Gerek Çukurca saldırısının gerekse –bu saldırıyla da bağlantılı olan– Van depremi sonrasındaki son derece yaygın ırkçı tepkilerin Kürt sorununda bir dönüm noktasına işaret ettiği söylenebilir.

PKK’nin Çukurca saldırısı, hem siyasi hem de askeri operasyonlarla marjinalize edilmeye çalışılan Kürt hareketinin askeri kanadının bu oyunu bozma hamlesiydi. Bununla birlikte ölen asker sayısının yüksekliği, BDP-PKK’ye karşı tam bir kara kampanya yürüten AKP hükümetinin-devletin Türkiye toplumunun daha geniş kesimlerini “PKK’nin barış istemediğine” ikna etmesini kolaylaştırdı. Çukurca saldırısı aslında Kürt hareketinin kendisine yönelik saldırıyı, sivil mücadele alanının talileşmesini ve KCK operasyonlarının daha da hız kazanmasını göze alarak, askeri planda karşılamayı seçtiğini gösterdi. AKP hükümetinin 2009’da başlattığı “açılım” döneminden bu yana, Kürt hareketinin mücadelesinde askeri ve sivil siyaset kanatları dönemsel olarak ağırlık kazanıyor, ama sonuçta dengeli bir durum oluşuyordu. Askeri eylemler daha çok, sivil siyasetin alanının korunması/genişletilmesi ve A. Öcalan’la müzakerelere başlanmasına dönük bir baskı aracı işlevi görüyordu. AKP hükümeti ve devletin, “Kürtlere Güvercin, BDP-PKK’ye şahin” politikasını seçimlerden biraz önce yürürlüğe koymasından sonra, PKK eylemlerini büyük oranda şehirlere taşımış ve nerede olursa olsun güvenlik güçlerini hedef almaya başlamıştı. Tam da Kuzey Irak’a dönük bir kara harekâtının arifesinde gerçekleşen Çukurca saldırısı, bu sürecin mantıki devamı oldu. Ama aynı zamanda devlete askeri alanda kaldırmakta zorlanacağı bir maliyet ödetme politikasının da en azından önemli bir süre kalıcılaşacağını gösterdi.

Elbette bu politikada karar kılınmasının en önemli nedeni, Kürt hareketinin özyönetim ve katılımcı demokrasi gibi alanlarda geniş kesimlere alan açmakta başarılı olamayışıdır. Yoksa Kürt hareketini marjinalleştirme hamlesine geniş sivil itaatsizlik eylemleriyle yanıt vermek de bir seçenek olabilirdi.

Türkiye’de hepimizin özlediği, aktif birer katılımcısı olmamız gereken olası bir barış hareketinin bu durumu bütün gerçekliğiyle görmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Kendi zihnimizdeki bir Kürt hareketi yerine, güçlü yönleri kadar açmazları da olan gerçek Kürt hareketini iyi tahlil etmek zorundayız. Ancak o zaman barış hareketini, Kürt hareketinin kazanımlarını Batı’da tamamlayacak “ilave bir güç” gibi değil, kendi öz dinamikleri ve yöntemleriyle serpilecek, önünde gayet kapsamlı görevler duran bir süreç olarak görebiliriz.  

Kürt Hareketini Marjinalleştirme Politikasının Zorunlu Bir Bileşeni: Irkçılık

Çukurca saldırısının ardından birçok şehirde sözde “sivil tepkilerin” dile getirildiği kitlesel yürüyüşlerin yapılması ve Elazığ gibi bazı yerlerde BDP’lilere veya BDP binalarına saldırılması, Silvan’daki çatışmadan ardından yaşananları hatırlattı. Böylece, bir süredir BDP-PKK’yi marjinalleştirme politikası izleyen AKP’nin, bu çizgiyi destekleyen Kürtleri yıldırma, sindirme ve etnik bir çatışma ihtimaliyle korkutma stratejisinde ne kadar kararlı olduğunu görmüş olduk.

Son zamanlarda AKP-devlet, birer siyasi yapı olarak BDP ve PKK’yi marjinalleştirmenin yolunun, bu hareketi destekleyen Kürtleri bunaltma, ezme ve Türkî kamuoyunun gözünde itibarsızlaştırmaktan geçtiğini düşünüyor. En son Tayyip Erdoğan’ın, Sırrı Süreyya Önder’in mecliste türbana serbestlik getirilmesi önerisi karşısında, sivil cuma namazı kılan Kürtleri ve genel olarak BDP tabanını  “Zerdüşt” ilan etmesi, hükümetin ne denli gözünün dönmüş olduğunu göstermişti.

