Korkutucu olan seçim sonuçları değil, toplumsal muhalefet adına yapılan pek çok yorum ve açıklamanın realiteden kopukluğu ve akıldışılığı. Bu, seçim öncesinde de böyleydi seçim sonrasında da böyle.

MHP ve CHP 1 Kasım'da AKP'nin tek başına hükümet kurabilecek oy sayısına ulaşması için ellerinden geleni yapıyorlardı, ama her şey rağmen halkın AKP'yi tek başına iktidara getirmeyeceği inancı korunuyordu. Kamuoyuna 1 Kasım'da sandıktan 7 Haziran'dan pek de farklı bir sonucun çıkmayacağı aldatmacası pompalanıyordu. Büyük bir kuşatma ve saldırı altında HDP paralize edilmişti, ama HDP yöneticileri % 15'in bile üzerinde oy alabileceklerini iddia ediyorlardı. İnşallah HDP'nin dışardan destekleyeceği bir AKP-CHP hükümeti kurulacak ve Türkiye kutuplaşma, gerilim ve çatışmadan uzak yeni bir evreye girecekti.

Bu tabloya bakıldığında, Türkiye'de aklı başında ve reel gelişmelere kendisini uyarlayabilen toplumsal bir muhalefetin ortaya çıkacağına inanmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü realiteden kopukluğun muhalefet adına bir realite haline gelmesi son derece yaygın bir eğilimdir. 1 Kasım sonrasında meydana gelen olumlu bir gelişme, AKP'ye oy veren büyük kitle karşısında umutsuzluğa kapılan bazı yazarçizerlerin Türkiye'yi terk etme veya iş bırakma kararı vermiş olmaları. Sözlerinde dururlarsa, en azından muhalefetin aklını başına toplama ve kendisini yenileme şansının artabileceği söylenebilir.

Niçin AKP'nin % 50'ye yakın bir oy alabileceği tahmin edilemedi?

Bu sorunun yanıtı şöyle verilebilir:

1) Birçok kamuoyu araştırma şirketi seçim yaklaştıkça AKP'ye oy akışının hızlandığını tespit etti, ama AKP'nin tek başına hükümet kurabilecek seçmen çoğunluğuna eriştiğini tahmin edemedi. Sadece bir kamuoyu araştırma şirketi (A&G) AKP'nin oy oranındaki çarpıcı yükselişi ve kolaylıkla tek başına hükümet kuracağını tahmin edebildi. Fakat "Acaba AKP propagandası mı yapılıyor?" kuşkusuyla A&G'nin tahmini inandırıcı bulunmadı.

2) Siyasi partiler, sahada olmalarına rağmen, seçmen davranışındaki AKP lehine belirgin değişimi ya gizlediler ya küçümsediler ya da körleşmeyi tercih ettiler. 1 Kasım yaklaştıkça, sadece MHP'de bir panik havası seziliyor ve MHP'den AKP'ye oy kaymasının ciddi bir problem haline geldiği anlaşılıyordu. Yoksa MHP'nin seçmen tabanında yaşanan çözülme AKP'nin tek başına hükümet kurmasına yetecek seviyeye mi erişmişti?
Durum bu olunca, 1 Kasım seçim sonuçları üzerine seçim toto oynamanın dışında tahminde bulunmanın imkânı kalmamıştı.

HDP oylarındaki gerilemeyi toplumsal muhalefet adına bir başarısızlık olarak da direnç noktasına çekilme hareketi olarak da görmek mümkün. HDP % 15 hatta onun da üzerinde bir hedef ilan ettiğine göre siyasi bir hedefleme başarısızlığından söz etmek kaçınılmaz. Meydana gelen yenilgi hissiyatına gelince, realite üzerinden mi yanılsama üzerinden mi üretiliyor ona bakmak lazım. Toplamda ve egemen eğilim olarak Kürt halkının dirençli bir duruş sergilediği ve HDP oylarında çarpıcı bir düşüşe izin vermediği açık. Fakat bu Türkiye geneline mal edilemeyecek Kürt toplumu ve Kürdistan bölgesi ile ilgili bir başarı.

HDP'nin Kürt toplumunun niçin tamamına seslenemediği, tam seslenmeye başlamışken niçin 1 Kasım'da geri çekilmenin başladığı sorulabilir elbette. Bu mesele kapsamlı bir şekilde incelenmiş değil. Kabaca şu söylenebilir: Türkiye'de Kürt nüfusunun çok önemli bir bölümü (belki yarısından fazlası) sadece Kürtlüğün değil Türklüğün de bir parçası. Türkiye'de Kürt sorunu sadece, PKK tabanı olarak da kabul edilebilecek, asimilasyona dirençli ve seçimlerde % 5 civarında bir oya sahip olduğu tahmin edilen Kürtlerle ilgili değil, aynı zamanda çeşitli biçimlerde asimilasyona açık hale gelen ve şu ya da bu ölçüde asimilasyonu kabullenme eğilimi içine giren Kürtlerle ilgilidir. Kürtler söz konusu olduğunda partiler arası oy geçişkenliği denilen şey, esas olarak bu ikinci grup içinde meydana gelen bir olaydır.

