“Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biliyordu.”

Har, Murat Uyurkulak

Bu coğrafya ki 1923’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti denmeye başlandı, büyük yıkımlar, büyük adaletsizlikler gördü tarihinde. ‘Tek’ler üzerine bina edildi bu ülke; tek dil, tek millet, tek bayrak ve tek din; gerçi yaşadığımız şu son günlerde, şimdilik rafa kaldırılmış gibi duruyor bu ‘tek’ler arasından ‘tek dil’ ibaresi. İşte, bu tekçi sevdalar nedeniyle memlekette insanlar dilleri, inançları yüzünden acılar çekti, halen de çekiyor. İnsanların yaşadıkları acılar çoğu zaman örtbas edildi ya da dile getirilemedi veyahut dile geldiyse de pek kale alınmadı, halen de alındığı söylenemez. Çok değil altı ay sonra bu coğrafyanın yaşadığı en büyük felaketlerden bir tanesinin, Ermeni soykırımının ve çok da bilinmeyen “Seyfo” yani “Kılıç” diye adlandırılan Süryani katliamının 100.yılına gireceğiz. 6-7 Eylül olayları da yarım asrı bulacak yakın bir zamanda. Ve Kürtlerin, yeni devletin kurulmasından itibaren yok sayılmaları, sürgünler, katliamlar, sayısız mağduriyetler ve 90’larda bir savaşa dönüşen ülke tarihi, köy boşaltmalar, faili meçhuller… Daha nice ismi sayılmayanlar… O tarih ki halen hesaplaşmayı bekleyen binlerce hakikati bağrında saklıyor; ta ki bu ülkede yaşayan insanlar dönüp birbirinin sesini dinleyene, yarasına bakana kadar... Ve şimdi, şuan hâlihazırda yanı başımızda yaşananlar… Parçası olduğumuz Ortadoğu’da süregelen savaşlar, katliamlar, insanlık suçları ve yeni mağduriyetler…     

Kitabı Mukaddes’le biçimsel yönden dikkat çekici bir şekilde benzerlikler içeren Har romanı kullandığı ironik dil ve çarpıcı estetik üslubuyla ülke tarihi açısından, özelde son otuz yıllık adı konmamış Kürt-Türk iç savaşının yol açtığı travmalarla yüzleşmeye bir çağrıdır adeta. Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit (İncil) olmak üzere iki ana bölümden oluşan Kitabı Mukaddes gibi Murat Uyurkulak’ın Har kitabı da Ahd-i Mazi ve Ahd-i Müstakbel şeklinde iki ana bölümden oluşmakta. BAB 16 alt bölümünden başlayarak BAB 00’a kadar ilerliyor. Her alt bölümün bir başlığı var; Terkip’le başlıyor Terhis’le bitiyor. Kitabı Mukaddes’te de başlangıç alt bölümü Tekvin yani yaratılışın anlatısıyla başlar ve Vahiy yani kıyametin haberi ile biter. Har’da da aynı model vardır. İkinci alt bölüm olan BAB 15’te tetkik yani “hakikati anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma” yapılır ve araştırmaya tutulan konu tam olarak yaratılışın kendisidir. Ve nihayet, roman BAB 01’e ulaştığında “terhis” yaşanır, yani kıyamet…        

