Oldukça yoğun ve kafa bulandırıcı günlerden geçiyoruz. Bu günlerde bulanık suda balık avlayanlar da çoğalıyor tabii ki. Bir tarafta CHP-MHP ikilisi yolsuzluk üzerinden hükümeti siyasi alanda yıpratmaya çalışırken yeni bir iktidar alternatifi oluşturma gücüne ulaşmaya uzak görünüyor. Diğer taraftan hükümet tarafından büyük olasılıkla “ulusalcı” olarak mimlenen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, hem Cumhurbaşkanı ile hem de Başbakanla görüşüp Ergenekon ve Balyoz davaları için yeniden yargılanma formülleri sunuyor.
Kürt kesimler ise yolsuzluk operasyonunun aslında barış sürecine karşı yapıldığını iddia ediyor. Öcalan son görüşmesinde “Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşısında bizi bulacaktır.[1]” diyor.
AKP merkezli üretilen propaganda ise bu operasyonun aslında hızla kalkınan ve bölgesel bir güç olmaya doğru ilerleyen Türkiye’nin önünü kesmek için yapılmış bir komplo olduğu yönünde AKP tabanında bir bilinç oluşturmaya çalışıyor.
Bunların hepsinin hem doğru hem de eksik olduğu için yanlış olduğunu düşünüyorum. Bunun sebeplerini açıklamaya çalışacağım.
AKP'nin İddiası: Komplo Teorisi
En sondan, yani AKP’nin iddiasından başlayalım. Genelde finans çevreleri için ülke yorumları yapan bir site olan http://www.businessinsider.com sitesinde daha önce ABD hazine Bakanlığı’nda “terörizmin finansmanı analisti” olarak görev yapmış olan Dr. Jonathan Schanzer ile yapılan bir röportajın notları yayınlanıyor[2]. Bu röportajda Schanzer ortaya dökülenler için şunu söylüyor: “Bu yalnızca Türkiye’deki yeraltı dünyası ile ilgili bir sorun değildir. Küresel düzeyde, yolu haydut devletler ve terörist devlet-dışı aktörlerle kesişen bir yasadışı finans sorunudur.” Schanzer Türkiye’nin girdiği angajmanların NATO üyeliğini ve ABD müttefiki olma statüsünü bile tehdit edebilecek düzeye ulaştığını dile getiriyor ve altı noktaya işaret ediyor:
1) Geçen yıl Türkiye, terörün finansmanını araştıran uluslararası bir kuruluş olan Finansal Eylem Görev Gücü (FATF: Financial Action Task Force) tarafından neredeyse kara listeye alınmak üzereydi. Shanzer bu kurumun kara listesinde şu anda yalnızca İran ve Kuzey Kore’nin olduğunu belirtiyor.
2) Türkiye, ABD tarafından Hamas’ın bir numaralı sponsoru olarak görülüyor. Gazze’ye yapılan yardımın yıllık 300 milyon dolar olduğu iddia ediliyor. Hamas’ın önemli isimlerinden Salah Al Arouri’nin Türkiye’de ikamet ettiği biliniyor.
3) Shanzer delik deşik olan Suriye sınırı üzerinden mal, silah ve insan akşının devam ettiğini söylüyor. ABD Hazine Departmanı tarafından Suriye’deki el-Kaide’nin bir numaralı finansörü olarak belirlenen Katarlı Abd al-Rahman al-Nuaymi’nin İstanbul’da yaşadığı özellikle vurgulanıyor. Suriye'ye giriş yapacağı belirtilen bir yardım TIR'ında mühimmat taşındığı ihbarı üzerine ortaya dökülen gerçekler de bu algıyı güçlendiriyor.
4) Shanzer Başbakan Erdoğan’ın Yasin El Kadı ile olan ilişkisine özellikle vurgu yapıyor. ABD Hazine Departmanı tarafından Ekim 2001’de Osama Bin Laden ve Hamas’ı finanse ettiği iddiası ile “Küresel Terörist” ilan edilen Yasin El Kadı’nın örtük şirketlerinin hepsi Türkiye’de bulunuyor ve Erdoğan’ın oğlu Bilal ile iş ortağı olduğu ve boşa çıkartılan ikinci operasyonda her ikisinin de adlarının geçtiği biliniyor.
5) Mart 2012’de İran ile imzalanan gaz anlaşması çerçevesinde, İran’dan alınan gaza karşılık gönderilen altınlar sayesinde İran’ın ambargoda 13 milyar dolarlık bir delik açtığı vurgulanıyor.
