Geçen Cumartesi günü (23 Ocak) Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink’in anısına “Hepimiz II – Barış İçin Hrant İçin” adlı bir etkinlik düzenlendi. Bu etkinlik kapsamında bir de “Derin Devlet Davalarında Ne Durumdayız?” adıyla bir panel düzenlendi. Benim de organizasyonuna katkıda bulunduğum panele Malatya Zirve Kitabevi katliamı davası müdahil avukatlarından Orhan Kemal Cengiz ve Erdal Doğan, Diyarbakır’da görülmekte olan Albay Cemal Temizöz (JİTEM) davası müdahil avukatlarından Cihan Aydın ve Hrant Dink cinayeti davasında Dink ailesi avukatlarından Ergin Cinmen katıldılar. Panelin amacı, bu tür “derin devlet” davalarının hangi noktalarda tıkandığı konusunda birinci elden bilgi edinmek ve bu tıkanıklıkları açmak üzere baskı uygulamak için sivil toplumun neler yapabileceğini tartışmaktı.

Panelin bir bölümünde Av. Orhan Kemal Cengiz, AKP’nin Ergenekon davasının arkasında yeterince sağlam şekilde durmadığını, yeterli siyasi iradeyi göstermediğini söyledi ve davanın kapsamının genişlememesinde bunun önemli bir payı olduğunu dile getirdi. Soru-cevap bölümüne geçildiğinde, Orhan Kemal Cengiz’in değerlendirmesini eksik bulduğum için kendisine aşağı yukarı şu minvalde bir soru yönelttim: “AKP, Kürt Hareketi’nin tasfiye edilmesi için Kürt bölgesinde derin devletle işbirliği yapıyor. Kürt Hareketi’nin tasfiyesi ağırlık olarak sivil Kürt siyaseti üzerinden yapılmak isteniyor. Bu durumda, haliyle güvenlik güçleri içindeki hukuk-dışı unsurlara ihtiyaç duyuluyor. Çünkü sivil siyasetçileri, aktivistleri vs. tasfiye edebilmek için normal hukuki prosedürün dışına çıkıp olağanüstü bir hukuk işletmeye ihtiyaç var. AKP, Fırat’ın öbür tarafında sahneye konan darbe sürecine aktif destek verirken Batı’da Ergenekon davasına anlamlı bir siyasi destek vermesini nasıl bekleyebilirsiniz? Sorun daha yapısal değil mi ve Kürtlerin yaşadıkları mağduriyetleri göz ardı ederek ülkenin ‘bu tarafında’ gerçek bir demokrasi mücadelesi verebilir miyiz?”

Bu arada bir Kürt genci de söz aldı. Hrant Dink’in anısına saygı duyduğunu, ama Türkiye’nin Batısı’nda demokratik kamuoyunun Hrant Dink cinayetine gösterdiği hassasiyetin hiç olmazsa onda birini Musa Anter, Vedat Aydın ve bölgedeki diğer faili meçhul cinayetlere de göstermesi gerektiğini söyledi.

Bu Kürt gencinin sorusuna panelistlerden hiç kimse yanıt vermedi. Av. Orhan Kemal Cengiz benim sorduğum soruya ise yaklaşık olarak şöyle bir yanıt verdi: Kendisi AKP’yi savunmuyordu, hatta yeterince demokratik davranmadığı için eleştiriyordu. Fakat Ergenekon davasının ilerleme kaydedebilmesi için farklı kesimlerin de toplumsal baskı oluşturması gerekiyordu. Bu konuda solcular, Aleviler ve Kürtler maalesef kötü bir sınav vermişti. Özellikle 17.000 civarındaki faili meçhul cinayete kurban gidenlerin neredeyse hepsinin Kürt olduğu düşünülürse, DTP’nin [Ergenekon davasının görüldüğü] Silivri’deki mahkemenin önüne binlerce insan getirmesi, gece gündüz oradan ayrılmaması gerekirdi. Dolayısıyla bu konuda sorumluluğun bir kısmı da Kürt siyasi hareketine aitti.

