Carter Yönetimi’nde ulusal güvenlik danışmanlığı yapan ve görüşleri genellikle önemsenen stratejist Zbigniew Brzezinski’nin yeni bir kitap yazdığını (Stratejik Vizyon [[dipnot1]]) ve bu çalışmasında Türkiye’ye özel bir atfettiğini birkaç ay önce Güngör Uras’ın bir köşe yazısında okumuştum.

Ardından kitabın büyük bölümünü okuma imkânı buldum. Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu’da “görece bağımsız” bir politika izleme iddiası, bazen de gerçekten “görece bağımsız” denebilecek çıkışlar yapması, büyük ölçüde retorik düzeyde kalsa da İsrail’le Filistin sorunu üzerinden bir çatışmaya girmesi, Mavi Marmara olayı, bölgeyle gayet yakından ilgilenmesi gibi gelişmeler bir süredir kafamı kurcalıyordu. Sanıyorum pek çok kişinin de kurcalıyordur. Ortadoğu’da Türkiye, Soğuk Savaş döneminde ve ABD’nin tek küresel hegemonik güç olduğu 90’larda pek alışık olmadığımız bir politika izlemeye çalışıyordu. Uluslararası güç dengelerindeki önemi dönüşümler, Türkiye’ye bir manevra alanı sağlamış olmalıydı.

Kitabı bu saikle ve Brzezinski’nin, Türkiye ile Batı sistemi arasındaki ilişkilerin geleceğine dair görüşlerini merak ettiğim için okudum. Brzezinski’nin, ABD’deki güç merkezleri içinde daha “liberal” bir kesimin bakış açısını yansıttığını sanıyorum.

Burada Brzezinski’nin ortaya koyduğu çerçeveyi aktarırken bu meseleler üzerinde biraz durmak istiyorum.

ABD Biricik Süper Güç Olmaktan Uzaklaşırken Yükselen Avrasya

Öncelikle kitapta, ABD’nin eskisi gibi gücünün doruğunda bir süper güç olmadığı, hegemonyasının gerilemekte olduğu ifade ediliyor ki zaten çokça dile getirilen bir olgu bu. İkincisi, “yapısal” önlemler alınmazsa, bu gerilemenin ABD’nin küresel gücü bakımından bir krize ve çöküşe yol açacağı belirtiliyor.

Brzezinski, ABD bazı önemli avantajlarını yitiriyor diyor ve yine üzerinde çokça durulan bazı hususları gündeme getiriyor: ABD’nin dev cari açığı/bütçe açığı, 2007 mortgage krizinin ABD ekonomisinin zaaflarını ayan beyan ortaya koymuş olması, ülke içi altyapının köhnemişliği, sınıflar arası gelir dağılımının iyiden iyiye bozulması, Amerikan siyasi sisteminin bu tıkanıklıklara karşı yapıcı politikalar oluşturma kapasitesini yitirmesi vs.

ABD’nin küresel gücünün gerilemesindeki uluslararası dinamiklere gelince, Brzezinski, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü 90’lı yılların başında ABD’nin her açıdan büyük bir üstünlük ele geçirdiğini, fakat 2000’lerde bu avantajlı pozisyonunu koruyamadığını vurguluyor. 2000’li yıllardaki bu geriye gidişi, “Amerika’nın uzun emperyal savaşları”na bağlıyor. Zamanında kendisinin radikal şekilde karşı çıktığı Afganistan Savaşı ve Irak işgalinin, hem ABD’yi çokça yıprattığını hem de Arap-Müslüman dünyasında Amerikan karşıtlığını haddinden fazla körüklediğini düşünüyor.

Sonra yeni oluşan uluslararası sahneye geliyoruz. Bu konulara kafa yoran pek çok kişi gibi Brzezinski de, artık çok kutuplu bir dünyada yaşamaya başladığımızı kabul ediyor. Gerek nüfusu gerekse üretim/ticaret kapasitesi olarak Avrasya’nın yeni yükselen güç olduğunu teslim ediyor.

Avrasya’da yükselen güçler biliniyor: önem sırasına göre, Çin, Hindistan ve (Brzezinski’ye göre) hâlâ Sovyet imparatorluğunu yeniden kurma düşünden bütünüyle vazgeçmemiş olan Rusya. Bunların yanı sıra, Pakistan, Türkiye gibi kendi bölgelerinde önemli etkileri olan bölgesel aktörler de var. Ayrıca hızla gerçekliğe dönüşebilecek bir çatışma potansiyeli taşıyan bölgesel ihtilaflara da değiniyor. Çin ile Hindistan arasındaki rekabet, Çin-Japonya ilişkilerindeki tarihsel gerilim, Rusya’nın Çin’in yükselmesinden duyduğu endişe bunlardan bazıları. Ayrıca Ukrayna, Gürcistan gibi ülkelerin, dış müdahale riskine açık olduğunu belirtiyor.    

