Liberal söylem, Gezi ayaklanmasının aklı olma misyonuna soyundu. Liberallerin dile getirdikleri hükümet eleştirilerinde de, toplumsal hareket tahlillerinde de haklılık payı var. Ancak, bu tahlillerden çıkarılan sonuç, gençlere siyasetten uzak durma tavsiyesi, gerçekten demokratik bir Türkiye’nin kurulmasına katkı sağlar mı?
Bugünkü polis rejiminin yolunu döşeyen "siyasal İslam/siyasal olmayan İslam" ayrımı hala hafızalarda tazeyken, liberaller şimdi de Gezi ayaklanması için benzer bir çerçeveyi kullanmaya kalkışıyorlar. Önümüze koydukları reçeteye göre, bu ayaklanma kültürel bir ayaklanmadır ve öyle kalması gerekir. Asla siyasallaşmamalıdır. Reçetenin Gezi’ye edeceklerinin değerlendirmesine geçmeden önce, bu tarz siyasetten uzak durma buyruklarının bizi nereye getirdiğine bir göz atalım.
İran Devrimi ile birlikte daha da radikalleşen İslami hareketler, Türkiye’deki gücünü muhafazakarlıkla kurduğu ittifaktan devşiren liberallerde bir panik havası yaratmıştı. Eğer bu hareketler etki sahibi olursa, Türkiye’de merkez sağın kadim değer ve kurumları zarar görecekti. Radikalleşen İslam’a karşı, devlete sadık İslami cemaatler yeni kavramlarla parlatıldı. Kültürel İslam, toplumsal İslam gibi kavramlar, bu cemaatlerin, muhafazakar veya liberal olmayan (yerel ve küresel) çevrelerde kabul görmesini sağladı. Dahası, muhafazakar İslam’a radikalizmin karşısında mevzi kazandırdı. Zaman içinde, radikalizme meyleden birçok kesim, bu yenilenmiş (Turgut Özal’ın sıkça kullandığı ifadeyle “prezantabl”) dine kazanıldılar.
Liberallerin yirmi yılı aşkındır verdiği militan mücadele sayesinde bu sözde apolitik İslam, polis ve yargı gibi temel şiddet-meşruiyet aygıtlarının kilit noktalarını egemenliği altına aldı. Özellikle son on yıldır, polisin gücündeki gözle görülür artışın "askeri vesayet"i gerileteceği, hatta saldırgan milliyetçiliği yenilgiye uğratacağı vaadinde bulundu bazıları. Bu koronun öncülüğünün liberalleşmiş Marksistlere geçtiğini de unutmayalım. Bu eski Marksistlere göre, milliyetçilik ve radikal İslam’dan arınmış yeni polis kadroları, bambaşka, demokratik bir rejimin muştulayıcılarıydılar. Yavaş yavaş bir polis devletinin kurulduğunu iddia edenler, askerin sözcüsü olmakla bile suçlandılar bu süreçte; hem liberaller ve yoldaşları, hem de devlet tarafından hedef gösterildiler.
Bütün bu mücadele, söz verilenin çok uzağında, memleketi bayrağa ve teröre boğmakta eski rejim ve onun kalıntılarıyla yarışan bir rejimi büyüttü, çelikleştirdi. Üstelik, yeni rejimin katlanarak gelen baskı dalgası, eski rejimin saldırganlıklarından çok daha yoğun bir kitle desteğine sahip. Zira, (liberallerin ve muhafazakarların Gezi ayaklanmasını Tahrir’den ayrıştırırken sık sık vurguladıkları gibi) bu polis devletinin liderleri seçilmiş olmakla kalmıyor; aynı zamanda köklü bir toplumsal hareketin ağlarını, güven birikimini, seferberlik tecrübesini ve imgelem dünyasını da devletin hizmetine sunuyorlar. Gezi’nin düşmanları çok güçlü, çünkü arkalarında sadece 500 yıllık bir yönetim geleneği değil, (apolitize edilerek ve dikenlerinden arındırılarak) devletle harmanlanmış bir toplumsal hareket; ve devlet ve İslami hareketlerin kaynaşmasını sağlayan liberalizm var.
