Bir önceki yazımda, "çözüm sürecinde" meydana gelen tıkanmanın aşılması için şu iki olasılıktan en az birisinin gerçekleşmesi gerekir demiştim: 1) Kürt hareketi örgütsel bir yenilenmeye giderek Türkiye açılımını gerçekleştirir ve genel olarak Türkiye kamuoyunun şekillenmesinde söz sahibi olur, 2) Devlet ve hükümetin oyalamacı siyasetini sarsan olağanüstü gelişmelere yenileri eklenir. Mecburen sorunu dondurmanın ötesine geçebilen bir yüksek siyaset ortamı şekillenir.

Bu iki olasılığın birlikte gerçekleşmesi ise, gerçek bir çözüm sürecine girmemizi sağlayacaktır.

Birinci olasılığın gerçekleşmesini zora sokan, Kürt hareketinin Türkiye açılımını Türk soluna ihale ederek çözmeye çalışmasıdır. Bu sorun, tarihi on yıllara uzanan bir siyaset alışkanlığı ile ilgilidir.

1960'ların sonuna doğru Kürt hareketi yeniden yapılanırken Türk solundan ayrışma bir gereklilik haline gelmişti. Çünkü "enternasyonalizm" pratikte Kürtlerin asimile edilmesini sağlayan bir yoruma tabiydi. Bunun Kürt hareketi açısından olumsuz bir sonucu, nüfusu düzenli olarak artan ve yerleşik hale gelen "metropol Kürtlerinin" ilgi odağı olmaktan çıkması ve asimilasyon karşıtı mücadelenin bölge merkezli bir yorumla daraltılmasıydı.

Buna karşılık "metropol Kürtleri", muhalif bir duruşa meyletseler bile, yerleşik hale geldikleri ölçüde İslamcı ya da sol üst kimlikler edinerek asimilasyona uğruyor, Türk-İslam ideolojisi ya da Türk soluna hizmet eder konuma geliyorlardı. Modernleşmek adına Kürt kimliğinin yaratmış olduğu ağırlık ve baskıdan kaçmanın (asimilasyonu kabullenmenin) bir sonucu, Türk kamuoyundaki ırkçı önyargıların daha da pekişmesi ve devletin asimilasyon siyasetini uygularken özgüvenin artmasıydı.

Toplumsal olarak bu trendin belirgin bir şekilde kırılması, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından, 1990'ların başında gerçekleşti. Öyle ki, soy bakımından bir parça Kürtlüğe sahip olmak bile önem kazanmıştı. Fakat Kürt hareketi "metropol Kürtleri" ile tam ne yapacağını bilemez halde olmayı sürdürdü.

Sonuç olarak, Kürt meselesinde farklı bir evreye girilmesine rağmen, şu nokta bir türlü kabul edilmedi: Türkiye açılımını gerçekleştirmek Kürt hareketinin de asli bir işlevi olmalıdır. Toplum tabanında bunun aracısı olması gereken de en başta "metropol Kürtleridir". İzlenmesi gereken yol, toplumsal hayatta karşılık bulabilecek kültürel olarak çoğulcu yapıların inşasıdır.

Kürt hareketinin yenilenmesi ancak bu yaklaşımın ciddiye alınması ile mümkün. Bu noktada adımlar atılamadığı sürece, yazının başında belirttiğim birinci olasılık gerçekleşmez. HDP'nin kurulması dâhil, bu olasılığı güçlendirecek güncel gelişmelerin yaşandığı iddia edilemez, ancak temenni edilebilir. Ertuğrul Kürkçü'nün HDP'nin eş başkanı olması bu durumu değiştirmez. Çünkü bu eş başkanlığın ciddi bir toplumsal karşılığı yok. Kürt oylarıyla Türklerin de temsilciliğini yaratma çabası, 2000'li yılların bir garabeti olmayı sürdürüyor.

