Cihan Tuğal kimdir?
Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de Sosyoloji bölümünde ders vermekte olan Cihan Tuğal, Ortadoğu ve İslam özelinde dinin siyasal alandaki rolü üzerine çalışıyor. Tuğal’ın AKP’nin iktidara geliş sürecinde İslamcı hareketin geçirdiği dönüşümü ele aldığı “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” adlı kitabının yanı sıra Türkiye, Mısır ve İran’da İslamcı hareketler, sosyal politika rejimleri ve neoliberal dönüşüm üzerine bir dizi makalesi bulunuyor.
"Yeni rejim Türk devlet geleneğine eksiksiz bir şekilde sadık kalarak Arap İslamcılığına lider olamaz. Türk dininin “sahih” olduğunu kanıtlaması için, Türkiye’nin bir parça daha İslamileşmesi de gerekiyor. Üstelik bu tür “açılım”lar, içerideki Sünni rahatsızlıkları massetmeye de hizmet ediyor."
"Mısır ve Türkiye’nin farkı neoliberal siyasete gösterilen rızada. Türkiye’de işsizlik ve eşitsizlik daha hızlı artmasına rağmen, neoliberalizm tabanda kabul görüyor (formel işçilerin ve memurların bir kısmı dışında). Mısır’da ise formel ve enformel işçilerin yanında, liberal-demokrat eğilimli sokak hareketleri dahi neoliberalizmi hedef alıyor."
"Bu memlekette muhafazakar-(neo)liberal hegemonyanın kurulabilmesi için hala liberallerin emeğine ihtiyaç var. Önümüzdeki dönemde, liberallarin toplu ve hızlı bir tasfiyesinden ziyade, bir çok gelgite şahit olacağız. Liberaller de bunun farkında ve bu yüzden iç çatışmaları giderek çirkinleşmeye başladı. Yaşanacak olan kısmi tasfiyelerin, sosyalizm ile liberalizm arasında tercihlerini yapamamış unsurları nasıl etkileyeceği, tasfiyelerin şiddeti kadar sosyalistlerin manevra kabiliyetine de bağlı."
SÖYLEŞİ
-Her ne kadar daha çok AKP’nin iktidara geliş sürecini ele aldığın Pasif Devrim kitabınla tanınsan da son dönemlerde özellikle Arap İsyanları ile ilişkili olacak şekilde Mısır ve Türkiye’deki neoliberalleşme ve İslamcılaşma süreçlerini birbirleriyle karşılaştıran yazılar kaleme aldığını biliyoruz. Sözkonusu karşılaştırma üzerinden yürütülecek bir tartışma bugün geldiği nokta itibariyle Türkiye’de AKP iktidarının pozisyonunu daha iyi anlamamızı mümkün kılabilir. Bu noktada bu karşılaştırmanın temel parametrelerini özetlemeyi mümkün kılabilecek bir olayı hatırlatmakla başlayalım. Recep Tayyip Erdoğan hatırlanacağı gibi 2011 yılında yaptığı Kahire ziyaretinde Mısır’daki yeni oluşacak yönetime laiklik çağrısı yapmış ve bu da bu ülkedeki en güçlü İslami akımı temsil eden Müslüman Kardeşler tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Aynı dönemde bir yandan da AKP Türkiye içerisinde dinci söylemini koyulaştırmaktaydı ve ülkedeki biçimsel laikliğin altını iyiden iyiye oyacak bazı söylem ve politikaları her zamankinden daha fazla benimsiyordu. Böylesine ilginç bir manzara Mısır ve Türkiye’deki İslamcı yükselişin niteliklerini karşılaştırmak açısından bize ne söylüyor?
En önemli nokta, başbakanın artık sadece Türk İslami hareketinin sözcüsü olmaması. O, aynı zamanda Türk devlet geleneğinin ve “uluslararası camia”nın da sözcüsü. Gerilimli ve sorunlu bir eklemlenme bu: bileşenleri birbiriyle tam örtüşmüyor, hatta yer yer çelişiyor. Ama yine de, başbakanın hamlelerini (ve bunların doğurduğu tepkileri) bu eklemlenmeden bağımsız anlamak mümkün değil.
Dolayısıyla, Mısırlı İslamcılar’ın tepkisini, sadece Erdoğan’a değil, içinde bulunduğu tarihsel bloka karşı bir tepki olarak okumak lazım.
Aynı zamanda, bu tarihsel bloğun etkili olabilmek için, tabandan gelen bazı baskılara cevap vermesi gerektiğini de unutmayalım. Yani, yeni rejim Türk devlet geleneğine eksiksiz bir şekilde sadık kalarak Arap İslamcılığına lider olamaz. Türk dininin “sahih” olduğunu kanıtlaması için, Türkiye’nin bir parça daha İslamileşmesi de gerekiyor. Üstelik bu tür “açılım”lar, içerideki Sünni rahatsızlıkları massetmeye de hizmet ediyor.
