Çocukluğumdan beri ‘tarihi roman’ okumayı çok severim. İşin aslı, bence tarihi roman diye bir kategori yok, konusunu tarihten alan roman var. Bu nedenle bütün romanlara, her şeyden önce ne kadar iyi bir roman diye bakarım. Tarihçilik mesleğini seçtikten sonra bile, konusunu tarihten alan bir romanı, “Acaba ‘tarihi gerçekliğe’ ne kadar uygun?” diye okumamaya özen gösterdim. Roman, onu yazan romancının bir kurgusudur. Konusunu tarihten alsa da, romancının ‘tarihi gerçeklik’ denen o müphem kavrama bağlı kalması gerektiği gibi bir düşüncem hiç olmadı. Benim için roman romandır; yazar karakterleri ne kadar derinlikli ve çelişkili resmetmiş, insanın karmaşık doğasını anlamak için ne kadar uğraşmış, bunu nasıl bir olay örgüsü içinde vermiş gibi kriterlere bakarım. Ancak, konusunu tarihten alan bir roman yazıyorsanız ve “Bunu tarihsel gerçeklikleri yansıtmak ve ortaya koymak için yazdım” diye ilan ediyorsanız, işte o zaman işler değişir. Böyle bir iddianın başarı şansının zaten olmadığı, bunun için oturup her iddianızı kaynaklarla ispatlama zorunluluğu taşıdığınız tartışması bir yana, böyle bir iddiada bulunuyorsanız kendinizi büyük bir töhmet altına da sokmuşsunuz demektir.
Aylardır, en çok okunan kitaplar listesinde bir numara olan Şah & Sultan romanı yayımlandığında, alıp okumak açıkçası hiç içimden gelmedi. İskender Pala’nın bundan önceki romanlarının birkaçını okumuş ve pek hazzetmemiş olmam bir yana, siyasi fikirlerini de az çok bildiğim yazarın böyle bir konuda sağlıklı bir şeyler yazabileceğine ihtimal vermiyordum. Bu duygularla bir kitap okumak pek heyecan verici olmadığından uzun süre uzak durmaya çalıştım. Ancak, Pala, kanal kanal dolaşıp “tarihi gerçeklikleri” yazdığını, hatta bunu okura göstermek için kitabın sonuna kaynakça bile koyduğunu söyleyince, iyice meraklanmaya başladım. Bunun üzerine bir de gazetelerde çıkan övgü dolu tanıtım yazıları ve aylarca süren ‘bestseller’ olma durumu eklenince, bu konularla az çok alakalı bir tarihçi olarak kitabı okumak, zevkten çok bir vazife oldu benim için.
Öncelikle şunu belirteyim ki, Çaldıran Savaşı’nın 1514 yılında Osmanlılarla Safeviler arasında olduğu gibi çok temel bilgileri bir yana bırakacak olursak, romanın gerçeklikle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Roman tamamen yazarın kurgusu, ve o kadar sorunlu bir kurgu ki bu, yazar, bahsedilen dönemde olması imkânsız olan milliyetçi söylemi bile hiç çekinmeden kahramanlarına söyletivermiş. Vatanı ve Türk milleti için yanıp tutuşanından tutun, Türk kadınının niteliklerini sayanına kadar, hepsi mevcut: “Yarın göğüs göğse çarpışacak bu iki asker, hiç şüphesiz dünya Türklüğünün ve Müslümanlığının kaderini çizeceklerdi, ama gelin görün ki ikisi de yine Türk ve yine Müslüman’dı.” (s.194) Şimdi sıra Türk kadınında: “Efendiler, ağalar!.. hangi alçaklıktır ki böyle bir güzelliğe kıyar da savaş meydanında düşmanına terk edip gider. İsmail denen bu Rafızi köpeği bilmez mi ki Türk kadının namusu devletin namusuna denktir. Hangi zalimliktir ki bir Türk kızını düşman elinde koyarak hamiyetimizi zedeler…” (s.243) Yanlış anlamayın; bunu 1514 yılında Yavuz Sultan Selim söylüyor. Gerçekliğin peşindeki yazarımız, Yavuz’un bu nutkunu hangi tarihi kaynaktan aldı acaba?