Elbette burada amacım tartışmayı kişiler üzerinden yürütmek değil. Yukarıdaki olayı, daha genel anlamda Türkî liberal-demokrat aydınların ülkemizdeki darbelere-darbe planlarına yönelik tutumuna iyi bir örnek teşkil ettiğini için aktardım.

Ergenekon davası etrafında bir seferberlik oluşturmadığı için DTP’ye yöneltilen eleştiri elbette doğru. Fakat son aylarda bine yakın Kürt belediye başkanı, çeşitli düzeylerdeki parti yöneticileri ve üyeleri, aktivist Kürt gençleri ve kadınları, hatta insan hakları savunucularının tutuklanması Kürt bölgesinde halihazırda bir darbe gerçekleştirildiği anlamına gelmiyor mu? Eğer geliyorsa, Ergenekon, Kafes, Balyoz vs. gibi geçmişte AKP’ye dönük darbe planlarını gündeme getirirken ve demokrasiye karşı bu faşist komplolara gayet haklı olarak karşı çıkarken, Kürtlere dönük halihazırda gerçekleşen darbeden hiç söz etmemek niye?

Bunun adil bir değerlendirme olduğunu sanıyorum, çünkü görsel ve yazılı muhafazakâr-liberal medyayı izleyebildiğim kadarıyla sık sık bu medyaya konuk olan liberal-demokrat aydınların Kürt bölgesindeki darbe sürecinden söz ettiklerini pek duymadım (elbette kaçırdığım birçok şey var, ama bu tablonun genel olarak doğru olduğunu düşünüyorum.)

Ayrıca sorun, liberal-demokrat aydınlara ilişkin bir tutarlılık tartışmasının çok ötesine geçen boyutlara sahip. Kürtlere yönelik darbe sürecini durdurmadan ve bu sürecin faillerini ortaya çıkarmadan devlet içindeki derin yapılanmaların tasfiye edilebileceğini ummak ve yeterli siyasi irade göstermediği için bu konuda AKP’yi eleştirmek vs. ne kadar gerçekçi? Hele de AKP, "Fırat’ın doğusundaki" bu darbe sürecinin suç ortağı durumundayken. Bunun bizi sonuca götürebilecek bir demokratikleşme programı olduğu söylenebilir mi?

Şöyle bir varsayımda bulunabileceğimi sanıyorum: Eğer aydınların devlete/devlet-merkezli projelere daha mesafeli yaklaştığı başka bir ülkede olsaydık, “açılım” sürecinin o açılımın öznesi durumundaki halkın siyasi örgütünü tasfiye çabasına dönüşmesi üzerine, muhtemelen o ülkenin liberal-demokrat aydınları “açılım”ın mimarı olan hükümeti sert biçimde eleştirir, ikiyüzlü davranmakla ve statükoyla işbirliği yapmakla suçlar ve siyasi örgütü tasfiye edilmek istenen halkla bir dayanışma geliştirirlerdi.

Peki bizde neden böyle olmuyor? Sanıyorum devletin yaşamın her alanına müdahale ettiği bir ülkede yaşadığımızdan, çözümü de toplumsal hareketler ve inisiyatifler geliştirmekten ziyade devletten ve devlet-benzeri aktörlerden bekliyoruz. Liberal-demokrat aydınlarımızın benimsedikleri bu modeli belki şöyle tarif edebiliriz: Yirmi beş yıldır süren düşük yoğunluklu savaş her bakımdan Türkiye’yi çok yıprattı ve uluslararası büyük aktörler de artık sorunun çözülmesini istiyor. İktidarda da yeteri kadar demokrat olmasa da en azından sorunu çözme kapasitesine sahip AKP gibi liberalimsi bir parti var. Kürt Hareketi de biraz insaflı davranıversin, ortalığı çok germesin. Çözüm gelişecektir.