Bu Makyavelist rıza ve manipülasyon oyununun nihayetinde kim kime daha çok benzer, o ayrı bir konu. Türkiye’yi kendisine “bazı açılardan” model aldığını ifade eden Müslüman Kardeşler, daha şimdiden Washington’a bayağı yakınlaşmış durumda; ve aynı zamanda (“model ülke”den de esinlenerek), İsrail’e karşı çeşitli sataşmalardan da geri durmuyor.
-Son yazdığın makalelerden birinde Türkiye ve Mısır’daki fiilen işlemekte olan neoliberalleşme süreçlerini inceliyorsun ve Türkiye ile karşılaştırıldığında Mısır’da neoliberalleşmenin Türkiye’dekine kıyasla belirli sınırları olduğunu söylüyorsun. Mısır’da neoliberalleşme sürecinin önündeki sınırlar somut olarak kendisini nerede gösteriyor?
Kemalizm ve (görece daha “sosyalizan”) Nasırcılığın farklarından, korporatist refah devleti uygulamalarındaki nüanslara kadar bir çok nokta sayılabilir. Benim dikkat çekmek istediğim nokta, İslami hareketler arasındaki farklar. Türkiye’de Milli Görüş geleneği (yine göreceli olarak), Sünni hareketleri bir çatı altında toplayabildiğinden, bu hareketin kariyeristleri kararlı bir şekilde yüzlerini Atlantik’e dönünce, kitleler bu rotaya rıza gösterdi. Bu da, zaten Türkiye’nin özgül koşulları dolayısıyla daha profesyonel davranan Türk İslamcıları için, muhazakar, liberal, ve bazı milliyetçi ve solcu çevreleri kendi projelerine eklemlemek için gerekli ortamı yarattı.
Herhangi bir sosyoekomik rotadan yoksun Mısır İslamcıları ise, Müslüman Kardeşler’in yarı-ham neoliberal vizyonu etrafında örgütlenemiyorlar. Bu alanda bir irade ortaya koyamayan Kardeşler, solcuları ve liberalleri de heyecanlandıramıyorlar. Devrimci süreç tam da yeni bir eklemlenme fırsatı sağlamışken, Kardeşler’in profesyonellikten uzak davranışları, liberalleri iyice sola itiyor.
2000’lerin sonundaki tabloya baktığımızda, iki ülkede de “başarılı” neoliberal uygulamalar görüyoruz: ekonomiler büyüyor, işveren sınıfı genişliyor. Neoliberalizm işsizliği ve eşitsizliği çözmeyi hedeflemediği için, bunlarda da artış var.
İki ülkenin farkı bu siyasete gösterilen rızada. Türkiye’de işsizlik ve eşitsizlik daha hızlı artmasına rağmen, neoliberalizm tabanda kabul görüyor (formel işçilerin ve memurların bir kısmı dışında). Mısır’da ise formel ve enformel işçilerin yanında, liberal-demokrat eğilimli sokak hareketleri dahi neoliberalizmi hedef alıyor.
Bu rahatsızlığın vardığı nokta, 2011’deki devrimci ayaklanmalar oldu. Devrim gerçekleşmedi ama, devrimci durumun sürmesi neoliberalizmi daha da zora sokuyor. Bu noktada işçi hareketinin ve demokratik muhalefetin kendi dinamikleri de önemli elbette ama, bunların İslamcı hareketlerle etkileşimini gözardı etmemek gerekiyor.
-Mısır ve Türkiye’nin deneyimlediği neoliberalleşme sürecinin bahsettiğin farklılıklarını analiz ederken iki ülkede İslamcı siyasetin yıllardır içinde bulunduğu duruma odaklanıyorsun. Buna göre Türkiye’de İslamcılığın siyasi tekeli uzun bir süredir AKP’nin elinde öte yandan Mısır’da ise tersine Müslüman Kardeşler dışında Selefiler ve El Gama El İslamiye gibi daha radikal unsurların siyasi alanın bir kısmını elinde tutmasından kaynaklı parçalı bir yapı söz konusu. Bu durum sana göre her iki ülkenin neoliberalleşme serüvenini farklılaştırıyor. Böyle bir analiz bu ülkelerdeki burjuvazinin güncel ihtiyaçlarının ve aynı zamanda bu iki ülkenin dünya kapitalist sistemindeki farklı konumlarının neoliberalleşme süreçleri üzerindeki etkisini biraz dışarıda bırakmış olmuyor mu? İslamcılığın kendi içindeki dengelere biraz fazla belirleyicilik atfetmiyor musun neoliberalleşme biçimlerini incelerken?