6) Son olarak, Çin ile yapılan füze anlaşmasının ABD tarafından nükleer silahların önlenmesi kapsamında kara listeye aldığı bir Çin şirketi tarafından üstlenilmesinin Türkiye’nin NATO üyeliğini de tehdit ettiğini vurguluyor Shanzer.
Shanzer söyleşisini ABD yönetimine serzenişte bulunarak bitiriyor. Obama yönetiminin aykırı Ortadoğu politikaları nedeniyle Erdoğan hükümetini etkileyebilecek bir pozisyonda olmadığını dile getiriyor.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, İran’ın nükleer bir programı olması nedeniyle uluslararası bir ambargoya maruz bırakılması son derece iki yüzlü bir tavır olarak değerlendiriyorum, çünkü Ortadoğu’da İsrail gibi nükleer silahları da olan bir nükleer güç var ve İsrail nükleer programını geliştirirken hiçbir uluslararası yaptırıma maruz kalmamış. Türkiye’nin de İran ile ticari ilişkilerini geliştirmesinde de hiçbir sakınca görmüyorum. Shanzer, şu anda neocon bir think-tank olan Foundation for Defense of Democracies (FDD)’in (Demokrasilerin Savunulması Vakfı) başkan yardımcılığı görevini yürütüyor. Görüşlerinin yanlı olabileceği ihtimalini göz önünde bulundursak bile söylediklerinde doğruluk payı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki: Türkiye Ortadoğu çapında ABD ve AB’nin pek de sıcak bakmadığı bir para operasyonu çeviriyor ve bu durum ABD’yi rahatsız etmiş olabilir.
Shanzer başka bir yazısında[3] Mart 2012 ila Temmuz 2013 arasında İran’a aktarılan altınların 13 milyar dolar tutarında olduğunu, Ocak 2013’de ABD Kongresinin bu karadeliği fark ederek İran’a uygulanan yaptırımlara özel şahıslarla değerli metal ticaretini de dahil eden bir yasa çıkarttığını, ancak Başkan Obama’nın yasanın yürürlüğe girmesini altı ay geciktirerek 1 Temmuz 2013’e kadar milyarlarca dolar ticarete göz yumduğunu söylüyor. Obama yönetimi bunu şu şekilde gerekçelendiriyor: Yaptırımlar, İran’daki şahıslar ve özel kuruluşlarla altın ticaretini engellemiyor. Türkiye’den giden altınlar da İran devletine değil özel şahıslara gidiyor. İranlı bir öğrencim İran’da devletin, petrol ve gaz ticaretinden alacaklarını bölerek pek çok kişi üzerinden altın transferi ile topladığını, bu işten komisyon alan kişilerin köşeyi döndüğünü, bunun da zaten bilinen bir durum olduğunu söyledi. Shanzer’in iddiasına göre Obama’nın yasanın yürürlüğe girmesini altı ay geciktirmesi İran’ın 6 milyar dolarlık bir ticaret yapmasını sağlamış. Shanzer, Obama’nın yasanın yürürlüğe girmesini neden altı ay geciktirdiğini ise şöyle açıklıyor: “Bu talihli olay İranlı liderleri ABD ile kapalı kapılar ardında Temmuz 2012’de başlayan müzakerelere devam etmeye ikna etmek için ABD tarafından İran’a Türkiye üzerinden uzatılan bir zeytin dalı olabilir. Aynı zamanda en sonunda Cenevre’de varılan ve İran’ı 7 milyar dolarlık yaptırımdan kurtaran geçici nükleer anlaşma için önemli bir tatlandırıcı işlevi görmüş olabilir.” Bana bu argüman pek inandırıcı gelmiyor, çünkü Ahmedinejat döneminde herhangi bir yumuşama sinyali gelmiyor, ancak Ruhani seçildikten sonra ABD ile bir yakınlaşma başlıyor.
Bu durumda şu soruları sormak gerekiyor: ABD 1 Temmuz 2013’e kadar bu ticarete bilerek göz yumdu da bu tarihten sonra ne değişti? 1 Temmuz 2013 tarihinden sonra da bu transfer mekanizması devam etti mi? Bu soruların yanıtı süreci daha iyi anlamamızda kritik öneme sahip. Bu nedenle okuyucumdan yazının devamını okurken bu soruları akıllarında tutmasını rica edeceğim.