ABD’nin Küresel Hegemonyasını Korumak ve İyice Konsolide Edilmiş Bir Batı Sistemi

Brzezinski’nin zihnindeki temel sorunu görmek zor değil: ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerileme nasıl durdurulabilir? ABD artık dünyanın hâkimi olmadığına göre, küresel gücünü muhafaza edebilmek için kimlerle ittifak yapabilir ve nasıl yeni bir stratejik güç merkezi oluşturabilir? Önümüzdeki 20-30 sene içinde olmasa da, daha orta vadede yeni hegemonik güç adayı olan Çin nasıl dengelenebilir?

Stratejik Vizyon’da bu soruların yanıtları şöyle verilmeye çalışılıyor: Öncelikle ABD ile Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin ortak bir eksen üzerinde çok daha güçlü bir işbirliği yapmaları öneriliyor. Son on yılda sergilediği içe dönük tutumu, kendi içinde birlik sağlayamaması ve etkili bir jeopolitik güç merkezi olamaması nedeniyle AB ülkeleri sert biçimde eleştiriliyor. Bu arada kitabın, Avrupa ülkelerinin borç krizinin derinleşmesinden önce yazıldığını tahmin ediyorum.

Bu çerçevede Avrupa, dünya işlerinde çok daha vizyoner bir tutum almaya davet ediliyor.

Öte yandan, Brzezinski güçlendirilmiş ve yeni bir vizyon kazandırılmış bir ABD-Avrupa ittifakını yeterli görmüyor ve Batı sisteminin doğuya doğru açılarak yükselen güç Çin’i dengelemek üzere kendini güçlendirmesini öneriyor.

Stratejik Vizyon açısından bu noktada iki kritik ülke söz konusu: Rusya ile Türkiye. Rusya, eski Sovyet İmparatorluğu’nu ihya etmek ile liberal demokrasiyi içselleştirmek arasında yalpalayan, epeyce kararsız, gücünün sınırlı olduğunu henüz kabullenmek istemeyen Avrasya’da önemli bir aktör olarak değerlendiriliyor.

Anladığım kadarıyla ABD’deki güç merkezlerinin bir bölümünün endişesi, Rusya’nın Batı sistemine karşı güçlenme arayışına girerek Avrasya’da yeni ittifaklara yönelmesi ve iyice bağımsız bir politika izleyerek Batı’nın işini iyice zorlaştırması.

Bu nedenle, AB’nin Rusya’yı içine alacak şekilde genişlemesi (yani Rusya’nın bir AB üyesi olması) ve NATO ile Rusya arasında stratejik ortaklık anlaşmaları yapılması öneriliyor. Bu politika önerisi, füze kalkanı sistemiyle Rusya’yı baskı altına alarak hareket alanını sınırlandırmaya dayalı mevcut politikaya taban tabana zıt.

Batı sistemine entegre edilmesi önerilen ikinci ülke ise, Ortadoğu’nun yanı başında dünyanın en büyük ordularından birini besleyen ve Amerika’nın uzun süredir müttefiki olan Türkiye. Brzezinski, Türkiye’nin AB tarafından dışlanmasına kesinlikle karşı. Çoğumuzun uzun süredir bildiği gibi, Amerikan çıkarları, Türkiye’nin AB üyesi olmasını ve ekonomi dahil birçok alanda Batı sistemine tamamen entegre edilmesini gerektiriyor. Bunun nedenini tespit etmek zor değil. Gerileyen bir hegemonik güç olarak ABD’nin, “uzun süreli bir müttefik” olan Türkiye’nin aktif şekilde kendi yanında yer almasına, yükün bir bölümünü paylaşmasına ihtiyacı var. Bu nedenle Brzezinski Batı sisteminin, “Türkiye’nin bölgesinde etkin bir güç olma perspektifini” anlayışla karşılaması ve Türkiye’yi uzaklaştıracak tutumlardan kaçınması gerektiğini vurguluyor.