Birikim rejimlerinin ve iktisadi coğrafyaların bazı etkileri var şüphesiz. Örneğin, Türk neoliberalizmi, 1980’lerden itibaren, sınai emeği dağıttı; bunun en bariz örneği endüstrinin Marmara bölgesine yayılması; İstanbul-İzmit hattının kırılması. Mısır’da ise sınai emek Mahalla ve Tanta gibi bölgelerde yoğunlaştı. Bugün emeğin siyasi seferberliğini etkili kılan en önemli etkenlerden biri, Mısır burjuvazisinin coğrafi olarak bu kadar konsantre bir emek gücüyle karşı karşıya olması. Tahlillerim bu ve benzeri olguları inkar etmektense, bunların iki ülke arasındaki tüm farkları tüketmediğini göstermeye yoğunlaşıyor. Neoliberalizme karşı örgütlenmenin ve alternatifler yaratmanın önündeki engelleri anlamak için, üretim biçimleri kadar siyasi ve dini sahaların yapılarını da anlamak gerekir, buna dikkat çekmeye çalışıyorum.
-Türkiye’de neoliberalleşme süreçleri ve dinci siyasetin yükselişi arasındaki ilişki ele alınırken sosyal devletin çöküş sürecinin yarattığı elverişli ortama çokça vurgu yapılır. Son makalelerden birinde sen de bu ilişkiyi ele alıyorsun. Mısır ve Türkiye’ye baktığımızda bu iki ülkedeki mevcut İslami eğilimli iktidar partileri neoliberalleşme döneminde “sosyal devletin” zayıflamasının yarattığı rıza açığını nasıl kapatmaya çalışıyorlar? Burada ne tür ideolojiler devreye sokuluyor?
Sosyal devletin zayıflaması kadar biçim değiştirmesinden de bahsetmek gerekiyor. Türkiye korporatist refah rejiminden, formel sektördeki işçileri ve memurları ihya eden bir modelden, liberal bir modele geçiş yapıyor. Yeni rejimin siyasi olarak da dayandığı enformel işçi kesimi, eski refah devletine göre daha fazla yarar sağlıyor bu yeni yapıdan. Ve yeni yapı, kalıcı iş, tatminkar eğitim yerine, memur ve formel işçilere karşı kazanılan bu “zafer” üzerinden kendi meşruiyetini kuruyor.
Nedir bu zafer? Bu noktada Türkiye’nin önemli bir farkını daha anlamak gerekiyor: Mısır’a nazaran çok daha zengin bir ülke olduğu için, neoliberal paradigmanın “en yoksul” kesimleri gözeten ve “mutlak yoksulluk” denilen olguyu ortadan kaldırmaya yönelik refah programlarını daha verimli şekilde uyguluyor. Çalışan kesimleri bölerek, bu programlara hem mali hem ideolojik destek sağlıyor yeni rejim.
Bir de bu yeni refah rejiminin hayır tarafı var: devlet meydanı hayır kuruluşlarına bırakıyor dersek biraz eksik, biraz da yanlış olur, zira devlet bunların gelişimini çeşitli şekillerde destekliyor, denetliyor ve hatta üretiyor. Hayır derneklerinin muarızları, bunların araçsal boyutunu (oy deposu, vs.); taraftarları da yoksullukla mücadele boyutunu abartıyor aslında. Hayır harcamalarının en yüksek olduğu devletlerde dahi, bunların refah harcamalarının yanında kırıntı gibi kaldığını görüyoruz. Gönüllü hayırın asıl önemi, toplumda yeni bir etik yerleştirmesi.
Yirmi sene öncenin hayırseveri, yardımını yapar, belki karşılığında da sadakat, itaat, şükran beklerdi (“ oy deposu” eleştirisi bu eski kültürü hedef alıyor). Günümüzün hayırsever dernekleri ise, “muhtaç” kişinin kendi hayatını değiştirmesini, bir girişimci haline gelmesini istiyor, talep ve teşvik ediyor, yerine göre ittiriyor (ancak bu “zor” kapasitesi, Amerikan hayır dünyasıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’de oldukça zayıf). Devlet de özellikle bu yeni etiğe yönelik programlara bütçe ve altyapısal destek sağlıyor. Bu, henüz “alan el”de olmasa bile, “veren el”de büyük bir zihniyet değişikliğinin göstergesi.
Mısır ile burada da ayrılıyoruz. Müslüman Kardeşler’den kopan irili ufaklı bir sürü dernek, bu liberal hayır anlayışını Mısır’da da yerleştirmeye çalışıyor. Ancak, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı örgütlere sadık kalan hayır kuruluşları ve ağları, yoksulları girişimciye dönüştürmek gibi düşlerden uzak duruyorlar (Kardeşler’in makro-ekonomik vizyonunun neoliberalleşmiş olmasına rağmen). Hayır camiasında ciddi bir yarılma var yani.
