Türkiye'de Kürt meselesine ilişkin yüksek siyaset düzeyindeki gelişmeleri yazıp çizmeye çalışmak gerçekten de sıkıcı ve bir yerde anlamsız bir iş haline gelebilir. Ancak Türkiye'yi derinden etkileyen olağanüstü bir gelişme yaşandığında yüksek siyaset düzeyinde yeni yol ayrımları meydana gelebiliyor.

"Çözüm sürecine" de bu şekilde girdik. Hükümetin çözüm sürecine girildiği ilanında bulunması, 1) "PKK'siz çözüm" adına canlandırılan savaş siyasetinin iflas etmesi, 2) Kürdistan'ın Suriye'deki bölümünde PKK çizgisindeki siyasetin (PYD) inisiyatifi ele geçirmesi gibi gelişmelerle doğrudan bağlantılı.

Seçimlere kadar devletten ciddi bir demokratikleşme adımı atmasının beklenmemesi gerektiği yönündeki görüşümü koruyorum. Bununla birlikte, Türk devleti açısından askeri ve diplomatik dış destekle Kürdistan'da kapsamlı ve sistemli bir vahşetin uygulandığı 1990'lara dönüş olabilecek bir şey değil. Uluslararası bir operasyonla Öcalan'ın Türk devletine teslim edilmesinden beri, Kürt meselesinde farklı bir evreyi yaşıyoruz. Bu operasyonun iki temel anlam ve önemi vardı: 1) Türk devleti en başta Kürt meselesini çözmek üzere reformcu bir sürece girecek, 2) İnisiyatif PKK'den önce Türk devletinde olacaktı.

Kürtlerin inkârına dayalı dönemin nasıl kapatılacağına ilişkin ve uluslararası mutabakatın ürünü bu çözüm planı işlemiyor. Daha doğrusu, planın birinci kısmı işlemiyor. İkinci kısmı ise bir şekilde işletiliyor.

Güncel olarak Türk devletinin yaşadığı reform baskısını küçümsemek yanlış olur. Gerillanın geri çekilmesinin yarı-resmi bir çerçevede ve çatışmasız bir ortamda gerçekleşmesi, yeri geldiğinde çekilmenin durdurulması ama buna rağmen çatışmasızlık durumunun devamı, "İmralı'nın" (yani Öcalan'ın) resmen muhatap alınmasının yolunun açılması vs. Türk devleti ve kamuoyu adına gerçekten de şoke edici gelişmeler. Fakat bu gelişmeler Türkiye'de Kürt meselesinin çözüldüğü değil, sadece dondurulduğu anlamına geliyor. Atılması gereken temel adımlar atılmıyor.

Hükümete göre, bu donma halinin yıllarca devam etmesi gerekiyor. Mesela önce seçimlerin atlatılması ve tabii AKP'nin bu seçimlerden büyük başarılarla çıkması gerekiyor. Sorun şurada ki hayat donmuş değil, Kürt halkının temel hak ve özgürlükleri yüksek siyasetin donma hali devam ederken ayaklar altında kalmaya devam ediyor.

Bu durum, Kürt hareketini askeri çatışma seçeneğiyle yeniden baş başa bırakıyor. Kısmen gerillanın geri çekilmesini de içeren ateşkes sürecine girilirken Kürt hareketi örgütsel yapısını yenilemek üzere bazı adımlar atmaya çalıştı. Salt seçim süreçleri ile sınırlı olmayan çatışmasızlık ortamında nasıl bir siyaset yürütebileceğini tartıştı. Fakat bu adımların "salon konferansları" olmanın ötesine geçebildiği söylenemez.

Gezi direnişinin tetiklediği kitlesel seküler hareketlenme meydana geldiğinde Kürt hareketinin yaşadığı hazırlıksız yakalanma durumu, kronikleşen örgütsel yenilenme sorunlarıyla doğrudan bağlantılıydı. Oysa Yaz aylarına damgasını vuran seküler hareketlenmeye zemin hazırlayan tam da çatışmasızlık ortamıydı.

Toplumsal bir hareketlenme, toplum tabanında örgütlü biçimler alabildiği ölçüde yüksek siyaseti etkileme gücüne sahip olabilir. Türkiye'de Kürt meselesinde çözümün anahtarı bundan başka bir şey değil. Kürt hareketi büyük kitle desteği ve kurumsal altyapı olanaklarına rağmen bu konuda tutulma yaşıyor. Yüksek siyaset alanına sıkışma aynı zamanda çürüme anlamına geliyor ve ister istemez silahlı mücadeleyi eksen alan bir muhalefet etme biçimi tek seçenek olarak görünmeye başlıyor.

Türk kamuoyunda ise, "temel hak ve özgürlükler bağlamında Kürtler haklı, gereken yapılmalı" diyen siyasi bir irade oluşamıyor. Bu Gezi direnişinin damgasını vurduğu seküler direniş hareketi için de geçerli. Direniş aynı zamanda kararlı bir barış hareketi haline gelemedi. Popülist güzellemeler ne yazık ki bu gerçeği değiştirmiyor, değiştirmediği gibi üzerini örtüyor.

"Andımız" tartışması bunu açıkça gösterdi. "Demokratikleşme Paketi" bir iki olumlu unsuru içerisinde barındırıyordu ve hiç kuşkusuz bunlardan birisi de öğrenci andının kaldırılmasıydı. Buna karşılık seküler hareket içinde "Kaldırılmasın!" kampanyaları düzenlenebiliyor, düzenlenebildiği gibi meşru kabul edilebiliyor.

Nasıl ki "dindar" ya da "muhafazakâr Müslüman" denilen kitle Türk-İslam faşizmini bünyesinde taşıyarak demokratlaşamıyorsa, seküler kitle de Atatürkçülüğün faşizan ve ırkçı yorumunu bünyesinde taşıyarak demokratlaşamıyor. Kendine demokrat olmak ise en iyi ihtimalle ırkçılığın örtülü bir versiyonunu üretmek anlamına geliyor.

CHP dışında, faşizan ve ırkçı unsurları etkisiz hale getirilmiş bir siyasi alternatif üretilemediği sürece, Kürt hareketinin vitrin düzenlemesi ya da bir gurup aydınla buluşmanın ötesinde Türk solu ile ciddiye alınabilir bir ilişkisi olmayacaktır. Kürt oylarıyla Türkleri temsil etmeye çalışmak gibi tuhaflıkları her seçim döneminde yeniden üretme ihtiyacının temelinde bu sorun yatıyor.

Önümüzdeki dönemde sürece gerçekten "çözüm" adının verilmesi için şunlardan en az birisinin olması lazım:

1)    Kürt hareketi örgütsel bir yenilenmeye giderek Türkiye açılımını gerçekleştirir ve genel olarak Türkiye kamuoyunu şekillendirme gücüne kavuşur.

2)    Devlet ve hükümeti sarsan olağanüstü gelişmelere yenileri eklenir ve mecburen sorunu dondurmanın ötesine geçebilen bir yüksek siyaset ortamı şekillenir.

Bir dahaki yazımda bu olasılıkları değerlendirmeye çalışacağım.