Açıkça söylemek gerekirse, İskender Pala bir propaganda romanı yazmış. Osmanlı-Alevi ilişkileri, Osmanlı-Safevi mücadelesi gibi konularda sahip olduğu fikirleri ve dertleri bir tarih kitabıyla anlatmak yerine bir roman yazarak anlatmayı seçmiş ve ne yazık ki tek derdi fikirlerini anlatmak olduğundan, işin roman kısmı tamamen gümbürtüye gitmiş.
Kızılbaşlara anlattırılan ‘canavar’: Şah İsmail
Şah İsmail tiplemesinden başlayalım. Şah İsmail yazara göre etrafındakiler tarafından Mesih olduğuna inandırılmış ve dolayısıyla “ifrata” kaçmış, yaptığı her acımasızlığı bu inancı dolayısıyla hak gören bir adamdır. Ele geçirdiği şehirlerdeki Sünnileri kaynamış yağ kazanlarına atarak öldüren, haşlanmış cesetleri şehrin ortasına dağ gibi yığan, bunlar olurken sarayda eğlenen, askerlerinin şehirlerde Sünni avına çıkıp evleri talan etmesine, kadınlara tecavüz etmesine göz yuman, Sünni kökenli olduğu için annesini bile gözünü kırpmadan öldüren, karısını savaş alanında terk edip kaçan, askerlerinin camileri talan ederek Kuran sayfalarını yırtıp ateş yakmaları için kullanmalarına ses çıkarmayan, öldürdüğü rakiplerinin kellesinden kadehler yapıp şarap içen, Ömer adlı bir Sünni’ye âşık Kızılbaş bir genç kızı zorla alıkoyan, yeğenini hadım ettirip hareminde görevlendiren bir adamdır Şah İsmail. İşi şansa bırakmak istemeyen yazar, sevenleri birbirinden ayırmak için elinden geleni yapan Şah İsmail’e duyabileceğimiz en ufak bir sempati kırıntısını da ortadan kaldırır. Yazarımız acaba Şah İsmail’in eşi Taçlı Hatun’un Ömer adındaki bir Sünni’ye âşık olduğunu ve Şah İsmail’i yatağına dahi almadığını hangi kaynaktan okudu? Bu ilginç ‘tarihi gerçekliğin’ kaynağını çok merak ediyorum doğrusu. Bunları çoğaltmak da mümkün ancak bu kadarı bile yeter sanırım.
Romanda, Şah’ın müridi olan Kızılbaşların ağzından, onun acımasızlığıyla ilgili bir sürü şey okuyoruz. Sanırım, yazar bunları bizzat Kızılbaşlara söyleterek gerçeklik duygusunu artıracağını düşünmüş, çünkü bunları bir Sünni’ye söyletse etkisi muhakkak ki daha az olur. Birkaç örnek verelim: Şah’ın sarayında bulunan, hadım edilmiş ancak Şah’ın yeğeni olduğunu dahi bilmeyen Kamber şunları söyler: “Sevgi neydi? Altı ayda neredeyse sayısı on bini bulan Sünni cesedi mi? Şah – artık ona Kıble-i Alem demiyorum ve asla Efendimiz de demeyeceğim- saray kapısına gelip “Sünnidir” diye rakiplerini ihbar eden Kızılbaşlar yerine köpeği Kıtmircan ile oyalanmayı yeğliyor…” (s. 95)
Yine Kamber’in ağzından dinleyelim: “… Sünniler ile Kızılbaşlar yıllar yılı barış içinde yaşamışlardı. Ne var ki bizim gelişimizden sonra barış bozuldu ve Tebriz’de olanlar burada yeniden oldu. Şah, savaşın masrafını çıkartmak üzere hane hane bütün Bağdatlılardan vergi alınmasını buyurdu. Elbette yoksul halk bundan çok etkilendi ve Kızılbaş olsun, Sünni olsun Şah’a gücendi. Birkaç gün sonra da askerler şehri yağmalamaya başladılar. Çok geçmeden mübarek mekanlar bile darma dağan edildi. Elbette Sünniliğin mekanlarıydı bunlar… Üstelik de bazı kendini bilmez Kızılbaşlar, türbelerde medfun alimlerin kemiklerini dışarı çıkartıp ‘Sünni köpeği!’ diye hakaret ederek üzerlerine tükürmüşler, kırıp ufalamışlar bile…” (s.103-104) Yazarın tüm bunları bir Kızılbaş’a söylettiğini yinelemeliyim burada – zaten kitap boyunca, Şah İsmail ve Kızılbaşlarla ilgili tüm olumsuzlukları Kızılbaş karakterlere söyletiyor yazar.