Burada bir parantez açarak şunu belirtebiliriz: Türkiye’de toplumsal muhalefet, devlet ve AKP’nin son dönemlerdeki baskıcı politikalarına ABD’nin çeşitli platformlarda sunduğu desteğin sonuçlarını yeterince değerlendiremiyor. Halbuki nihayetinde Batı sisteminin bir parçası olan Türkiye bu sayede, özellikle ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarındaki ağır hak ihlalleri karşısında uluslararası kamuoyundan görmesi gereken tepkilere karşı önemli ölçüde korunmuş oluyor. Elbette bu “korunaklı durum”un oluşmasında, AB’nin yaşadığı, giderek siyasi bir krize dönüşme temayülü gösteren şiddetli ekonomik krizin de önemli bir payı var. Sonuçta, devlet-AKP’nin dozu artan şekilde baskıcı politikalara yönelebilmesi, sadece Türkiye içindeki dinamiklerden kaynaklanmıyor. Dolayısıyla özellikle Kürt Hareketi’nin diplomatik faaliyetlerini güçlendirmesi ve bu alandaki asıl muhatabının devletler değil halklar olduğunu görebilmesi gerekiyor.

Uzun Vadeli Stratejik Amaç: Çin’i Dengelemek

İşte ABD’nin küresel çıkarlarını koruyabilmesi ve uzun vadede Çin’in hegemonik güç olmasının önüne geçebilmesi, Brzezinski’ye göre Rusya ve Türkiye’nin de katılımıyla iyice güçlenmiş bir Batı ittifakı sayesinde mümkün. Diğer yandan, bu ittifakın doğal bir parçası olarak görülen Uzak Doğu’da Japonya’nın, Güneydoğu Asya’da ise Endonezya gibi “tarihi müttefik”lerin desteğine ihtiyaç var.

Peki Brzezinski, Çin’in güçlü ve dezavantajlı yönlerini nasıl değerlendiriyor? Çin’in güçlü yönleri malum. Yüksek büyüme kapasitesi, kölelik düzeyine yaklaşan işgücü maliyeti (tabii Brzezinski böyle tanımlamıyor), görece genç ve kalabalık nüfusu, modernliği hızla benimsemesi vs.

Diğer yandan Brzezinski, Rusya gibi Çin’in de bağımsız bir rota izlemesinden çekiniyor. Çin’de giderek artan toplumsal eşitsizliklere, yükselen özgüven ve milliyetçilik duygusuna dikkat çekiyor. Her ne kadar Çinli yöneticilerin ABD ile açık bir hegemonya mücadelesine girmekten ve kendilerini “geleceğin süper-gücü” olarak lanse etmekten kaçındıklarını söylese de, ülke içindeki bazı gelişmelerin durumu değiştirebileceğini ihtimal dahilinde görüyor. Çin’de toplumsal sınıf ve tabakalar arasındaki uçurumun derinleşmesi ve Komünist Parti yönetiminin ülkeyi yönetmekte zorlanması ve/veya giderek güçlenen “orta sınıf”ın (bir tür burjuvaziyi kast ediyor sanıyorum) ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olup daha fazla demokrasi talep etmesi halinde, Çin Yönetimi’nin yönetmek için her zaman kolay bir yol olan “milliyetçiliği” harekete geçirebileceğini ve özellikle gerilim içinde olduğu ülkelere yönelik (ör. Hindistan) bazı riskli jestler geliştirebileceğini varsayıyor.       

Tabii ki burada Brzezinski’nin analizlerini ele alırken, bunların kodlarını çözmek durumundayız. Çin’in “milliyetçi” bir çizgiye yönelmesi Brzezinski için ne anlama geliyor? Çin’in, ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasını dengelemek için Rusya’yla birlikte oluşturduğu ve bazı Orta Aysa ülkelerinin de katıldığı Şangay İşbirliği Örgütü (SCO) elbette ABD’yi rahatsız ediyor. Aralarında Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur’un da bulunduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’yle (ASEAN) daha yakın ilişkiler kurması ve yine ABD’yi dengelemek üzere Rusya ve AB ile daha fazla işbirliği arayışına girmesi de muhtemelen öyle.

Sonuç olarak, Brzezinski ABD’nin, Çin’in Hindistan ve Japonya’yla çatışma potansiyeli taşıyan ihtilaflarından da yararlanarak (Çin’e karşı Hindistan’ı silahlandırmak, Japonya’yı sadık bir müttefik konumunda tutmak vs.), Rusya ve Türkiye’nin katılımıyla genişletilmiş Batı sistemi aracılığıyla Çin’i denetim altında tutmaya çalışmasını öneriyor. Bu arada Çin’in, şimdiki aşırı merkeziyetçi-bürokratik yapıdan, “yeni yükselen orta sınıfların” daha çok söz sahibi olacağı demokratik-liberal bir siyasi sisteme doğru evrim geçirmesini temenni ediyor.