Shanzer’in yukarıda aktardığım yazısında sözü edilmeyen başka bir mekanizma daha var ki onu da Mustafa Sönmez altın mevduatlarındaki artışla açıklıyor[4]. Mekanizma temelde şu şekilde işliyor: Merkez Bankası, bankaların TL “Kanuni Karşılıklarının” yüzde 30’a varan kısmını altın olarak tutabilecekleri kararını alıyor. Bankalar da “altın hesabı” diye bir hesap icat ederek altın toplamaya, hazineye olan yükümlülüklerini bu yolla karşılamaya başlıyorlar. Burada amaç zaten “yastık altındaki altınları ekonomiye kazandırmak” olarak lanse edildiğinden altın hesabı açtıranlardan hiçbir hesap sorulmuyor. Bu altın hesapları istenildiği zaman nakde çevrilebiliyor. “… birileri dışarıdan mesela İran’dan, Rusya’dan, Azerbaycan’dan kara para getirip Türkiye’deki kara para çamaşır makinalarında yıkayabilirdi ve yaptılar da. Her tür yerli-yabancı kara para sahibine gün doğdu. Ekonomiye sokamadığın kara paranla piyasadan bilezik vs. olarak altın alırsın. Sonra bunu bankaya götürürsün, banka senin için hesap açar, altınını külçe altına dönüştürür. Sen de bunu gönül rahatlığıyla gider geri alır, satar ve dolara çevirirsin, bankada yıkandığı için artık temizdir ve İsviçre’ye mi, başka ülkeye mi olur, dilediğince transfer edersin…” Mustafa Sönmez bu yolla altın mevduatının üç yılda 2 milyar TL’den 2013’ün Ekim ayı sonunda 21,8 milyar TL’ye ulaşmış olduğunu ve bunun yüzde 990’ın üstünde bir artışa tekabül ettiğini belirtiyor.
Ekonomi basınını izleyenler yaz aylarından beri bir “net hata noksan” tartışması yürüdüğünü görebilirler. Merkez bankası ödemeler dengesi verilerinde, kaynağı belirsiz para olarak nitelendirilen ‘net hata ve noksan’ kalemi, Temmuz 2013’te 4.7 milyar, Ağustos ayında 3 milyar, Eylül ayında ise 2 milyar dolarla üç ay üst üste rekor kırmış[5]. Bir fikir vermesi açısından aynı aylarda cari açığın sırasıyla -6,3, -2,4, ve -3,4 milyar dolar olduğunu belirtmeliyim. Verilen rakamlara çeşitli açıklamalar eşlik ediyor: “Özellikle paranın kaynağına ilişkin ‘yastık altı, varlık barışı Suriye’deki savaştan veya İran’daki ambargodan kaçan para ve hatta Iraklı zenginlerin parası’ gibi çok sayıda spekülasyon yapıldı. Herkesin merak ettiği bu paranın kaynağına ilişkin ekonomi yönetiminden şu ana kadar somut bir açıklama gelmezken, Ankara kulislerinde bugünlerde yepyeni bir iddia konuşuluyor. Buna göre, temmuz ve ağustos aylarında toplam 8 milyar doları bulan ‘net hata ve noksan’ kalemi, Güney Kıbrıs’taki varlıklarını alınan kriz önlemleri nedeniyle Türkiye’ye getiren Rus oligarklardan kaynaklanıyor.[6]” Bu yorumların ne kadar gerçekçi olduğunu okuyucuların takdirine bırakıyorum.
AKP hükümetleri yıllarına bakacak olursak cari ödemeler dengesinde 2002-2013 yılları arasında kümülatif net hata noksan kaleminin 23.5 milyar dolara ulaştığı görülüyor. Bu durum bana 1993-1996 yılları arasında sayısız kayıp ve yargısız infazın eşlik ettiği bir kirli savaşın yaşandığı Tansu Çiller hükümetlerini çağrıştırdı. Bu dönemde Taylan Doğan Savaş Ekonomisi[7] adlı önemli bir araştırmasında cari ödemeler dengesinde net hata noksan kalemine dikkat çekmiş ve o zaman “bavul ticareti” ile açıklanan ve 1994-1996 yılları arasında kümülatif miktarı 5.8 milyar dolara ulaşan kaynağı belirsiz döviz girişinin kirli savaşı finanse etmek için yapılan uyuşturucu ticaretinden kaynaklandığını iddia etmişti.
Net hata noksan miktarının yalnızca 2011 yılı içinde 9.4 milyar olarak gerçekleştirildiğini göz önünde bulunduracak olursak AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin “bavul ticaretinde” ciddi bir hamle yaptığı görülebilir. Bu net hata noksan miktarının bir kısmının Ortadoğu’daki kargaşadan kaçan sermaye olduğu ileri sürülebilir, ancak yine de tamamının bu şekilde açıklanabileceğini düşünmüyorum.