Romanda yine bir Kızılbaş’ın, Kızılbaşlık üzerine söylediklerine bakalım: “… Kızılbaşlık ruhu bu idi. Savaşmak, ganimet edinmek ve eğlenmek… Bezm ile rezm arasında bir hayat. Savaşılırdı, iyi yaşamak için; iyi yaşanırdı, güçlü savaşabilmek için… Şah, eğlence gecesinin sonunda otağına geldiğinde Han’ın kafatası tekrar elindeydi ve içinde birkaç yudumluk halis şarap kalmıştı.” (s. 120) Alın size Kızılbaş ruhu!
Burada söylemeye çalıştığım, elbette, Şah İsmail’in bunların hiçbirini yapmadığı değil. Örneğin Reha Çamuroğlu, İsmail romanında (Everest Yay., 2008), Şah İsmail’in yaptığı acımasızlıkları anlatır. Ancak Çamuroğlu’nun romanını okurken Şah İsmail’den değil, tüm muktedirlerden ve iktidardan nefret edersiniz. Oysa Şah & Sultan’da, yazar, bir muktediri yerin dibine batırır, ondan nefret etmemiz için elinden geleni yaparken, diğer bir muktediri yere göğe koyamaz, onu sevmemiz, ona sempati beslememiz için elinden ne geliyorsa yapar.
Yavuz Sultan Selim: ‘Mecburiyetten zorba’ bir padişah
Pala, romanında, son zamanlarda Sünni çevrelerce sıklıkla dillendirilen “Biz de Hz. Ali’yi severiz, hatta sizden çok severiz” argümanına da yer vermekten ve bunu yine bir Alevi’ye söyletmekten kendini alamamış. Yavuz’un yanında asker olmayı seçmiş ve onun en yakın adamı olmuş Hüseyin, bakın ne diyor Yavuz Sultan Selim hakkında: “Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşananlar yaşandığında Türkler Müslüman bile değillermiş. Daha garibi de Şehzade’nin Hz. Ali’ye olan aşırı sevgisi idi. Sünni Şehzade’nin, Kızılbaş Şah’a göre düşmanı olması gereken Hz. Ali’yi Şah kadar, belki ondan daha fazla sevdiğini çok iyi biliyorum.” (s. 132-133)
Yavuz Sultan Selim’e düzülen övgülerle dolu olan romanda, yer yer –mecburiyetten ve gizlenmesi olanaksız olduğundan– Yavuz’un yaptığı zalimlikler de anlatılır, ancak bunların mazur görülmesi için her şey yapılır. İskender Pala, ‘Yavuzperverlik’ konusunda hakikaten büyük başarılara imza atıyor. Zulüm yapmaktan aslında hiç hoşlanmayan ve bu zulümlerle alakası olmayan Yavuz çok sinirlenerek şunları söyler: “… Şu kendini bilmez Çocuk Şahın yaptıklarına bakınız. Tebriz’de katlettiği beş bin Sünni2nin kanı üzerinde durup dururken bir de cüretli tehditlerde bulunur ki yenilir lokma değil. Teslim olmuş şehirde ganimet için hane hane ava çıkmak Müslüman’ım diyen bir şaha reva mıdır? Ülkemizdeki Kızılbaşları kışkırtıp yurtlarını boşaltmalarını istemek reva mıdır? Bu akılsız çocuk bizim de kendisi gibi davranmamızı mı ister yoksa?...” (s. 60) Anlayacağınız, Yavuz’u bu zalimlikleri yapmaya mecbur kılan, yine Şah İsmail’dir...
