sorununu çözmesini tercih ediyor. Zira bölgeye dönük iddiaları ancak bundan sonra belli ölçüde gerçeklik kazanabilir.

Son olarak, şu soru gündeme gelebilir: “Tamam, ‘barış süreci’ ABD’nin inisiyatifiyle başlamış olsun. Sonuçta pratikte yaşananlar –sınırlar değişmese de– bir Türkiye-özerk Kürt bölgeleri ittifakına doğru gitmiyor mu? Öcalan da Türkler ve Kürtlerin stratejik birliğinden söz etmedi mi?”

Elbette etti. Fakat sürecin Kürt halkının temel haklarının tanınmasına, yani kalıcı bir barışa doğru ilerlediğini kim söylüyor? Dışarıdan ve jeopolitik bir perspektifle bakıldığında, evet, Türkiye bölgedeki rolünü oynayabilmek için bu sorunu çözmek zorunda. Ama tarihte pek çok örneğin gösterdiği gibi reel jeopolitik “zorunluluklar”la, halkların insani bir yaşama kavuşması çoğu kez aynı sürecin paralel yönleri gibi işlemiyor. Uluslararası hegemonik güçlerin neredeyse mutlak desteğini alan bölgesel devletler, bu tür süreçleri egemenliklerinden hiç ciddi tavizler vermeden sonuçlandırmak istiyor; çünkü “barıştan” farklı bir şey anlıyorlar.

“Barış sürecine” gelince, büyük uluslararası güçlerin desteğini arkasına alan Türkiye, Kürt halkının kazanımlarını minimum düzeyde tutmaya çalışacaktır. Süreci biraz daha gerçek bir barış sürecine çevirmek ise, Kürt Hareketi’nin olduğu kadar Türkiyeli muhaliflerin de sorumluluğunda. Hepimiz şunu biliyoruz: 30 yıla yakın bir süredir Türk halkı öylesine endoktrine edildi ki bugün özellikle Ege ve Karadeniz’de önemli bir kesim “çözüme” karşı çıkıyor. T. Erdoğan’ın sözünü ettiği, süreci destekleyen yüzde 68’in büyük çoğunluğu ise gerçekte şunu destekliyor: “Bu sorun çözülecek ve teröristler silahlarıyla birlikte çekip gideceklerse, devlet terörist başıyla görüşebilir. Artık insanlar ölmeyecek ve ülkenin önü açılacaksa, teröristleri yakalama veya yok etme hedefinden vazgeçilebilir.” Ama “çözüm sürecini” destekleyen çoğunluğun gündeminde, barışın karşılığında, ana dilde eğitim, özerklik, Türkiye’deki bütün azınlık kültürlerinin güvenceye alınması, gerçek anlamda ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması gibi taleplerin olduğunu sanmıyorum. Zira Hükümet başından beri sadece, “PKK’lılar ülkeyi terk edecekler, sonra nereye isterlerse oraya gidecekler, bu sorun da çözülecek” diyor. Kürt siyasetçileri ise asıl mücadelenin Kürtlerin haklarının tanınması ve demokratikleşme bağlamında, Eylül’de çekilmenin tamamlanmasından sonra başlayacağını dile getiriyor.       

Durum böyleyken, yani konjonktürü fırsat bilerek savaşın acılarını, kapsamlı bir demokratikleşme projesinin neden gerekli olduğunu anlatmanın yol ve yöntemlerini bulmamız gerekirken, “petrol rantına” fazlasıyla endeksli gerçeklikten kopuk senaryoların olsa olsa pasifize edici bir etkisi olacaktır. Tıpkı komplo teorilerinin ürettiği etki gibi…

 

 

[1] Keskinsoy, Türk Hükümeti ile Kürt Hareketi arasındaki “yakınlaşmanın” bir diğer nedeninin de Diyarbakır ile Mardin arasındaki zengin “kaya gazı” rezervleri olabileceğini söylüyor. Türkiye Kürdistanı’ndaki kaya gazı zenginliğinin, Türkiye’nin fosil yakıtlarında dışa bağımlılığını azaltacağını belirtiyor. Fakat Keksinsoy’un kendisi de, 2013 başında başlayan İmralı görüşmelerinde bu hususun etkin bir sebep olduğunu ileri sürmenin biraz abartılı olacağını kabul ettiğinden, yazıları özetlerken bu meseleye ayrıca değinmedim.

[2] Bkz. http://www.imc-tv.com/haber-malazgirt-ve-batmanda-gozaltilar-6883.html