Ekonomi basınında, özellikle hükümete yakın gazetelerde, zaman zaman bu net hata noksanın, bildirim ve beyan süresi 29 Mayıs 2013 tarihinde başlayan ve Ekim ayı sonunda bitecek olan varlık barışından kaynaklandığı iddia ediliyor. Oysa varlık barışıyla Türkiye’ye giren kaynağın -cari işlemler hesabının temel bileşenleri dikkate alındığı takdirde cari hesaplara girmediğini belirtmeliyiz; ancak bu varlıklar sayesinde cari açığın finansmanının iyileştiğini söylemek mümkün[8]. Bu arada Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıklamalarından öğrendiğimiz kadarıyla, 21 Ekim 2013 itibarıyla Varlık Barışı' kapsamında 58,3 milyar TL varlık bildiriminde bulunulmuş[9]. Aslında, bu da “kaynağı belirsiz para” olarak tarif edilebilir.
Ne değişti?
Şimdi tüm bu verilerin ışığında yukarıda sorduğum iki sorunun yanıtını tartışmaya başlayabiliriz: ABD 1 Temmuz 2013’e kadar Ortadoğu çapındaki para transferlerine bilerek göz yumdu da bu tarihten sonra ne değişti? 1 Temmuz 2013 tarihinden sonra da bu transfer mekanizmaları devam etti mi?
Önce ikinci soruyu yanıtlayalım: ABD 1 Temmuz 2013’te İran’lı özel kişilerle altın ticaretini yaptırımlar kapsamına aldıktan sonra da İran’a para transferleri başka mekanizmalar yoluyla devam etti. Örneğin bundan tam bir yıl önce Ocak ayında 1.5 ton altın yüklü bir uçak İstanbul’a inmiş, bu uçak bir süre apronda bekletildikten sonra 18 Ocak günü hiçbir işlem yapılmadan gitmesine izin verilmişti. Bu tür kayıt dışı transferler daha da artmış olabilir. Benzer bir şekilde bankalarda hızla artan altın mevduat hesapları da altının toplanıp aklanarak paraya çevrilmesi için bir mekanizma olarak kullanılmış olabilir.
İkinci sorunun cevabı da az çok belirginleşiyor: 2013 yılının yaz aylarında ABD’nin Ortadoğu politikasında ciddi bir kırılma oldu. Bu kırılmanın iki sebebi var: Birincisi, ABD, Suriye-Irak-İran eksenindeki Şii Hilal’inin kararlı duruşu karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Suriye’de Esad tahmin edildiğinden daha güçlü çıktı ve Rusya’nın desteği ile ayaklanmaya karşı ciddi bir şekilde direndi. Ayaklanmacılar arasında el-Kaide bağlantılı grupların gücü ve nüfuzu arttıkça Washington’da alam zilleri çalmaya başladı Suriye’de ve (belki de Esad’sız bir) BAAS rejiminin ehven-i şer olarak görüleceği dillendirilmeye başlandı. Irak’ta Kürt yönetimi Bağdat’taki Şii ağırlıklı merkezi yönetimden görece bağımsız bir politika izlemeye başladı ve bu ABD’nin desteklediği Irak merkezi yönetiminin elini zayıflattı. ABD aynı zamanda İran’a karşı izlediği sert politikanın da bir sonuca varmadığına kanaat getirdi ve 14 Haziran 2013’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ruhani kazanınca İran ile bir yumuşama dönemine girdi. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin Ortadoğu’daki Sünni eksenli anti-Şii politikasını boşa çıkardı. Türkiye ile ABD’nin az çok paralel olan politikaları bu noktadan sonra birbirinden sapmaya başladı. Bu noktada AKP hükümetinin, Ortadoğu’daki angajmanları nedeniyle dış politikasında köklü bir değişikliğe gitmesi mümkün olmadığından ABD ile ters düşmeye başladı.
Bu tezi güçlendirecek bir olgu daha var: ABD yalnızca Ortadoğu çapındaki para transferlerine değil, aynı zamanda Ortadoğu çapındaki kontrolsüz silah transferlerine de karşı çıkmaya başladı. Bu konu ile ilgili tartışmaları ABD basınından okumak mümkün.
