Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve bazı Türkiyeli aydınların katılımıyla gerçekleşen çalıştayın ardından, henüz üzerinde uzlaşma sağlanamamış ve Ahmet Türk tarafından gözden geçirilmek üzere geri çekilen taslağın Fırat Haber Ajansı (FHA) eliyle duyurulmasından bu yana her yerde “demokratik özerklik” tartışmaları yaşanıyor.
Demokratik Kürt hareketinin bu “taslağı” gündeme getirişi ve siyasi arenada yarattığı tepkilere ilişkin birkaç gözlemde bulunmak istiyorum.
Demokratik Özerklik: Retorik mi, Gerçeklik mi?
Kürt hareketini yakından izlemeye, ona destek vermeye çalışanlar açısından demokratik özerklik taslağının ağırlıklı olarak seçime dönük taktik bir hamle mi olduğu, yoksa tabandan yukarıya doğru uzun vadeli bir özörgütlenme ve kültür hareketi deklarasyonu anlamına mı geldiği sorusu önem taşıyor.
Öncelikle DTK tarafından önerildiği haliyle demokratik özerkliğin, reel siyaseti ve Kürt sorununun barışçıl çözümünü aşan çok önemli bir yanı var.
Aslında Öcalan’ın yakalanışından ve Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne Doğru, ardından daÖzgür İnsan Savunması kitaplarının yayımlanmasından bu yana, devlet iktidarını ele geçirmeyi değil tabanda ve yereldeki örgütlenmelerle devleti kuşatmayı, böylece devletin belirli hakları tanımasını beklemeden Kürtlerin asimilasyon tehdidi altındaki dillerini/kültürlerini geliştirmelerini, özellikle de Türkiye’de demokratikleşmenin motoru olacak güçlü bir halk iradesini ortaya çıkarmayı hedefleyen bir program on yıldır Kürt hareketinin gündeminde. “Demokratik Cumhuriyet” esprisi de, ardında esas olarak böyle bir programı barındırıyordu.
Üstelik, 2000’lerin başında ortaya atılan özörgütlenme ve halk tabanında etkin olacak bir kültür-sanat hareketi programı sadece Kürdistan için önerilmiyor, 90’lardaki yoğun göç ettirme politikları sonucunda metropollere akın eden milyonlarca Kürdü de mahalle meclislerine ve Kürt kurumlarının faaliyetlerine katılmaya çağırıyordu.
Bu nedenle, Kürt hareketi içinde “yeni paradigma” olarak adlandırılan bu program, devlet Kürt sorununu çözmemek için ne kadar ayak direrse diresin, Kürtlerin asimilasyonunun (kültürel soykırım) önüne geçmeye ve Kürtleri kamusal alanda etkin bir özne haline getirmeye çalışıyordu. Eğer bu program az çok başarıyla uygulanabilseydi, kuşkusuz reel politika alanında da çok olumlu sonuçlar üretecek, kalıcı bir barışın gelişmesini de hızlandıracaktı.
Böyle olmadı ve Kürt hareketi özellikle kadrolar düzeyinde koordinatörist eğilimlerin ağır basması sonucunda bu dönüşümü gerçekleştiremedi.
Birçok yerde özörgütlenme modeline geçememe sorunu, özellikle yetkilerini halka devretmeye pek yanaşmayan, belki en fazla mahalle toplantıları yaparak halkın görüşünü sormakla yetinen (böylece bir özörgütlenme meclisi yerine bir tür danışma meclislerinin oluştuğu) belediyelerde kendini gösterdi.
Demokratik özerklik taslağı tartışmaya açılırken, hareket geçmişe dönük özeleştirel bir tutuma girdi mi? Bu önemli bir soru, çünkü demokratik Kürt hareketi gerçekten böyle bir özyönetim modelinin içini doldurmaya gayret gösterecekse öncelikle geçmişte neden başarılı olamadığını ele alması olmazsa olmaz bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Yaklaşık on yıldır gündemde olan paradigmatik düzeydeki bir dönüşüm programının sıfırdan başlanıyormuşçasına ortaya konulması, yakın gelecekte bu programın da –elbette her zaman gerçek çabalar sonucunda ortaya çıkabilecek bazı olumlu örnekler dışında– altının boşalması kuÀ?kularını arttırıyor.
İkincisi, reel politika sahnesindeki ateşli tartışmalara biraz mesafeli yaklaşıp baktığımızda, DTK’nın aslında gayet iddialı bir taslak ortaya atmış olduğunu görebiliriz. Peki belediyelerin, Kürt kurumlarının, Kürt Dil Hareketi’nin (TZP Kurdî) ve diğer yapıların iki dilli yerel yönetime ve iki dilli bir eğitime geçebilecek yeterli hazırlıkları var mı?
