Son günlerde, devlet, derin devlet, paralel devlet kavramları havada uçuşuyor, kimi zaman birbirinin yerine kimi zaman karşıt olarak kullanılıyor. Bu kavramları biraz açmak, yaşananları anlamak açısından faydalı olacaktır kanısındayım.

Devlet, genel olarak bakıldığında bir bölgede ya da ülkede, üretilen zenginliği paylaşmak için egemen güçlerin oluşturduğu bir paylaşma mekanizmasıdır. Ancak temel yanılgı bu yapının homojen olduğunu sanmaktır. Devlet dediğimiz şey, farklı çıkar gruplarının zaman zaman kurulan, zaman zaman bozulan ve yeniden kurulan ittifaklarından oluşur. Bu sürekli tekrarlanan bir süreçtir, bunu her zaman net bir şekilde göremeyebiliriz ancak bu gün olduğu gibi çok açıktan gerçekleştiği durumlar da olabilir.

Devlet denilen mekanizmanın, toplumsal hayatı adil bir şekilde düzenlemeye çalışan, bizim huzur ve güveninizi sağlamak için kurulmuş bir yapı olduğuna inanmamız istenir. Devletin ideolojik aygıtları, okullar ve medya gibi, bizi buna inandırma işlevini üstlenir. Ancak kimi zamanlarda devletin kirli yüzünü görmemizi sağlayan durumlarla karşılaşırız, işte bu gibi durumlarda derin devlet kavramı yardıma çağrılır. Aslında devlet iyi bir şeydir ama devletin içine sızmış kötü unsurlar, devlet içinde yapılanarak bu kötü işleri yapmışlardır. Devleti bu derin ve kötü unsurlardan temizlediğimizde, yine o güzel devletimize kavuşmamız mümkün olabilir.

Bunun kocaman bir yalan olduğunu biliyoruz. Derin devlet denilen şey devletin kirli yüzüdür ve bizden gizlenen tarafıdır. Derin devlet kavramsallaştırması bu kirli yüzü gizlemek için üretilmiş bir paratonerdir.

Hollywood filmlerinde bunu çok net görebiliriz. Kötü işleri yapan hiç bir zaman devlet değildir. Devletin içine sızmış bazı kötü niyetli çıkar grupları ve bunlarla işbirliği yapan devlet görevlileri vardır ama iyi devlet görevlileri devreye girerek bunları yok ederler. İyi devlet kazanır ve biz de huzurlu hayatlarımıza geri döneriz.

Şöyle bir örnekten hareket edelim, 1990' lı yıllarda Kürdistan'da yaşanan katliamları, faili meçhul cinayetleri ve hukuksuzlukları derin devletin yaptığını düşünmemiz istenir. Oysa biliyoruz ki tüm bu eylemler bizzat devletin bilgisi ve emirleri dâhilinde olmuştur.

Bu pis işleri gerçekleştiren devlet görevlilerinin, işleri bittiğinde kenara çekilip kaybolmaları istenir. Kenara çekilmek istemeyenlerle, derin devlet diye toplumun önüne atılan bir kaç tetikçi göstermelik cezalara çarptırılır ve huzurlu hayatımıza geri dönmemiz istenir. Devletin yaptığı tüm pislikler, derin devletin üstüne atılarak, devletin meşruiyeti korunmaya çalışılır.

Elbette sivil siyasetin alanının daha geniş olduğu, seçilmişlerin ülke politikalarını yer yer belirlediği ve sivil toplumun örgütlenerek devlet üzerinde baskı oluşturabildiği devletlerle, sivil siyaset alanının çok dar tutulduğu, seçilmişlerin vitrin olarak kullanıldığı, egemen güçlerle ittifak içindeki sivil-asker bürokrasi tarafından yönetilen devletlerarasındaki farkı değersiz göremeyiz. Ancak bu durum, devlet denen aygıtın kirli yüzünü görmemize engel olmamalı.