New York Times gazetesinde 24 Mart 2013’te çıkan bir haberde hava trafik verilerine, çeşitli ülkelerde yetkililerle yapılan görüşmeler ve isyancı komutanların anlattıklarına dayanarak Katar, Ürdün ve Suudi Arabistan’dan kalkan 160 kargo uçağının Ankara Esenboğa havalimanı üzerinden “Suriyeli muhaliflere” 3500 ton silah taşıdığı yazılmış. Silah trafiğini gösteren Şekil 1’deki haritanın eşlik ettiği bu habere ilişkin olarak Türkiye’de bununla ilgili tek bir haber çıkmamış olması ilginç. Haberde bu silah transferlerinin Amerika’nın bilgisi dahilinde olduğu vurgulanıyor. Haberin çıktığı tarihten bugüne kadar ne kadar daha uçak indi bilmiyoruz. 2 Ocak 2014 tarihinde İHH’ye ait bir tır Hatay’ın Kırıkhan ilçesi yakınlarında jandarma tarafından durdurulmuş ve valilikçe tırın MİT’e ait olduğu gerekçesi ile jandarma tarafından aranmasına izin verilmemişti. Bir tırın yaklaşık 25 ton yük taşıdığı göz önünde bulundurulacak olunursa, Mart 2013’e kadar yaklaşık 140+ tır hiçbir sorunla karşılaşmadan Ankara Esenboğa havalimanından Suriye’ye gitmiş. İHH’nin bu kadar büyük bir organizasyon yapması mümkün mü?
Wall Street Journal gazetesinde 26 Haziran 2013 tarihinde çıkan bir haberde[10] ABD’nin CIA vasıtasıyla Suriye’ye silah transferine bizzat başladığının ve bu silahların ılımlı isyancı General Salim Idris’in birliklerine gitmesinin hedeflendiği ve bu silahların radikal İslamcıların eline geçmemesi için azami dikkatin gösterileceği belirtiliyor. Bunun yanı sıra her ay birkaç yüz savaşçının CIA tarafından eğitilerek Suriye’ye gönderileceği ve böylelikle beş- altı ay içinde Hizbullah ve İranlı savaşçılar ile Rusya’nın gönderdiği silahlar tarafından tahkim edilen Esad güçlerini dengeleyecek bir askeri gücün oluşturulacağı öngörülüyor.
Yaz 2013’e kadar Türkiye üzerinden silah transferleri ABD’nin bilgisi dahilinde gerçekleşiyor. Belli ki ABD Suriye’ye yapılan kontrolsüz silah transferlerinin el-Kaide’yi güçlendirdiğini görmüş ve bunu kendi denetimine almak istiyor ve bir politika değişikliğine giderek bir yandan Esad’a kimyasal silahlarını teslim etmesi karşılığında manevra şansı tanıyor, diğer yandan onu askeri açıdan dengeleyecek bir güç oluşturup müzakereye oturtmak için ılımlı unsurları doğrudan destekleme kararı alıyor. Bundan sonra da artık Suriye’ye silah transferlerini bizzat kendi denetiminde, çok daha kısıtlı ve dikkatli bir şekilde gerçekleştiriyor. Ancak Türkiye buna uymayınca yüzlercesi elini kolunu sallaya sallaya Ankara’dan Suriye sınırına kadar giden tırlar birden birer birer yakalanmaya başlıyor. Peki, Türkiye’nin değişen ABD politikalarına rağmen müttefiklerinde ısrarcı olmasının nedeni ne? Bu konuya üçüncü yazımda daha ayrıntılı değineceğim, ancak bu sorunun yanıtı tek kelime ile ifade edilebilir görünüyor: Rojova!
AKP’nin son yıllarda ABD’nin politikaları ile ters düşmesi yalnızca Ortadoğu’da çevirdiği para operasyonları ile ilgili değil, burada daha geniş bir stratejik yönelim değişikliğinin işaretleri de görülüyor. Türkiye’nin Çinli bir şirket ile füze anlaşması yapması ve Erdoğan’ın “Bizi Şangay Beşlisi’ne alın” diye Putin’den ricacı olması ile zirve yapan bir Avrasyacılık eğiliminin AKP için baskın bir dış politika eğilimi olmaya başladığı görülüyor. Ortadoğu’daki çıkarları Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Irak Hükümeti’nin ve ABD’nin iradesine rağmen Kürt petrolü için yapılan anlaşma, Suriye’de güçlenen ve ciddi bir zemin tutan El-Kaide’nin Irak-Şam İslam Devleti’ne ABD-Rusya uzlaşması ile karşı Esad rejimine bir şans daha verilmesine rağmen AKP’nin Rojova’daki Kürt Özerk Yönetimi’ne karşı El-Kaide bağlantılı unsurlara verdiği açık destek, Mısır’da ABD’nin örtük olarak desteklediği darbeye karşı Müslüman Kardeşlerle kader birliği kurulması, İran ile yapılan gaz ticareti ile bu ülkeye uygulanan ambargonun delinmesi ABD nezdinde AKP’nin suç karnesini kabartan faktörler.