Örneğin BDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş, 2000’li yılların başında devlet iktidarını reddeden ve yüzünü yerel örgütlenmeye, de facto alternatif bir yaşam kurmaya çeviren programın ruhuna uygun olarak “artık devleti beklemeden iki dilli yaşama geçeceğiz” diyor. Devletin demokratik bir dönüşüme ayak dirediği, Kürt halkının anadilde eğitim gibi taleplerini karşılamak üzere kamu kaynaklarını seferber etmek şöyle dursun engellemek için elinden geleni yaptığı bir durumda, iki dilli bir hayatın bütün yükü Kürt kurumlarının ve belediyelerin üzerine kalıyor. Dolayısıyla, eğer gerçekten iki dilli hayat tabandan başlanıp yavaş yavaş örülecek bir proje anlamına geliyorsa, haliyle dil, kültür ve özörgütlenme alanlarında da bir seferberliğin başlaması gerekmiyor mu?
Örneğin Günlük gazetesinde şu tür haberlere rastlıyorum: Diyarbakır’da ve BDP’nin güçlü olduğu Derik, Cizre gibi bazı ilçelerde esnafa sebze mevye isimleri için Kürtçe etiket dağıtılıyor. Lokantacı esnafından menülerini iki dilde hazırlamaları isteniyor. Bazı belediyeler çöp kovalarının üzerine Kürtçe “çöp kovası” yazıyor. Diyarbakır Belediye Meclisi’nin köylere eski isimlerini geri verme politikasını hızlandıracağı söyleniyor vs. Ve bu haberler, "bölge iki dilli yaşama geçiyor" şeklinde veriliyor.
Kuşkusuz bunlar sembolik adımlar. Örneğin Diyarbakır’da son yıllarda Kürtçeyi kullanma, Kürtçe okuma yönünde canlandığı söylenen ilgiyle örtüşebilir ve bu ilgiye ivme de kazandırabilir. Fakat “iki dilli yaşam” dediğimizde, milyonlarca insanın yaşamının pek çok yönüyle ilgili devasa bir örgütlenmeden bahsettiğimizi unutmayalım. İşin içinde devlet iradesi ve kamu kaynakları olmadığında, iki dilliliği kendi iradesiyle hayata geçirecek, örneğin geniş bir esnaf örgütlenmesi olması gerekiyor ki bu adımlar sembolik olmaktan öteye geçebilsin. Hangi alanı düşünürsek düşünelim, iki dillilik halkın kendi özörgütlenmesine dayalı sivil bir seferberlik içine girmesini gerekli kılıyor.
Bu nedenle, iki dilli hayatı yaşama geçirmek, demokratik özerlik taslağını kamuoyunun dikkatine sunmaktan çok daha kapsamlı bir çabayı gerekli kılıyor. Aksi halde, gerek Kürdistan’da gerekse metropollerde her yıl milyonlarca Kürt çocuğunun ilkokula başlamasının ve büyük ölçüde Türkçenin egemen olduğu bir dünyaya adım atmasının yarattığı asimilasyon baskısına karşı koymak çok kolay değil. Dolayısıyla, devlete göre hava hoş. 2000’li yılların başında Kürt hareketinin öngördüğü dönüşümü gerçekleştirememesiyle bir on yıl daha kazandı. Geldik 2011’e.
Reel Politika Dünyasında “Demokratik Özerklik” Tartışmaları
Gerçekten toplumun katıldığı, uzun vadeli dil ve kültür çalışmalarının dünyasından ana akım medyada ve Kürt medyasında karşılaştığımız reel politika dünyasına dönecek olursak, şunları söyleyebiliriz: Bütün “açılım” politikasına karşın, AKP hükümeti Kürt sorununda en temel parametrelerde bile herhangi bir ilerleme kaydetmedi. Böyle olunca, siyasi Kürt hareketinin akıllı ve derli toplu bir politika izlemesi halinde, “Bizden ana dilde eğitim beklemeyin” diyen bir iktidarın ipliğini pazara çıkarması zor bir iş sayılmazdı. Nitekim öyle oldu. Başbakan Erdogan dün bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’te yaptığı konuşmayla, alt-kültürcü bir çokkültürlülüğe değil gerçek bir çokkültürlülüğe dayalı bir Türkiye tasarımını kesin olarak reddetti. “Türk milletinin tek resmi dili vardır, o da Türkçedir” diyerek tek devlet, tek millet ve tek bayrak paradigmasına bağlılığını milliyetçi seçmen tabanına bir kez daha kanıtlamış oldu. Böyle giderse, BDP’nin yaklaşan seçimlerde önemli bir mevzi kazandığı ve Kürt halkının gerçek taleplerini cesaretle gündeme getirmesinin meyvelerini Kürdistan’da daha fazla oy alarak toplayacağını söyleyebiliriz.