İlahi kat tarafından aranan bir “seçilmiş elçi adayın” Netamiye denen dünyevi ülkede Netam ve Xırbo halkları arasında süregelen savaşın kurşununa kurban gitmesi, sonrasında “adayın” rapor yazımıyla görevli ilahi kattın parya meleklerinin iradelerine yenik düşerek “seçilmiş kişinin” yerine hayattan pek bir beklentisi olmayan looser abi Numune'yi koyması ve bu “küçük oyunun” finalde büyük kıyamet planın küçük bir parçası olduğunun bir nevi açığa çıkması üzerine kurulu bir kitap Har. Roman, iki evren üzerinden ilerliyor; ilahi ve dünyevi olan. Ve hikâye ilerledikçe dünyevi olan kadar ilahi olanda da oldukça benzer bir kültürle karşılaşırız. Yani bildiğimiz dünyadaki yozlaşmış ilişkileri aynen, ama kesinlikle komik bir üslupta, ilahi katta da ziyadesiyle görürüz. Gündelik hayatta idealleştirilen ilahi kat Har’da açık bir şekilde sıradanlaştırılır, bir anlamda gerçek dünyaya ayna tutulur. Dünyevi hayata mahsus bürokratik işleyiş ve rüşvet gibi mefhumlar ilahi katın da olmasa olmazıdır. Cinlerle gayri meşru ilişkiler, yoldan çıkmış Tefail gibi büyük melekler, cinlerin güzelliğine kanmamak için aralarında bir bakirlik koruma cemiyeti kuran dürüst melekler…

Beri dünyada, yani dünyevi katta, evin mutfağında mesai yapa yapa düdüklü tencereye dönen bir anne, hane köşelerinde maça kızı kıraat eden emekli memur bir baba, dalgasına baka baka gamsızlığın belini kıran bir Numune ve ailenin muvaffakiyet projesi erkek kardeşten oluşan dört kişilik, Netamiye ülkesine has, muadillerinden pek bir farkı olmayan bir çekirdek ailenin hikâyesiyle başlar roman. Benzerlerinden hiçbir çıkıntısı olmayan payidar cumhuriyete bağlı bu çekirdek ailenin sıradan hayatı vatan vazifesini ifa ederken asiler tarafından şehit düşürülen erkek kardeşin vefatıyla değişir; babaya göre ailesinin en küçüğünü teröristler öldürdü, anneye göre onu öldüren, sokağın köşesinde kivi, muz, çilek satan Xırbo’ydu. Baba oğlunun kaybından sonra yarı şuurlu bir şekilde vatanperverlik gösterileri sergilemeye girişir. Anne ruhunu siyasi meselelere değil ilahi olana açar. Ailenin büyük çocuğu Numune ise ölüm döşeğindeki babasının “okulunu bitir, askere git, evlen” vasiyetinden ilkinin üzerinden atlar, ikincisine el atar ve vatani görevine gider.

Öte dünyada, yani ilahi katta ise büyük karanlıktan sonraki ol yaradılışına tanıklık eden ve kurulan ilahi mahlûk piramidinin en dibindeki piyade sürüsüne, âlemler arası mesaj getirip götüren ulak melekler teşkilatının Yeryuvar sorumlusu Tefail tarafından müjdeli haber verilir; “Hadi yaşadınız yine, yeni bi aday var.” İlahi ve dünyevi olan, hikâyenin bundan sonrasında kesişir. Vücudunda gelip mest eden toz tacirleriyle haddinden fazla yarenlik ettiği dedikoduları kulaktan kulağa dolaşan Tefail, vazifeleri Yeryuvar’ın doğu yakasını tetkik etmek ve seçilmiş elçi adayların takibi ve ahvallerinin raporlanması olan gökler âleminin parya meleklerine yeni vazifelerini bildirir. Ancak bu mühim vazifelerini ifa edecek parya melekleri Netamiye ülkesinin “netameli” hafızası konusunda uyarmayı da ihmal etmez:

Netamiye ülkesi öyle böyle değil, çok netameli, pek hassas bi yerdir. Herkesin bin türlü takıntısı, çeşit çeşit sapıklığı, ruhundan söküp atamadığı kötü hatıraları vardır. Tarihini hatırlasa infilak edecek bi ülkedir.