Darbe, Karşı-Darbe
Bu veriler ışığında, 17 Aralık operasyonun “uluslararası bir komplo” ya da bir darbe olduğu yönündeki AKP iddiasının çok da temelsiz olmayabileceği düşünülebilir mi? Erdoğan’ın Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesine sıcak bakması, polis ve yargı içindeki Hizmet örgütlenmesini kendi başına da çorap ördüğünde fark etmesi ve hapisteki subaylara haksızlık edilmiş olduğunu ve bunun kamu vicdanında derin bir yara açtığını ve halkın yargıya olan güvenini sarstığını düşünmesinden mi kaynaklanıyor? Yoksa iktidarını sürdürebilmesi için operasyonel hinterlandında oluşturduğu rantın sürekliliğini sağlamak üzere Türkiye’nin bölgesel güç olarak ağırlığını arttırması ve dış politikasının Batı’ya sırtını dönüp Avrasyacı bir yönelime girmesi gerektiğini ve bu çerçevede Ergenekon artıkları ile kader ortaklığı kurmayı düşünmesinden mi?
İngiltere’de yaşayan El-Sabah; Financial Times’da yayınlanan kısa yazısında Ortadoğu ülkelerinin siyasetini aşağıdaki satırlarda şöyle bir komediye dönüştürmüş: “İran Esad’ı destekliyor. Körfez ülkeleri Esad’a karşı! Esad Müslüman Kardeşler’e karşı. Müslüman Kardeşler ve Obama General Sisi’ye karşı. Fakat Körfez ülkeleri Sisi taraftarı! Dolayısı ile Müslüman Kardeşler’e karşı! İran Hamas taraftarı ancak, Hamas Müslüman Kardeşler’i destekliyor! Obama, Müslüman Kardeşler’i destekliyor, ancak Hamas ABD’ye karşı! Körfez ülkeleri Amerika yanlısı ancak Körfez ülkeleri ile beraber hareket eden Türkiye Esad’a karşı ama Müslüman Kardeşler’i destekleyen Türkiye General Sisi’ye karşı. Fakat General Sisi Körfez ülkeleri tarafından destekleniyor! Ortadoğu’ya hoş geldiniz, size iyi günler..[11]”
Bu “self-oryantalist” yaklaşım aslında Ortadoğu’da ittifakların nasıl kaygan bir zeminde kurulup, dağıldığını ve yeniden oluştuğunu çok güzel anlatıyor: Bu duruma Türkiye’nin de epey bir katkısı oldu, yalnızca küçük bir ek yapmakta fayda var: Hizmet Ergenekon’a karşı, AKP’yi destekliyordu. AKP de eskiden Hizmet ile aynı sofrada oturuyordu, ama şimdi Hizmet’e karşı. AKP Ergenekon’a karşı idi, ama şimdi denize düştüğünde onu can simidi olarak görüyor. Ya da benzer bir yorumda bulunan Cengiz Çandar’dan bir alıntı daha yapabiliriz: “Tayyip Erdoğan iktidarı ‘Eski Türkiye’ye teslim olmuştur. ‘Yeni Türkiye’ dediği ‘Eski Türkiye’yi kendisinin giderek keyfileşen yönetimine dönüştürerek devam ettirmekten başka bir şey değildir.[12]”
17 Aralık operasyonunun AKP hükümetine karşı bir darbe olup olmadığı bu çerçevede daha iyi anlaşılıyor. Bana kalırsa bu bir “komplo” olmaktan daha ziyade bir darbe ve her darbede olduğu gibi bunun ABD’nin zımni desteği ya da doğrudan dahli olmadan olması pek olası değil. Eğer bu darbe girişimi ABD’nin zımni desteği ya da doğrudan dahli olmadan merkez üssü ABD’de bulunan ve “bazı neocon çevrelerle dirsek teması olan” bir tarikat tarafından girişilen bir süreç ise bu durum “darbeler tarihinde bir ilk” olacak.
AKP hükümetine karşı yürütülen “yolsuzluk” operasyonunu, Hizmet hareketi ile AKP’nin çekirdek kadrosu arasında yapılan güç gösterisinde dershanelerin kapatılması hamlesine karşı bir hamle olarak okumak çok eksik bir yaklaşım olur. Bir kere ilk hareket Hizmet’ten gelmiştir ve bu da MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın gözaltına alınma teşebbüsüdür. Kürt sorunu ile ilgili bu hamleye daha sonra yazının üçüncü bölümünde değineceğiz. Bugün, Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş polislerin ve savcıların bildiği mali operasyonları, Snowden’in itirafları ile tüm dünya çapında bir izleme ağı kurduğu ortaya çıkan ABD’nin ve CIA’nin bilmediğini ve ABD yönetiminin bu konuda önlem almadığını düşünmek büyük bir safdillik olur.