Önümüzdeki seçimlerde de bu garabet devam edecek. Çünkü Kürt hareketinin nüfus yapısına uygun olarak dar ve bölgeci bir milliyetçilikten uzaklaşıp Türkiye açılımını gerçekleştirmesi, kolaycı yüksek siyaset ya da vitrin düzenlemeleriyle değiştirilebilecek bir durum değil.

Mevcut hal ve şartlarda, çözümsüzlüğün aşılması için geriye kalan olasılık belli: Yüksek siyasetteki donma halinin Türk devletinin statükoculuğunu temelden sarsan gelişmelerle aşılması. Belirtmek gerekir ki, mevcut yapısıyla ve dönemsel olarak Kürt hareketi Türkiye'de sınırlarına ulaşmış ve yapabileceği pek bir şey kalmamış ise, bu kesin bir dezavantaj haline gelmiyor.

Soğuk Savaş sonrası günümüze kadar yaşanan gelişmeler Türkiye'de Kürt hareketinin elini düzenli olarak güçlendirdi. Türk devletinin oyalama, öteleme, olmadı sürdürülebilir bir savaşı canlandırma gücü ise tükendikçe tükendi. Irak'taki gelişmeleri kontrol edemediği gibi, Suriye'deki gelişmeleri de kontrol edemiyor.

Bu süreçte Kürt hareketinin Türkiye açılımı başarısızlığını telafi eden, Türk devletinin resmi sınırlarını aşan Kürdistan meselesinde kurucu siyasi aktörlerini üretebilmiş olmasıdır. PKK, Kürt coğrafyasının Türkiye içinde kalan en büyük kısmına yaslandığı gibi, Kürdistan meselesinin bütünlüklü çözümünü zorlamak adına en dinamik siyasi aktör olma özelliğine sahip.

Şimdilik, Kürt hareketinin ciddi bir yenilenme sorunu yaşadığını, ama bunun sonucunun ölümcül olmadığı söylenebilir. Bir kanalda yaşanan tıkanma açılan başka kanallarla telafi edilebiliyor. Buna karşılık, Türkiye açılımının Kürt hareketi tarafından önemsizleştirilmesi, sorunu ötelemek ve bastırmak için uygun zamanı kollamak adına Türk devletinin sahip olduğu önemli bir avantaj olmaya devam etmektedir.

Türkiye üzerinde ciddi bir Kürt nüfus baskısı olduğu halde, milyonlarca Kürdün asimilasyon metotlarıyla etkisizleştirilmesi, bu avantajın devam etmesinde belirleyicidir. Kürt entelektüelleri arasında yaygın "40 milyonuz ama ..." yakınmasının / vakasının temelinde bu olgu yatmaktadır. Bu olgunun teğet geçilmesi, dar ve bölgeci yaklaşımın yeniden üretilmesini rasyonelleştirmek adına belirleyici bir önkoşulun görmezden gelinmesidir.

Öcalan'ın 2000'li yıllar için milliyetçilikten arındırılmış bir Kürt hareketine vurgu yapması ve devletleşmenin nihai hedef olmaktan çıkarması, dar ve bölgeci milliyetçiliğin aşılması açısından riskli bir anti tezle ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Soyut ve yüzeysel milliyetçilik tartışmaları biçimi aldığında ya da gerçeklikle bağdaşmayan dogmatik bir yoruma tabi tutulduğunda, bu çıkışın toplumsal bir siyaset olarak evrim geçirmesi mümkün olmamıştır.

Pratikte Kürt hareketi açısından mesele, temel hak ve özgürlükleri ölçü alan milliyetçilik değil, milliyetçiliğin Türkiye açılımını önemsizleştiren ve ihale eden dar ve bölgeci yorumudur. Doğrudur, bu şekilde Kürt hareketini yönetmek daha kolay, ama Kürt meselesi bu dar kalıba sığamayan bir içeriğe sahip.

http://fkurhan.blogspot.com/2013/11/cozumsuzlugu-asmak-2-3-kasm-2013.html