Çatışmasızlık, Türkiyelileşme söylemi ve Rojava devrimi yan yana geldiğinde Kürt toplumundaki oy geçişkenliği HDP lehine işledi. 7 Haziran'dan sonra Türk devleti HDP'nin lehine gelişmelerin tamamını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir siyaset izledi ve kısmen de olsa sonuç alabildi. Hilenin dozunu ve Kürt seçmen üzerindeki baskıyı arttırarak HDP'yi baraj altına itmek ve AKP hükümetini anayasa değişimi yapabilecek çoğunluğa ulaştırmak da Türk devletinin planı mıydı, tartışmaya açık bir noktadır. Böyle bir sonuç meydana gelse, Türk-İslam toplumu ile seküler Türk toplumu arasındaki kutuplaşmanın ulusal bir soruna dönüşmesi sürecinde kritik eşik aşılmış olurdu. Benim görüşüm, sandıkta Kürt/Kürt ayrışmasını zorlayan Türk devletinin Türk/Türk ayrışmasını tescil etme sonucunu da üreteceği için HDP'yi baraj altına itme cesareti gösteremediğidir.

Kürt toplumunun ikili yapısını ve 7 Haziran sonrasında yaşanan gelişmeleri hesaba katan bir çözümleme, HDP oylarındaki göreli gerileme karşısında şaşırmaz. Örneğin Türk devletinin, Kürt hareketinin Kobane zaferi sonrasında yaşadığı yükselişi durdurmak için harcadığı çaba sonuç vermedi demek yanlış olur. HDP söylemlerinin aksine, 7 Haziran seçiminden sonra "AKP=IŞİD" retoriğinin dayanakları ortadan kalkmaya başladı. Türk devleti IŞİD'le işbirliğine varan, NATO ve ABD ile uyumsuz Ortadoğu politikasının sürdürülemeyeceğine karar verdi ve gerekli bazı kritik düzeltmeler yaptı. İncirlik üssünün ABD'nin IŞİD'i hedef alan hava saldırıları için kullanıma açılması ve Almanya Başbakanı Merkel'in göçmen krizini görüşmek üzere Türkiye'ye gelmesi, bu gelişmenin belirgin görünümleridir. Muhalefetin seçim siyasetini güncellemek yerine, dünyadan soyutlanmış, Suriye'de cihatçı örgütlerin baş destekçisi, Batılı güçleri de karşısına almış Erdoğan ve AKP söylemine sarılmayı sürdürmesi siyaset sanatı adına net bir başarısızlıktı.

Aynı zaman diliminde PYD/YPG'nin Rojava kantonlarını birleştiren askeri yürüyüşü kesintiye uğratıldı, Türk devleti tarafından Fırat'ın batısı yasak bölge, dolayısıyla Cerablus'un IŞİD'den kurtarılması ve Kobane kantonu ile Afrin kantonu arasındaki kopukluğun giderilmesi savaş nedeni ilan edildi. Eş zamanlı olarak PYD'yi Rojava'ya hâkim tek siyasi güç olmaktan çıkartmak için Barzani'ye bağlı peşmerge kuvvetlerinin bölgede kalıcı bir yer edinmesi meselesi yeniden gündeme geldi. Türk devleti Batılı güçlerle uyum içinde olmaya özen gösterme karşılığında PYD'yi terör örgütleri listesine aldırtmak için yoğun bir mesai harcamaya başladı. Tam bu sırada Uluslararası Af Örgütü'nün PYD/YPG'yi savaş suçu işlemekle itham eden raporu Türk devletinin tezine kuvvet kazandırmak için mi hazırlandı yoksa talihsiz bir rastlantı mıydı, tam anlaşılamadı.

Bu gelişmelere bakıp Ortadoğu'da Kürt hareketinin hızlı bir yükselişin ardından baskı altına alındığını ve savunmaya itildiğini anlamak zor değildir. ABD-PYD ittifakı tartışmalı ve güvenli olmaktan uzak hale gelmekte, Kürtlerin kaderini tayin meselesinde denkleme yeniden Türk devleti girmektedir. Kuzey ve Güney Kürdistan'da PKK'yi zayıflatma siyaseti Rojava'da PYD/YPG'yi zayıflatma siyasetiyle birlikte yürütülmektedir. Türk devletinin birinci gündemi Kürt hareketinin Rojava eksenli yükselişini durdurmak ve inişe çevirmektir. Şu aşamada PKK'nin önüne konulan tek seçenek, askeri ve siyasi olarak ayakta kalabileceğini göstermesidir.