Aynı dönemde ABD’de Hizmet’e bağlı okulların da soruşturuluyor olması Hizmet Hareketi’nin bu operasyonda ABD’nin maşası olduğu yönündeki iddiaların aşırı basitleştirmiş bir yaklaşım olduğunu ortaya koymaktadır. Gülen hareketini 10 yıldan uzun zamandır inceleyen Amerikalı sosyolog Doç. Dr. Joshua Hendrick Aralık ayının başında neden FBI’ın, Louisiana’daki Cemaat okuluna bir baskın düzenlediğini ve tüm bilgisayar ve dosyalara el koyduğunu şöyle açıklıyor: “Sözleşmeli okulların her biri için yıllık 1-3 milyon dolarlık finansman sağlanıyor. Yani 145 okul için sadece ABD’de yaklaşık 500 milyon dolarlık bir para anlamına geliyor. Buradan dünyadaki diğer bağlantılarına da para aktarıyorlar. Son geniş çaplı soruşturmanın Türkiye’deki operasyonların zamanlamasıyla rastlantı olması tesadüf olamaz.[13]” Hizmet hareketin yıllık cirosunda oldukça küçük bir oran teşkil ettiğini düşündüğüm bu meblağ için FBI harekete geçmiş ve bu durum ABD’nin daha geniş bir İslami sermaye operasyonu yürüttüğü olasılığını akla getiriyor.
Türkiye’nin “en güvenilir” haber kaynaklarından Aydınlık gazetesi Hizmet ile ilgili bir MİT raporuna dayanarak “Cemaatin, 65'i büyük kuruluş olmak üzere, 700 şirket tarafından desteklendiğini, sermayesinin 150 milyar dolar olduğunu ve yıllık 7 milyar dolar iş hacmine sahip olduğunu” iddia ediyor[14]. Tayyip Erdoğan’ın dershane hamlesi öncesinde Cemaat’in oy oranını dahi hesaplattığı[15] gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak kendisine bağlı MİT’e de Hizmet’in mali gücü hakkında bir araştırma yaptırmış olması olasılığı büyük ve verilen rakamlar da mantıklı görünüyor. Cengiz Çandar, 9 Ocak 2014 tarihli köşe yazısında şöyle diyor: “Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe kahvaltısında yedirip içirdiklerinden ve “içeriden bilgi alan” birisi AKP döneminde “Cemaat”in 15 kat büyüdüğünü açıkladı.[16]” Türkiye’nin 2012 yılındaki GSYH’nin 1 trilyon 416 milyar lira olduğu dikkate alındığında Hizmet’in yıllık cirosunun GSYH’ya oranının aslında oy oranının çok altında olduğu da görülebiliyor. Ancak yine de AKP ile Hizmet’in simbiyotik ilişkisinin her iki kesime yakın çevrelerin ciddi anlamda zenginleşmesini sağladığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak 17 Aralık operasyonu ile başlayan süreci, Hizmet’in bir komplosu olmaktan çok bizzat ABD destekli bir darbe girişimi olarak okumak daha doğru olur. Ancak bunun bir darbe olduğunu söyleyerek darbeye karşı durmak iddiası ile aslında yolsuzluğun tüm Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ortak karakteri olduğu, ne zaman hükümet devrilmek istenirse bir takım yolsuzluk belgelerinin ortaya serildiğini söyleyip AKP hükümetinin de aslında böyle bir tezgâh ile yıkılmak istendiğini öne sürmek ve yolsuzluğu önemsememek, ya da yolsuzluk ve talanın kapitalizmin doğasında olduğunu iddia edip, AKP hükümetlerinin de bundan müstesna olmadığını öne sürüp zamanlamanın manidarlığına dikkat çekmek de bana sol bir tavır geliştirmek adına pek doğru görünmüyor ve “yesinler birbirlerini” türünden bir pasifizmle aynı hesaba çıkıyor.
TC tarihinde hiçbir hükümet ya da egemen kesim ABD’den Afrika’nın ücra köşelerine kadar uluslararası bir şebeke örgütleyip “kara para” operasyonları yapacak bir güce erişmedi ve “kara para” operasyonları bu boyutlara ulaşmadı. Hiçbir hükümet döneminde doğa ve emeğin sömürüsü bu düzeye erişmedi. Bu yağma sonucunda oluşturulan rant hiçbir dönemde bu kadar yaygın bir şekilde bölüşülüp halkın geniş kesimleri de bu yağmaya ortak edilmedi. Yazının ikinci bölümünde Türkiye ekonomisini biraz daha derinlemesine inceleyip bu yazıda öne sürdüğüm bazı iddiaları istatistiki verilerle desteklemeye çalışacağım. Üçüncü bir yazıda da politika alanında Türk solunun, CHP’nin ve Kürt hareketinin son gelişmeler karşısındaki tavırlarını eleştirel bir gözle değerlendirmeye ve olan bitenler karşısında sol ve ilerici bir tavrın ne olabileceğini tartışmaya açmaya çalışacağım.
