Bu ülkeyi idare eden, devlete hâkim olanlar, artık bunlar her kimse, ülkenin bileşeni olan halklarla barışmak gibi bir niyet içinde değiller. Dertleri belki daha fazla güç elde etmek için zamana yayılmış bir ateşkes, o kadar… Bu elde etmek istedikleri güç daha fazla sermaye, dünyada daha etkin bir diplomasi kabiliyeti, yönetsel olarak daha derli toplu ve vizyonu olan bir derin devlet olabilir. Yoksa bir hayal dünyasında yaşayıp bu ülkenin devlet idarecilerinden bir barış yurdu beklemek ciddi bir yanılgı olsa gerek.

Tabii bu söylemimin karşılığı, halen devam eden ateşkesin bitirilmesini istediğim anlamına gelmiyor. Aslında bu kadar da olmaz diyebileceğimiz bazı karşılaşmalar nedeniyle bir çeşit isyan hali.

Bu girizgâhın sebebi şu: Geçtiğimiz hafta İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, bu ülke tarihinde çokça görülen “u” dönüşlerinden biri ile karşı karşıya kaldım.

İki yıl kadar önce idi. Devletin geçmiş hataları ile yüzleşmesi yolunda önemli bir karar verilmişti. 12 Eylül askeri darbesi döneminde tutuklanan müvekkilim yaklaşık 4 yıl boyunca Diyarbakır toplama kampında, pardon, 5 No’lu Cezaevi’nde tutuklu olarak bulunmuş ve bugün artık tartışmasız bir şekilde varlığı kabul edilen mezalim ile karşı karşıya kalmış, sonrasında beraat etmiş, ancak hem mesleği olan öğretmenliğe devam edememiş hem de yaşadıkları tüm yaşantısı boyunca onu takip etmişti.

Biliyorsunuz, ama yine de kısaca hatırlatayım. Çok muhterem iktidar ve onun asla çıkarcı olmayan üyeleri 12 Eylül darbesiyle yüzleşme vaadi ile Anayasa’da köklü değişikliklere gittiler. Sonrasında Kenan Evren ve diğer “DARBECİ PAŞALARA” darbe suçlaması ile dava açtılar. Bu dava dosyasında zamanaşımı engeli bir anda ortadan kalkmıştı. Diyarbakır toplama kampında Kürtlere yapılan mezalim de dava dosyasına delil olarak gösterilmişti.

Biz de İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’ne hem tazminat için başvuruda bulunduk hem de Diyarbakır C. Savcılığı’na cezaevi görevlileri ile bu cezaevindeki eylemlerden emir komuta içinde sorumluluğu olan tüm ilgililerin soruşturulması için suç duyurusunda bulunduk.

İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle tazminat davası açtık; ancak mahkeme haksız tutuklama nedeniyle müvekkilime tazminat verilmesini kararlaştırıldı. Haksız tutuklama nedeniyle tazminat verilmesinin anlamı, devletin sorumluluktan kaçmasıydı. Ne yani, o cezaevinde kalan ancak mahkûm olan biri olsaydı müvekkilim tazminat, yahut tazminatı da bir kenara bırakalım bir özrü hak etmeyecek miydi? Temyiz ettik, devlet de temyiz etti.

Diyarbakır Savcılığı’ndan bir de baktık tebligat geldi. Cezaevinde işkenceleri yapan personelin fotoğrafları gönderilmiş, teşhis talep edilmiş, adli tıptan yapılan işkencelerin kişi üzerindeki etkilerinin tespiti istenmişti. Bir şeyler olacak gibiydi. En azından bu cezaevi personeline karşı bir dava açılacağına inanıyorduk.

Önce Yargıtay, İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tazminat kararını zamanaşımına uğrama gerekçesi ile bozdu. Bozdu, ama biz zaten haksız tutuklama nedeniyle tazminat talep etmemiştik. Yargıtay da tıpkı İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi gibi, İNSANLIĞA KARŞI SUÇ HAYKIRIŞIMIZA sağır olmuştu. Bozma kararında insanlık adına bir insan sözcüğü bile yer almıyordu.

İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi geçtiğimiz hafta Yargıtay’ın bozma kararını değerlendirmek için toplandı. Ben de duruşmaya katılmak için İzmir’e gittim. Duruşma saati 11’di; ancak ben 12.30’a doğru duruşmaya girebildim.

Yerime geçtim ve söz sırası bekledim. Başkan bey sözü bana verme gereği bile duymadı.

“Davacı vekili bozmaya direnilsin dedi”

(Sözünü kestim) “Sayın Başkan, biz ne bozmaya uyulsun ne de bozmaya direnilsin diyemiyoruz. Zira bizim açtığımız dava hakkında bir karar  verilmedi…” (Burada başkan sözümü kesti)

“Ya avukat bey bak saat kaç oldu, yemek saati…”

“Efendim?! (şaşırmıştım) Ne yapalım biz de 30 senedir bekliyoruz” dedim.

(Sinirli bir şekilde) “Tamam, evet söyleyin dinliyoruz”

“Açılan dava dosyasında talebimiz hakkında bir karar verilmemiştir. Yargıtay da bu talebimizi değerlendirmeye almamıştır. Bizim açtığımız dava insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle müvekkilimin uğradığı zararların tazminine ilişkindir. Asıl derdimiz tazminat almak değil, bu ülkenin geçmişi ile hesaplaşmasıdır. Darbeci paşaların eylemleri ile yüzleşilmesidir…” (Maalesef içimize işlemiş, ağzımdan o darbeci faşistlerin unvanı paşa diye çıkıverdi)

(Başkan bana doğru yine sinirli bir eda ile) “Hakaret ediyorsunuz”

(Hayret ve şaşkınlık içinde) “Kime hakaret ediyorum. Darbeci diyerek mi hakaret ediyorum?”

(Başkan kafasını sallayarak ve “hı hı” diyerek evet dedi)

“Hiç durmayın bu sözlerimi tutanağa geçirin ve hakkımda suç duyurusunda bulunun” dedim. Dilimin ucuna geldi, bizim memlekette darbeciye darbeci derler sözünü sanatlı bir şekilde söyleyecektim, söyleyemedim.

Neyse uzatmayayım. Duruşmadan dört gün sonra müvekkilimi o dört sene boyunca cezaevi kapısında bekleyen babaannem Aco’yu kaybettik. Siverek’e defnetmeye gitmiştik. Dönüşümü Diyarbekir’den yapacaktım. Vaktim vardı ve adliyeye uğradım. Müvekkilimin Diyarbakır Savcılığı’ndaki dosyasını kontrol etmeye gittim. Ne göreyim? Takipsizlik kararı vermişlerdi. Gerekçe zamanaşımıydı. Temmuz 2014’te verdikleri kararı bana tebliğ etme gereği bile görmemişlerdi.

İşte karşımızda polis devleti, pardon iç güvenlik paketi, bu anlattıklarım… AKP iktidarının önceki ve yeni partnerleri ile yürütmekte olduğu devlet idaresinde, başta Kürt meselesi olmak üzere, köklü sorunları ele alma konusunda aslında çok da ciddi bir paradigma değişikliği içinde olmadığı, süreç adı altında bir oyalama taktiği yürüttüğü şüphelerini güçlendirecek pratikler içinde olduğu söylenebilir.

Yazının başında da dedim ya, bu anlattıklarım ve benzer yakın dönem devlet pratiklerinin karşılığı, ateşkesin bitirilmesini talep etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bu karşılaşmalar bize şu mesajı veriyor. Daha fazla katılımcı demokratik pratikler, daha fazla mücadele, daha fazla aktivizm…