Parya melekler yeni vazifelerine çıkmadan önce ilahi katta bir dizi talim ve terbiyeden geçerler. Öncelikle, Netamiye ülkesinin dilini talim edeceklerdir. Yaklaşık bir asır evvel o topraklarda başka bir elçi adayını takip ederken Netamca’yı mükemmel bir şekilde öğrenen parya meleklerinin bu talimden kaçma şansları yoktur, zira “Bi asırda cümlelerin altından çok sıfatlar geçti, Netamiye’nin dili kökünden değişti…” Ülkenin tarihi açısından bu tanıdık manzarayla bir başka talim sırasında, belletmen melekler teşkilatının en kıdemli üyesi Kaşandır’ın çokbilmiş kardeşi Tofaz, Netamiye ülkesinde süregelen savaş hakkında mühim bilgiler verirken karşılaşırız:

Yirmi yıldır iç savaş var… Oluk oluk kan akıyo… Dağda asiler, ovada askerler… Aralarında her daim şiddetli çatışmalar… Hava puslu, pusudan geçilmiyo, yığınla genç heba oluyo… Taze asi cesetlerinin yan yana dizilmediği, fidan gibi ordu askerlerinin can vermediği gün yok… Köyler yıkılıyo, kasabalar bombalanıyo, ormanlar yakılıyo, ahali sefaletten kırılıyo…

Vatani görevini Surlukent’te sürdüren yeni seçilmiş adayın takibi ve raporlanması vazifelerini ifa etmek için Yeryuvar’a inip Klamdağ’ına yönelen parya melekler, adayı elinde silahı, bir manga askerin en önünde, dağa tırmanırken bulur. Buldukları gibi de kaybederler. Asilerin açtığı ilk ateşte aday vurulur, kanlar içinde yerlere yuvarlanır. Asırlar sonra, gelecek vaat eden bir adayın raporunu yazma imkânlarından mahrum kalan parya meleklerin hayalleri bir anda yıkılır. Fakat parya meleklerin de arzuları, duyguları vardır ve her an yoldan çıkmaya meyillidirler. İnsani ve ilahi ahval bu kadar dibe vurmuşken ölen asıl aday elçinin yerine çopur abisi, yani Numune’yi koymak kararını almak çok zor olmaz kendileri açısından. Ve böylece kitabın ilk ana bölümü olan Ahd-i Mazi’nin sonunda parya meleklerin “küçük oyunları” devreye girer; muhteşem kardeş yerine o sırada firari bir asker olan Numune’ye ilahi affın kendisine uğradığı ve seçilmiş kişi olduğu bildirilir.  

Kitabın ikinci bölümü olan Ahd-i Müstakbel’de, çakma seçilmiş aday Numune’nin havari olarak nitelendirdikleri yoldaşı, firari asker badisi Onüç asiler tarafından öldürülünce, yerine küçük Onüç’ün bedeninde vücut bulan parya melekler hikâye anlatarak, hakikate itimat ve itaat ederek Yeryuvar’a nizam vermek niyetiyle başlattıkları küçük oyunlarının devamına girişirler; “Hikâyeyle nizama girer mi koskoca yuvar? Girer, girmese de kendi bilir.”

Artık sıra bizde, kendi hikâyelerimizi anlatıcaz… Hakiki hikâyelerimizi… Kafalarımızı yamultan veya soyumuza yamukluk zerk eden ne varsa, onları anlatıcaz… İşin başına da, şans eseri aramıza katılan değerli bir yazarı, Sonyamuk arkadaşımızı getirdik… Arkadaşlar, herkes hikâyesini bir bir anlatıcak, Sonyamuk hepinizi sırayla dinliycek, sonra bunları toplayıp kaleminin maharetini de göstererek kitap haline getirecek… Ve ilk büyük eserimiz bu olacak…

Ve ülke tarihinde çarpıtılan, toplumsal hafızadan silinen, sessizleştirilen hakikatlerin, Yamuk kafaların ağzından bir bir anlatılması, ifşa olması ve de kaleme alınması böylelikle başlar. Yamukların hafızaları anlatılmayan yaşanmışlıklarla doludur. Xırbolar, Topikler, Cacikler, Çingolar… Numune’nin bir türlü unutamadığı ülkedeki acımasız iç savaş, yakılan köyler ve Cile kasabı… Ve Yamukluğun tarihi…