[1] Öcalan: Araf'ta beklemekteyiz, Özgür Gündem gazetesi, 12.1.2014, http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=94570&haberBaslik=Öcalan: Araf'ta beklemekteyiz&action=haber_detay&module=nuce , 12 Ocak 2013 tarihinde erişildi.
[2] Micael Kelly, 7 Ocak 2013, There Are Much Bigger Problems In Turkey That Could Derail Its Alliance With America, http://www.businessinsider.com/turkey-scandal-involving-erdogan-2014-1, 10 Ocak 2013 tarihinde erişildi.
[3] Jonathan Schanzer and Mark Dubowitz, Foreign Policy, 26.12.2013, http://schanzer.pundicity.com/14197/iran-turkish-gold-rush 20.01.2014 tarihinde erişildi.
[4] Mustafa Sönmez, “Ben yazmıştım (!); Kara Para-‘Kara Liste’ ve Kriz…” 24.12.2013, http://mustafasonmez.net/?p=4005 , 18.1.2014 tarihinde erişildi.
[5] TCMB Ödemeler Dengesi Tabloları http://www.tcmb.gov.tr/odemedenge/odmainyeni.html, 10.1.2014 tarihinde erişildi.
[6] “8 milyar dolar ADA’dan geldi” 14 Ekim 2013, Hürriyet gazetesi (online: http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/24914050.asp) 10.1.2014 tarihinde erişildi.
[7] Taylan Doğan, Savaş Ekonomisi, Avesta Yayınları, 1996
[8] Emrah Akın, 10 soruda yeni Varlık Barışı Kanunu, T24, 15.07.2013, http://t24.com.tr/haber/10-soruda-yeni-varlik-barisi-kanunu/234357
[9] Emrah Akın, Varlık Barışı'nda son tarih 31 Ekim! , T24, 25.10.2013, http://t24.com.tr/yazi/varlik-barisinda-son-tarih-31-ekim/7675
[10] U.S. Begins Shipping Arms for Syrian Rebels, Wall Street Journal, 26.6.2013, http://online.wsj.com/news/articles/SB10001424127887323419604578569830070537040
[11] K N Al-Sabah, A short guide to the Middle East, Financial Times, http://www.ft.com/cms/s/0/d57c9b66-0a76-11e3-9cec-00144feabdc0.html#axzz2qBA2tOLS, 12.1.2014 tarihinde erişildi.
[12] Cengiz Çandar, Yolsuzluktan Kaçarken Ergenekon’a Tutulmak” Radikal gazetesi, 6.1.2014, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/yolsuzluktan_kacarken_ergenekona_tutulmak-1169397 , 12.1.2014 tarihinde erişildi.
[13] 'Türkiye ekonomisi çökerse, Gülen hareketi de çöker' Kıvanç Özvardar’ın Amerikalı sosyolog Doç. Dr. Joshua Hendrick ile söyleşisi, 07.01.2014, T24, http://t24.com.tr/haber/cemaat-erdogani-tasfiye-ederse-yerine-abdullah-gul-veya-hakan-sukur-gelebilir/247821, 10.1.2014 tarihinde erişildi.
[14] İşte MİT’in Cemaat raporu” 10.08.2012, http://www.odatv.com/n.php?n=iste-mitin-the-cemaat-raporu--1008121200 12.1.2014 tarihinde erişildi.
[15] Erdoğan cemaatin oyunu hesaplatıyor - Mehmet Baransu/Kozmik Köşe, Taraf Gazetesi, 13.08.2013, http://www.taraf.com.tr/haber/erdogan-cemaatin-oyunu-hesaplatiyor.htm, 12.1.2014 tarihinde erişildi. Bu arada merak edenler için “Yaptırılan bir ankete göre cemaatin oyu yüzde üç-dört düzeyinde. Ancak bazı anketlerde bu oran yüzde sekize çıkıyor.”
[16] Cengiz Çandar, “Sorular, ‘Olmazlar’, ‘Olamazlar’ Radikal gazetesi, 9.1.2014 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/sorular_olmazlar_olamazlar-1169974 12.1.2014 tarihinde erişildi.