Son zamanlarda AKP’yi a priori (gerçek verileri iyice analiz etmeden) liberal veya tam tersine klasik bir merkez-sağ parti olarak nitelendirmenin anlamsızlığını üzerinde durmaya çalışıyorum. AKP bir misyonla iktidara geldi veya koşullar öyle gelişti ki zaten AKP ancak bu misyonunun partisi olarak varlığını koruyup iktidara gelebilir ve iktidarda kalabilirdi.
AKP, 1960’ların sonunda doğan ve günümüzde iki partide temsil edilen (Saadet Partisi ve HAS Parti) İslamcı Milli Görüş geleneğinin üzerinde yükseldi. Bugün iktidar olmasını, İslami-muhafazakâr kesimlerin AKP’yi hâlâ belirli yönleriyle Milli Görüş geleneğinin bir devamı olarak görmesine borçlu.
Türkiye’de sistem 28 Şubat postmodern darbesiyle, ne kadar halk desteği kazanırsa kazansın, İslami Milli Görüş çizgisinin asla gerçek manada iktadara gelemeyeceğini açıkça gösterdi. AB ve ABD karşıtı, militan düzeyde İsrail karşıtı, İslam ülkeleriyle alternatif bir Ortak Pazar peşinde koşan, neoliberal politikaları eleştiren (en azından gönül rahatlığıyla uygulamayacağı kesin olan), İslami bir yaşam biçimini toplumda egemen kılmaya çalışan bir partinin iktidara gelmesi zaten Türkiye’yi egemenlik sahası içinde tutan Batılı güçlerin çıkarlarına da ters düşüyordu.
Böylece sistem, 28 Şubat’la birlikte, Milli Görüş geleneğinden gelse de çizgisini AB üyeliği ve ABD’nin bölge politikaları lehine radikal şekilde revize eden, neoliberal politikaları tam anlamıyla içselleştirmiş, zaman zaman Türk milliyetçiliğiyle flört edebilecek bir partiye kapıyı aralamış oldu. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları işte bu fırsatı gördüler ve değerlendirdiler.
AKP sistem lehine çok önemli bir boşluğu da doldurmaya aday oldu: Türkiye’de sistem, 1999-2000 yıllarında büyük ölçüde Kürt savaşının etkisiyle tam bir temsiliyet krizi yaşıyordu. Kürtlerin desteğini zaten kaybetmişti veya kaybetmek üzereydi. Savaş ekonomisinin yarattığı büyük krizler, dört dörtlük bir askeri vesayet rejimi nedeniyle iktidara gelen sağ ve sol merkez partilerin topluma ciddi hiçbir politika öneremeyecek durumda olması, siyasal sistemin tamamen yozlaşması, siyaset ve yolsuzluğun aynı anlama gelmeye başlaması, devletle toplum arasında ciddi bir uçurumun ve sistem açısından bir meşruiyet krizinin doğmasına neden olmuştu.
AKP, Milli Görüş çizgisini tanınmayacak derecede revize ederek toplumla devlet arasında giderek kopan bağları yeniden onarma misyonunu üstlendi. Bu nedenle, 2004-2010 dönemini aynı zamanda Türk ulus-devletinin farklı bir çerçevede restorasyonu olarak da tanımlayabiliriz. Elbette her restorasyon gibi bu da statükonun bekçisi güçlerle bir uzlaşma içinde gerçekleşti. Ancak gerçek anlamda çokkültürcü bir kamusal alanın kabulü, doğası gereği bu restorasyonun ufkunun çok dışındaydı; yani tamemen gündem dışıydı. Ulus-devletin restorasyonu, ancak temel parametreler korunarak gerçekleşebilirdi.
Bu nedenle, Tayyip Erdoğan’ın yukarıda bahsettiğimiz bütçe görüşmeleri sırasındaki konuşmasında sarf ettiği şu sözleri yerli yerine oturtmakta fayda var: “AK Parti iktidarının en büyük başarılarından birisi, milletin kendisine ve ülkesine olan güvenini yeniden tesis etmesi, devletle millet arasına örülen duvarları yıkması, büyük bir sosyal restorasyon sürecini başlatmasıdır.”