Bir kez “asıl hareketi” büyük aktörlerden beklemeye başlayınca, kurulan söylemler fazlasıyla siyaset kokmaya başlıyor, pazarlık yapar gibi analizler yapılıyor ve gerçek bir barış perspektifinden giderek uzaklaşılıyor. Büyük aktörler “beklenildiği” gibi davranmayınca ise eleştiriler başlıyor ve beklentiler bir kez daha hatırlatılıyor: Örneğin, AKP’nin Ergenekon davasında “daha fazla siyasi irade göstermesi” bekleniyor. “DTP’nin Ergenekon davasına kitlesel bir güçle müdahil olması” bekleniyor. Tam açılım sürecinin ortasındayken Kürt siyasetçi ve belediye başkanlarının tutuklanması “anlaşılması mümkün olmayan bir tutum” olarak değerlendiriliyor. Bu duruma ilkesel bir temelde, Kürt toplumunun siyaset yapma hakkının elinden alınması temelinde karşı çıkmak yerine “böyle giderse devlet kiminle muhatap olacak, ortada muhatap kalmıyor” türünden buram buram pragmatizm kokan eleştiriler yapılıyor. Velhasıl bir beklenti ve eleştiri dünyasında yaşayıp gidiyoruz.

Fakat akıl yürütmeler ve eleştiriler, aktörlerin büyüklüğüne göre çarpılmaya uğruyor ve göze batması gereken gelişmeler görmezden geliniyor. AKP’nin alternatifi MHP-CHP milliyetçi cephe hükümeti olduğuna göre, AKP’ye dönük eleştiriler son derece ölçülü yapılıyor. Ortada açılım filan kalmamışken, liberal-demokrat aydınlar treni sanki gidiyormuş gibi göstermek için sallayarak bu konuda hükümete yardımcı oluyorlar. Kürt bölgesindeki darbe sürecini bütünüyle görmezden gelmeyi tercih ederek bütün güçleriyle “Balyoz”a, “Kafes”e ve derin devlet işi diğer planlara lanet okuyorlar.

Ama Kürt Hareketi o kadar da vazgeçilmez bir aktör mü? Sonuçta Kürt sorununun çözümü için ille de PKK ile mi görüşülmesi gerekiyor? Türkiye devleti buna yanaşır mı? Bu durumda, siyaseten vazgeçilebilir olarak değerlendirilen diğer büyük aktöre yönelik eleştiri ve beklentilerin dozu çok farklı bir düzeyde seyrediyor. DTP’nin “şahinlerden” arındırılması isteniyor; Kürt halkından açılım sürecini “provoke eden” Kürt Hareketi’ne artık koşulsuz destek vermemesi isteniyor. “Öcalan’ın saçı kesildi diye ortalığı ayağa kaldıran” bir hareketin neden Ergenekon sürecine sessiz kaldığı sorgulanıyor. Ve giderek derin devlet ile PKK arasında “derin” ilişkiler keşfedilmeye çalışılıyor… Sonuçta öyle bir noktaya geliniyor ki ülkemizdeki liberal-demokrat aydınların büyük bölümü Kürtlere şunu demeye getiriyorlar: “Siz bu hareketi bırakın, kendinize yeni bir hareket yaratın.”

Sonuç olarak, daha az siyaset yapıp barış için –Kürt Hareketi’ni değil– Türk toplumunu ikna etmeyi hedefleyen bir aydın hareketi gelişmedikçe ve “bekle-gör-eleştir-tekrar beklemeye geç ve aralarda bol bol yorum yap” diye özetleyebileceğimiz duruş, liberal-demokrat bir tutum gibi yutturulmaya çalışıldıkça, işimiz gerçekten zor görünüyor.

Bu arada şu konu ne kadar kaygı uyandırıyor, gerçekten merak ediyorum: Her konuda olduğu gibi açılımdan da zararlı çıkan Kürtler daha ne kadar bu ülkede bizimle birlikte yaşama iradesi gösterecekler? Kürt bölgesindeki darbe uygulamalarına sessiz kalırken bu hususu da hesaba katmakta fayda var. Bölünme önce zihinlerde ve algılarda başlar. Yüksek siyaset yapayım derken yukarıda bahsettiğim Kürt gencinin sorusunu yanıtsız bırakmanın bedeli tahmin edilenden daha ağır olabilir.