Yazar, Yavuz’un da acımasızlıklarının olduğunu söylüyor ama her defasında, Yavuz’un buna mecbur kaldığını, bunu ona Şah İsmail’in politikalarının yaptırdığını anlatmak ve okuru ikna etmek için elinden geleni yapıyor – elbette, yine bir Kızılbaş’ın ağzından:
“… şimdi Erdebilli bir çocuk Şah, kardeşlerden bazılarını diğerlerinden çalıp götürüyordu. Hangi hükümdar, komşu bir hükümdarın bu hırsızlığına tahammül edebilirdi? Kendi devletini kuvvetlendirmek için komşusunu zayıflatmak acaba ne kadar siyasi başarı sayılmalıydı… Üstelik bu komşular hem Türk, hem Müslüman iken!.. Kimisinin Sünni, kimisinin Kızılbaş olması kimin umurundaydı? Bu konuda ikilik çıkarmak, millet arasına nifak sokmak İslam alemini ikiye ayırmak demekti ki bunu İslam devletlerinde hiçbir hükümdar istemezdi.” (s. 112-113)
Yani, İslam dünyasına nifak sokan Şah İsmail’e ve hareketlerine karşı çıkmasın da ne yapsın zavallı Yavuz...
Babasını tahttan indiren ve iki kardeşini de öldüren Yavuz’un bunları bile isteyerek yapacağını düşünemeyiz elbette. Yazar yine Yavuz’un bazı ‘sertliklerini’ anlatır ve hemen ardından buna mecbur olduğuna, bu zalimlikleri istemeye istemeye yaptığına bizi inandırmak için çabalar. Bakalım Hüseyin ne söyler: “Sultan’ın babasına veya kardeşine reva gördüğü muamelenin bir millet adına reva görüldüğünü bilmiyorlardı. Bu muamele için Sultan’ın da yüreğinin yandığını, lakin devletin bekası için bu yola sarıldığını bilmiyorlardı.” (s. 143) Yavuz’un tek günahı, devletinin ve –o dönemde hangi anlamda kullanılıyorsa– ‘milletinin’ bekasını düşünmekti ve tüm zorbalıklarını da bu yüzden yapmıştı.
Yavuz öyle yüce gönüllü bir padişahtır ki, savaş sırasında ele geçirilen Şah halifelerinin eşlerini, kıllarına bile zarar vermeden iade eder (s. 258); “öfkeli olmadığı zamanlarda gönül almasını ve kendisini sevdirmesini de, saydırmasını da iyi bilir.” (s. 63)
Evet, Yavuz biraz sert mizaçlıdır, ancak babası ülkeyi öyle bir kaosa sürüklemiştir ki, Yavuz’un Osmanlı’yı kurtarmak için sert davranmaktan başka çaresi yoktur. (s. 129)
Yavuz için Türk, Kürt, Ermeni, Kızılbaş hiç fark etmez; tüm tebaası kıymetlidir. Ancak “Ayırım, devletin aleyhine çalışanlarla lehine çalışanlar arasında olabilirdi ve aleyhinde olanların şiddetle cezalandırılmaları, habis vücutlarının bir an evvel yeryüzünden kaldırılmaları gerekirdi.” (s. 147)
Ve, duyarlı yazarımızın asıl bombası: Yavuz, Şah İsmail’in savaş alanında terk edip kaçtığı eşine elini bile sürmez, onun rahatı için ne gerekiyorsa yapar. Nihayet, aslında Ömer adlı bir Sünni’ye âşık olan ve zorla Şah İsmail’in sarayında duran Taçlı Sultan, Yavuz’a âşık olur. Bu acı gerçeği uzun süre itiraf edemese de sonunda kabullenmek zorunda kalır.