Kürt hareketinin HDP aracılığıyla uyguladığı seçim ve ittifak siyasetinin başından beri sorunlu olduğunu, yeterli esnekliğe sahip olmadığını düşündüğümü belirtmem gerekiyor. HDP'nin Türk devlet sistemine mesafesini korumayıp Erdoğan ve AKP karşıtlığına indirgenmiş bir muhalefete gömülmesi, bu karşıtlık üzerinden MHP ve CHP ile birlikte bir muhalefet bloku oluşturması yanlıştı. 7 Haziran seçiminden sonra bu blok dağıldığında bir yandan bitmek bilmeyen AKP cihatçılığı karşısında dehşete kapılan seküler Türk toplumunun siyasi temsil krizini HDP aracılığıyla sandıkta sona erdirme iddiasında bulunup diğer yandan CHP teslimiyetçiliğine ve bir hükümet formülü olarak AKP-CHP koalisyonuna rıza göstermesi hem yanlış hem tutarsızdı. Siyasi söylem düzeyinde Kobane zaferi sonrasındaki kazanımların abartılarak temkinin elden bırakılması yanlıştı. HDP'ye doğrudan Kürdistan halkını temsil görevi verilerek Kürt toplumu ile seküler Türk toplumu arasındaki mesafeyi kestirmeden sıfırlamak, ardından "PKK vesayeti altında HDP" suçlamasına yanıt veremeyecek hale gelmek zaten başlı başına bir yanlıştı.

Peki, Kürt hareketinin HDP aracılığıyla ürettiği ve ayrıntılara girildikçe saymakla bitmeyecek yanlışlarına rağmen seçmen tabanını çarpıcı bir şekilde genişletmesinde HDP'nin hiç mi payı yoktu?

Öyle görünüyor ki HDP'nin tek belirgin başarısı, cumhurbaşkanı seçiminden itibaren Selahattin Demirtaş aracılığıyla popüler bir yasal liderlik üretebilmiş olması. Bu liderliğin bir yandan cesaret ve emekle biçimlenen bir boyutu, diğer yandan popülizmi teşvik eden başka bir boyutu vardı. HDP popülizmi, örgütlü ve emekle yoğrulmuş sivil toplum dayanaklarına sahip olmadığı gerçeğini unutturdu ve HDP örgütleri bu şekilde yapılandı. Yüksek siyaset sahası bile oldukça sorunlu hale geldi: 7 Haziran'da meclise giren seksen milletvekilinin ne yaptıkları ve ne yapabilecekleri önemini yitirdi. Eş başkanlık gösteri düzeyinde ve şekilci kaldı, hatta bir yerden sonra olmasa da olur bir süs haline geldi. Özetle: Türkiye'nin batısında lider merkezli, sandığa endeksli ve popülist bir karakter edinen demokrasi mücadelesi toplumsal muhalefetin tamamına yayılan bir salgına dönüştü.

HDP'nin 7 Haziran seçimindeki taktik başarısının 1 Kasım seçimini içerecek şekilde stratejik bir başarısızlığa hizmet edeceğini ve toplumsal muhalefetin içine sürüklendiği bir tuzak olduğunu tespit etmek ve tartışmaya açmak hâlâ kolay değil. Yanılsamadan çıkmayı zorlayan 1 Kasım "şoku" uyarıcı olabilir mi, belli değil. Gerçek şu ki, PKK seçim vesilesiyle ve gecikmeli ilan ettiği tek taraflı ateşkesi sonlandırmış durumda. Bunun anlamı, Türk devleti tarafından verilen savaşa devam mesajının alındığı. Kürt hareketi dayanıklılık testinden başarıyla çıkarsa, "çözüm sürecini" buzdolabında tutma siyasetinin sona ermesi beklenebilir.

Seçim gündemi ortadan kalktığına göre, 7 Haziran'dan sonra zaten sürdürülemez hale gelen HDP popülizminin işlevini yitirdiği bir döneme girilmesi kaçınılmaz. Şimdiden Erdoğan'ın başkanlık projesini ısıtan yeni anayasa yapma tartışması meclisin dönemsel eğleşme malzemesi haline gelmiş durumda. Bu arada PKK ile arasına mesafe koyamayan HDP'ye kırmızı kart gösterildiğini ve oyun dışı bırakıldığını belirtmek lazım.

1 Kasım seçimi sonrasında Türk devlet sisteminin çözmek istediği sorun, Türk-İslam toplumu ile seküler Türk toplumu arasındaki Türk/Türk kutuplaşmasıdır. 1 Kasım'a doğru serinkanlı ve uzlaşmacı tavrıyla parlatılan Kılıçdaroğlu'na Türk-İslam siyasetinin saldırganlığı karşısında dehşete kapılan seküler Türk toplumunu yatıştırma, daha doğrusu uyutma görevi verilmiştir. Buna karşılık HDP, karşı karşıya kaldığı devlet gücünün Erdoğan ve AKP'den ibaret olmayıp yeni Milli Şef adayı Erdoğan yönetiminde MGK-AKP-CHP-MHP cephesi olduğuna karar verebildi mi, belli değil.