Gezi ayaklanması ve liberalizm
Türk-İslamcı yeni rejim, liberal müttefiklerinin bir kısmını yakın bir geçmişte tasfiye etti ama, bugün onların ideolojik cephanesini Gezi’ye ateş açmak için teklifsizce kullanıyor. Liberaller geçmişte ulusalcılara ve sosyalistlere karşı hangi argümanları kullandılarsa, hükümet yanlıları Gezi’ye karşı (neredeyse noktasına virgülüne dokunmadan) aynı argümanları kullanıyorlar. Gezi ayaklanması elitistmiş, İslam düşmanıymış, militaristmiş, Ergenekoncuymuş, vb. Elbette işaret edilen ögeler ayaklanmanın çeperlerinde mevcuttur. Ancak bunların ana damara hakim olmadığını görmemek için ya kasıt, ya da yeni rejime (kör ya da içten pazarlıklı) bir bağlılık gerekir.
Fakat liberalizmin asıl zehirini, son zamanlarda birdenbire hükümet (hatta neoliberalizm) karşıtı kesilen kalemlerde aramak daha isabetli olur. Bunlara göre, Gezi Tahrir’den ziyade Paris 1968 ya da Amerikalı Occupy hareketi ile paralellik arzetmektedir. Bu tespit, bütünüyle yanlış olmamakla birlikte, sunuluş biçimi hegemonyayı sürdürmeye yöneliktir. (Gezi ayaklanmasının bazı yanlarıyla Tahrir’i, bazı yanlarıyla Occupy’ı andırdığı, 1968 Paris ayaklanmasından bazı izler taşıdığı da söylenebilir). Liberal üslubun asıl hedefi, diğer ayaklanmalarla benzerlikleri değil, Tahrir ile farkı vurgulamaktır. Gezi’de edinilen tecrübenin ve kurulan bağların, kurumsal siyasete daha doğrudan dahil olmanın zeminini hazırladığı ihtimalini akıllardan uzak tutmaktır. Daha da önemlisi, Tunus’un Tahrir’i, Tahrir’in Occupy’ı, bunların hepsinin Gezi’yi tetiklediğini örtbas etmektir. Gezi ayaklanmasını, 2011 devrimci dalgasının bağlamından koparmaktır.
Elbette, tarihteki tüm diğer devrimci dalgalar gibi, 2011 dalgası da her ülkede farklı yaşanıyor. Ayaklanmalar İspanya, Yunanistan, Amerika gibi ülkelerde ekonomik eşitsizliği ön plana çıkarmışken, Mısır ve Tunus’ta (toplumsal adalet talebi dile gelmesine rağmen) demokrasi arzusu daha baskın olmuştur. Türkiye’de ise moment hızla kentsel taleplerden buyurganlık eleştirisine kaymıştır. Yine de bütün bu ülkelerde isyan, kapitalist yıkıma ve katılımcı demokrasinin eksikliğine karşı ortak bir duyarlılığı ifade ediyor. Liberallerin Tahrir’i Taksim’den koparmaları, kapitalizme ve tepeden inmeciliğe karşı patlayan bu öfkenin ortak duygu dünyasını ıskalamalarındandır.
“Aman siyasileşmeyin” uyarıları tam da bundandır işte. Bir kere, Gezi ayaklanması siyasidir, ama akademik bir kavram kavgasına girmemek için şimdilik bu meseleyi geçelim. “Siyasileşmeyin” çağrısından kasıt, “kapitalizme ve oligarşiye karşı öfkenizi, bunları yıkacak örgütlenmelere dönüştürmeyin”dir. Bu buyruk, İslami hareketlere yöneltildiğinde (büyük ölçüde) amacına ulaşmıştı. Gezi’de tutup tutmayacağını ise önümüzdeki yıllar gösterecek.