Derken Van depremi oldu. Van depreminden bu yana yine aynı stratejiyle karşı karşıya olduğumuzu gayet açık şekilde görebiliyoruz. Bizzat T. Erdoğan, “taş atanların ve askere kurşun sıkanların felaket anında ortada görünmediği” propagandası yaparak, Van ve Erciş belediyelerini gayrimeşru ilan ediyor, Van’da BDP’ye oy veren geniş kesimleri kriminalize ediyor. Fethullah cemaatinin kontenjanından kabineye girdiği ileri sürülen İçişleri Bakanı ise, PKK’lilerin Van’da bir “talep patlaması” yarattığını, gerçekte olmayan veya devletin karşılamış olduğu ihtiyaçları “sanki karşılanmamış gibi gösterdiğini” ileri sürüyor. Devlet çadır ve diğer ihtiyaç malzemelerini tedarik etmişken, PKK’lilerin bir depremden bile siyasi rant devşirmeye çalıştığını, yardım çalışmalarını kasten aksattığını iddia ediyor.

Diğer yandan ise hükümet, deprem mağdurlarının acısını arttırmak pahasına, Van, Erciş ve bölge belediyeleriyle işbirliği yapmıyor, BDP’nin elindeki yerel yönetimleri “halkı umursamayan” yapılar gibi göstermeye çalışıyor. BDP’li belediyelerle birlikte çalışan Sarmaşık gibi yoksullukla mücadele ve yardım dernekleri ise çoktan kriminalize edilmiş durumda: “Bu derneklerin hesap numaralarına para yatırmamaya dikkat edin, paranız PKK’ye gider” propagandası yaygın şekilde yapılıyor.

Van depreminden bu yana sosyal medyada, TV ekranlarında, taksilerde veya çevremizde karşılaştığımız Kürtlere –özellikle de “terör örgütünü destekleyip askere polise taş atan Kürtlere”–  dönük ırkçılık toplum tabanına bir günde yayılmadı. 90’lı yıllarda en azından söylem düzeyinde uygulanan “terör örgütü başka, halkı başka” yaklaşımına 2005 Newroz gösterileri sırasında son verilmişti. Hatırlanacağı gibi o zamanlar Genelkurmay Başkanı, bir kısım Kürtleri “özde değil, sözde vatandaşlar” ilan etmişti. O zamandan bu yana bayrak yürüyüşleri yapıldı, en büyüklerinden birisi Zeytinburnu’nda olmak üzere Kürtlere dönük linç kampanyaları düzenlendi, medyada Kürtlere dönük nefret söylemi yaygınlaştı.

Bana kalırsa AKP seçimlerin biraz öncesinden bu yana aynı taktiği, biraz daha ince biçimde izliyor. İsteği kadar “ovada güvercin, dağda şahin” (yani, “Kürtlere güvercin, BDP-PKK’ye şahin”) desin, Kürt hareketi kitle desteğine sahip olduğu ölçüde, marjinalleştirme politikasının zorunlu bir bileşeni olarak ırkçılığa sarılıyor. Daha ince bir formülasyonla söylersek, BDP-PKK çizgisini destekleyen Kürtleri kriminalize ettiği ölçüde, zaten 30 yıldır ağır bir şoven-milliyetçi ruh haline girmiş olan Türkî toplum tabanında ırkçılığı körüklemiş oluyor. Sonra da açıktan ırkçılık yapanları ayıplıyor ve Türkiye halkından Kürtlere kardeşlik elini uzatmasını istiyor. AKP-devlet kendine fazla güvenerek toplum tabanında giderek güçlenen ve Van depreminde gördüğümüz üzere son derece tehlikeli boyutlara tırmanan bu ırkçılığı denetim altında tutabileceğini, istediği gibi kanalize edebileceğini düşünüyor.   

Bu ateşle oynama stratejisinin sonunun nereye varacağını, dönüp AKP-devleti de vurup vurmayacağını hep birlikte göreceğiz. Van depremi, Kürtlere dönük ırkçığın örtülü biçimde desteklenmesinin kalıcı bir politikaya dönüştüğünü gösterdi. Kitle tabanına sahip özgürlük hareketlerini tasfiye etmeye uğraşan devlet aygıtlarının hep karşılaştıkları bir ikilem…