Büyük dedem hiç konuşmaz, hep çalışırmış, na böyle göbeğine kadar sakalı, pala pala bıyıkları varmış… Bi gün tarladayken duyuyo, askerlerin yaklaştığını… Zaten önceden çalınmış kulağına, bütün Topikler’i yedikleri… Kazmayı attığı gibi koşup geliyo köye, bakıyo ki çoktan başlamışlar, evlerden toplayıp toplayıp götürüyorlar Topikler’i… Bizim komşuların evine sıra gelmemiş daha, kapıyı sıkı sıkı kilitlemişler, topik topik oturuyolar içerde… Büyük dedem çalıyo kapıyı, sesleniyo, açın diyo… Pek sevip sayıyolar dedemi, güveniyolar, açıyolar… Hemen bizim eve diyo dedem, hadi, çabuk olun… Ana baba Topikler, çocukları al sadece diyo, hepimizi barındıramasın, bizi bırak, çocukları al… Olmaz diyo dedem, hepiniz geliceksiniz… Alıyo Topikler’i, saklıyo evinin altındaki gizli geçide… Askerler geliyo, komşu evde kimseyi bulamayınca dedemin kapısına dayanıyolar… Büyük dedem, burda biz hep gayritopiğiz diyo, bizden başka kimse yok evde… İnanmıyolar, hallaç pamuğu gibi atıyolar evi… Küçük Topikler’den biri hastaymış, dayanımıyo, öksürüyo… İşte o öksürükten sonra bütün Topikler’i yemişler, Topik yemeyi reddeden gayritopikleri de tutuklamışlar… Bi tek babamın babası kaçıp kurtulmuş, lakin o da yenen onca Topik’i görünce iflah olmamış, yamulmuş… Sonra biz hep böyle yamuk olmuşuz…   

Bir bir anlatıyor herkes kendisini yamultan hikâyesini ve tarihini. Sadece bir tek kişi, sessiz genç yamuk Xırbo kalıyor. Sonra bir vakit, o da oturuyor ve üç gün boyunca anlatıyor halkını yamultanları ve hafızalarını çalanları. Cile kasabını, asıl seçilmiş adayı, yani Numune’nin erkek kardeşi…

Biz Cileli’yiz, bülbülümüz ve eşkıyamız meşhurdur… Cile’ye en uzak köy bizimki… Bizim bildiğimiz adı başka, unutmayalım diye adını yazmışız küçük bi kâğıda, kâğıt duruyo kilitli bir sandıkta… Haritadaki adı Yeşilsaray… Ne saray ama, kodunsa bul yeşili, kel bi tepenin eteğinde, sefilin sefili… Savaş var üstelik… Bizimkiler geliyo, zılgıt nutuk atıyo, öbürleri geliyo, fırça kayıp dayak atıyo… Ama ne dayak, mosmor geziyo ortalıkta ahali, iri patlıcanlar misali… Yeni tayin bi genç subay var, bela kesilmiş başımıza… İlk bakışta çocuk sanıyo insan, öyle temiz yüzlü, ufak tefek… Yok merhameti fakat, ne zaman uğrasa, köy meydanı toza kesiyo kötekten ve mora… Bi gün çıkıp geliyo yine, topluyo herkesi meydanda, çıkarın diyo kimlikleri, zabıt tutucaz, içeri tıkıcaz hepinizi, yardım yataklıktan… Yardım var, yatak da, ama elbet, kimlik yok bi tek kulda… Başlıyolar kimliksizlerin evlerini yakmaya, yani bütün evler, cümle damlar… Tutuşuyo köy, koca bi meşale oluyo… Topal bi danamız var, murdardır, yenmez, ama kıyamamışız da vurmaya, alevler içinde, koşarak geçiyo önümüzden… Bağırıyo genç subay, teröriste yardım edene dam da yok dana da… Sonra sandığımızı buluyo… Yapma etme diyoruz, yalvarıyoruz, o bizim hafızamızdır… Dinlemiyo, götürüyo sandığı da yanında…    