-AKP’nin son 10 yıldır İslamcı siyaset alanını tek başına hakimiyeti altına alması durumunun Gülen cemaatinin son zamanlardaki daha “eleştirel” gözüken pozisyonu düşünüldüğünde zedelenmesi mümkün mü? AKP’nin iktidar dönemi boyunca uzun bir süredir gerek devlet, gerekse de toplumsal alana yerleşmiş bir cemaatin ağlarından yararlanmış olması Mısır ile yapılan bir karşılaştırmada hesaba katılması gereken bir faktör müdür?
Gülen ve eski Milli Görüşçüler arasında başından beri gerilim vardı. 28 Şubat’ın en önemli sonuçlarından biri, Milli Görüşçülerle Gülenciler arasındaki açık tartışma durumuna son vermesi; gerilimlerin “kol kırılır yenin içinde kalır” anlayışıyla genel bir sağcı çatı altında saklanmasına giden yolu döşemesi oldu. Yalnız, bu sadece taktik bir dönüşüm değildi. Darbe, İslamcıları Gülencileştirdiği kadar, Gülencileri de İslamcılaştırdı. Şimdi bu ideolojik yakınlaşmanın da, taktik “sulh”un da sınırlarına geliyoruz.
Arap Baharı eski Milli Görüşçüler arasında İslamcı eğilimleri depreştirdi. Gülen Cemaati’nin koyu milliyetçiliği ve muhafazakarlığı bunu kaldıramıyor. AKP’nin İsrail meselesindeki dalgalanmaları; Türkçülüğün can düşmanlarının saygın siyasi önder muamelesi görmesi, bardağı taşıran damlalar. Ancak gerilimler daha derinlerde. İdeolojik ayrışmalar kadar, kurumların paylaşılamaması sorunu da var. MİT krizinde gördüğümüz üzere, ideolojik sıkıntılarla bürokratik pastadan pay al(ama)ma kaygıları içiçe de geçebiliyor. Eğer Gülen Cemaati milliyetçiliğini sivriltip, eski rejimin güçleriyle ittifakını yenilemeye kalkışırsa, hegemonya çatırdar.
Yine de, bütün bu itişmeler, profesyonel bir siyasi çerçevenin içinde cereyan ediyor ... en azından şimdilik. Mısır’dan fark burada. AKP’nin Gülen Cemaati’ne sataşmaları, İsrail’e yaptıkları ile karşılaştırılamaz; oysa İsrail meselesinde dahi, yeni rejim yaraları sarıp, yola devam edebiliyor (bu yara sarma operasyonunun öncesinde dahi ticari ilişkilerin, son yılların bütün şamatasına rağmen, zedelenmemiş olması da kayda değer). Tüm bunlar, tarihsel bloğun içindeki mevzi savaşları. Bu kuvvetler, kendi bloklarının içinde, birbirlerine karşı, ideolojik, bürokratik, ve politik kazanımlar sağlamaya çalışıyorlar. Fakat bunu, asıl düşman(lar)la aralarındaki çizgiyi göz ardı etmeden yapıyorlar.
-AKP hegemonyasını inşa ederken “liberal demokrat” denilebilecek kesimlerin de rızasını almak için özel bir uğraş sarf etti. Darbelerle hesaplaşma, askeri vesayete son verme, sivilleşme vb. söylemler AKP’nin geleneksel tabanından çok bu kesimleri yeni rejime angaje etmek üzere kurgulanmış gibi duruyor. AKP yetkililerinin son zamanlardaki bazı çıkışları bu kesimlerin rızasına daha az ihtiyaç duyulduğu izlenimi veriyor. AKP retorik düzeyde “demokrat” döneminin sonuna geldi diyebilir miyiz?
Partinin bazı unsurları liberallerden vazgeçmeye yeltendi, ancak bu heves fazla süremedi. Akil insanlar sürecine buradan bakmak lazım. Heyecanlarını kaybeden liberaller tekrar yeni rejime kazanılıyor bu sayede. Ancak aynı zamanda partinin milliyetçi-muhafazakarları da hizaya getiriliyor. Normal koşullarda beraber çay bile içemeyecekleri isimleri, yeni rejimin kilit aktörleri olarak hazmetmeleri bekleniyor.
Bu memlekette muhafazakar-(neo)liberal hegemonyanın kurulabilmesi için hala liberallerin emeğine ihtiyaç var. Önümüzdeki dönemde, liberallarin toplu ve hızlı bir tasfiyesinden ziyade, bir çok gelgite şahit olacağız. Liberaller de bunun farkında ve bu yüzden iç çatışmaları giderek çirkinleşmeye başladı. Yaşanacak olan kısmi tasfiyelerin, sosyalizm ile liberalizm arasında tercihlerini yapamamış unsurları nasıl etkileyeceği, tasfiyelerin şiddeti kadar sosyalistlerin manevra kabiliyetine de bağlı.