Bunlara benzer onlarca alıntı yapabilirim, ancak derdimi anlatmak açısından yeterli olduğu kanısındayım. Yazarın kitap boyunca Osmanlı’yı yere göğe sığdıramaması gibi birçok meseleyi de bir kenara bırakıyorum. Son olarak, yazarın, Yavuz tarafından yapılan Alevi katliamına ilişkin söylemini dikkatinize sunmak isterim. Şahsen okur okumaz Türkiye’de Ermeni katliamları söz konusu olduğunda hemen dile getirilen sözler aklıma geldi. İskender Pala aynı söylemi bu kez Yavuz’un Alevi katliamında kullanıyor; “… çok geçmeden bu on dört bin insanın yarısı kış ortasında yerlerinden sürüldü, direnen diğer yarısı da Şah’ın Sünnilere yaptığını yapıyoruz denilerek ellerinden ve bacaklarından biri çaprazlama kesilmek yoluyla cezalandırıldılar. Tabi bunların çoğu tıbbi yetersizlik yüzünden öldüler. Sürgüne gidenlerin bir kısmı da yollarda telef oldu, eşkıya baskınına uğradı. Beraberlerinde taşımayı umdukları yükte hafif pahada ağır ne varsa çeteler tarafından ellerinden zorla alındı, hatta bunun için ıssız yerlerde baskına uğrayıp boğazlandılar.” (s. 149-150) Yazarımız burada da hızını alamayıp, Alevilere müthiş bir tarih dersi daha veriyor, hem de çok net rakamlarla. Ey Aleviler, Yavuz öyle sandığınız gibi kırk - elli bin Alevi’yi öldürmemiştir, sadece dokuz bin kadardır bu sayı: “Onun Kızılbaşlara reva gördüğü bu takip kendiliğinden bir katliama dönüştü ve dokuz bine yakın can telef oldu, çok insan sakat kaldı, hayatları karardı, yuvalar yıkıldı, ocaklar söndü.” (s. 150)
Aslında kitapta yapılmak isteneni en iyi anlayan, Zaman gazetesi yazarı Hamdullah Öztürk olmuş: “Şah, biraz Şamanizm geleneğinden, biraz Şia ve gulat şianın geleneklerinden yararlanıp, tasavvufun derinliğini de kullanarak büyük bir hükümdarlık hülyalarıyla yaşıyor. Sultan, son nefesini verirken dudaklarından dökülen cümleye daha tahta oturmadan meftun olmuş ve hayatını o aşka adamış: Hasan Can, ölüm sekeratı yaşayan Sultan'a, “Hakla beraber olma zamanıdır” diyor. Sultanın cevabı: “Ya sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın!” Şah, Uzun Hasan'dan kalma hayaller için Osmanlı devletini içerden çökertme peşinde. Rivayet o ki, Özbek Han'ını yenince, kafasını kesip Osmanlı Sultanı Bayezid’e göndererek niyetini en kaba şekliyle ortaya koymaktan çekinmemiştir. Sultan, Türklerin ve Müslümanların ihtilafından küffarın yararlanmasına bir son verebilmek için Türk-İslam birliğini en kısa zamanda kurma peşinde. İhtihaf ve tefrika endişesini yenemeden kabre girerse eğer, orada bile huzursuz olacağını düşünüyor. Çünkü düşman savletinin ancak birlik ve beraberlikle parçalanabileceğini biliyor ve ne pahasına olursa olsun o kuşatmayı kırmakta kararlı. Karşısına çıkan değil şah, babası Bayezid de olsa, karındaşı şehzadeler ve ciğerpare yeğenleri de olsa aşmakta bir an bile tereddüt geçirmeyecek kadar inançlı.” (‘Sultan, şah ve mat’, Zaman, 21 Kasım 2010)
Peki bu meseleye nasıl bakmak gerekir; öncelikle ortada, iktidarlarını ve devletlerini güçlendirmeye çalışan iki tane muktedir vardır. Eninde sonunda karşı karşıya gelecek bu iki muktedirin, iktidar hırsları yüzünden Kızılbaş ya da Sünni on binlerce insanı öldürdüğü çok açıktır. Ancak yazarımız meseleyi böyle anlatmak yerine açıkça bir muktedirin yanında saf tutmakta ve onun yaptığı katliamları, acımasızlıkları mazur göstermek için elinden geleni yapmaktadır. İşin daha da vahimi bunu “tarihsel gerçeklik” olarak ilan etmeye kalkmaktadır.
İskender Pala Alevileri, Osmanlı’yla barışmaya, Yavuz Sultan Selim’i sevmeye ve Türk-İslam ideolojisinin bir parçası olmaya davet ediyor. Türk-İslam milletinin “birliğine ve dirliğine” yeniden nifak sokmamaları konusunda uyarıyor. Malum, böyle bir durumda 'devletin bekası' için, başlarına gelecekler konusunda tarihi misaller sunuyor Kızılbaşlara.
Zaman yazarının da işaret ettiği gibi, fitne fesat peşinde koşan acımasız Şah İsmail (ve tabi Kızılbaşlar) ile yüce gönüllü büyük Yavuz’un hikâyesidir bu...
İskender Pala
Şah & Sultan
Kapı Yayınları, Ekim 2010, 390 s.