Tefail’in yeni seçilmiş adayın takibi hususunda ta en başta parya meleklere yaptığı uyarı yersiz değildir. Hakikaten de Netamiye ülkesinin “netameli” hafızası pek hassastır. İnsanlar hakikati idrak etmek şöyle dursun, dillerinde bin bir yalan hikâye sürer gider. Ahir zamanıdır artık dünyevi yerde. Herkesin ruhundan söküp atamadığı tarihin kapısından bakan hakikat, kazma kürek yaktırır, Yeryuvar kısık ateşte yavaş yavaş yanmaya başlar. Kıyametin alâmetleri kendini göstermiştir. Nerede hata yaptığını bulmaya çalışan Onüç artık son çareye başvuracaktır… Büyük A’nın ilahi katlardan def ettiği Başşal, namı diğer Deccal. Yeryuvar’ı kurtarmak için işbirliği teklif edip, Büyük A’dan bağışlanmayı dilemeyi öneren Başşal’ın aslında Tefail olduğu, Tefail’in de aslında Başşal olduğu çok değil kısa bir zaman zarfında ortaya çıkar. Seçilmiş adayın peşinde, kendi küçük oyunlarını icra eden parya melekler Başşal’ın büyük oyununa alet olmuşlardır. Başşal sonunda insanların üççeyreğini hakiki manasına kavuşturmuş, Büyük A’nın yolundan döndürmüş ve Büyük A ile olan ahdinde kazanan taraf olmuştur. Parya meleklerin de bu ahidin kazanılmasında katkısı yok değildir. Tefail, yani Başşal’ın önerisiyle, Yeryuvar’ın esirgenmesi ve kendilerine devredilmesi için Büyük A’ya yalvaracak ve dertlerini anlatacak bir aracı aranır ve bulunur: Netamiye’nin doğusunda bütün uzuvlarını kaybetmiş savaş gazisi Bahtıyok. Ayrıca, hakikat dörtlükleri yazılacaktır. Onları Yeryuvar’a dağıtacak neferler aranır ve bulunur: Netamiye’nin doğusunda ölen ve arafta kalan Netamlar ve Xırbolar. Ve araftakiler çağrılır. Ruhlar yukarıdan aşağı çift çift inmeye başlar:

Palaskalı her Netam'ın yanında, poşulu bir Xırbo var.

Onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:

"Niye çift çift iniyor yahu bunlar?"

Tefail yanıtlıyor:

"Onlar kardeştirler, ayrılmazlar..."

Bu kez Sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:

"Ya ayrılırlarsa?"

Tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.

"Olsun," diyor, "yine de kardeştirler."         

Alex Boraine, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu: Güney Afrika Deneyimi adlı kitabında “geçmişi göz ardı etmek, mağduriyeti sürdürmektir” der. Yıllarca geçmişleri göz ardı edilen bu toprakların Yamuklarının mağduriyetleri de sürer. Nihayetinde, o geçmiş peşlerini bırakmaz, sürekli yanı başlarındadır. Ta ki birisi gelip onları dinleyene, yarasına bakana kadar. Yani bir çeşit sağaltım başlayana kadar. Yamukların anlatıları, hem ülke tarihi hem de Fırat’ın batısında yaşayanların yıllarca gör(e)mediği/görmek istemediği Fırat’ın doğusundaki yaşanmışlıklarla, hakikatlerle bir yüzleşmeye çağrıdır. Har romanı, tanıdık bir ülkenin pek tanıtılmamış bir hafızasıdır adeta.