2007'den sonra gündeme gelen Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, Türkiye'de derin devletin tasfiye edildiği ve derin devletle hesaplaşıldığı algısı yaratılmak istendi. Ancak bu gün herkes rahatlıkla görüyor ki, derin devletle, yani aslında devletin kirli yüzeyle hesaplaşmak şöyle dursun, bu davalar, artık işlevini yitirmiş ve başa bela olan bazı unsurların tasfiyesi ve iktidara muhalif olanların baskılanması için kullanıldı. Bu da yetmedi, KCK operasyonuyla, sivil politik alan bir kez daha Kürtlere kapatıldı. Kürtlere, asimile olmak, iktidara ilişmiş 'iyi Kürtlerden' olmak ya da dağa çıkmak dışında bir yol bırakılmadı.

Bugüne geldiğimizde, öncelikle Türkiye'nin demokratikleştiği, derin devletini tasfiye ettiği ama paralel devlet denen yeni bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu algısı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.

Birincisi, derin devletin bırakın tasfiye olması, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan kirli işleriyle gerçek bir yüzleşme bile gerçekleşmedi. Her devletin olduğu gibi Türkiye'nin de pis işlerini yapan derin devleti ayaktadır ve iş başındadır. Derin devletin artık olmadığı yanılgısına kapılmamak gerekir. Paris'te katledilen üç Kürt kadın siyasetçinin katillerinin yeniden dizayn edilmiş derin devlet yapılanmasının olduğu çok açık değil mi?

Paralel devlete gelecek olursak, şu anda iki paralel devletin çatışmasına şahitlik ediyoruz. Aslında bir koalisyon olan AKP iktidarı, 2002'den bu yana bir taraftan devletin eski hâkimlerini tasfiye etmeye uğraşırken diğer taraftan da koalisyonun parçaları kendi paralel devletlerini oluşturdular. Yani devletin imkânlarını ve rantını da kullanarak kendi üniversitelerini, kendi okullarını, kendi sendikalarını, kendi medyalarını, kendi polislerini, kendi yargılarını, kendi sanat ve spor kurumlarını oluşturdular, oluşturmaya çalıştılar.

Cemaat uzun zamandır, yaklaşık 1980 darbesinden itibaren kendi kadrolarını yetiştirip kendi kurumlarını oluşturduğundan, önemli bir avantaja sahipti ve bu avantajını kullanarak, siyasi mücadeledeki önemli aygıtları (yargı gibi) kolayca kontrolü altına alabildi. Ancak bu gün unutulan ya da atlanan bir gerçek daha var, Erdoğan kanadı da bu süreçte kendi paralel devletini kurmaya çalıştı, en büyük problemleri yetişmiş kadro eksikliğiydi ve bu gün bunun sıkıntısını yaşıyorlar.

Eski hâkimleri tasfiye ettikten sonra yeni devleti tümüyle kendi kontrolleri altına almaya çalışan bu iki paralel devletin çatışmasının sonuçlarını göreceğiz. Ancak burada unutmamamız gereken en önemli şey, bu tür dönemlerin, yani devleti kontrol eden egemen güçlerin açıkça çatıştığı zamanların, muhalifler açısından önemli fırsat ve imkânlar yaratacağıdır.

Bu tür dönemler, devlet denilen kirli çıkar yapılanmasının en rahat deşifre edilebileceği dönemlerdir. Ancak bunun için muhaliflerin kendi araçlarının olması gerekir. İnsanları olup bitenlere ilgili güvenilir şekilde bilgilendiren ve manipülatif bilgilendirmeleri deşifre eden bir medya, toplum tabanında örgütlenmiş kadrolar ve en önemlisi, o ülkeye gerçekten adaleti, barışı ve demokrasiyi getirmek için oluşturulmuş programlar, çalışmalar ve tutarlı bir söyleme sahip olmak gerekir.

Türkiye'de muhalefetin son olaylar karşısında iyi bir sınav verdiğini söylemek maalesef çok zor. Bir gurup, Erdoğan'a yönelttikleri nefretleri nedeniyle, Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin duygusu ve şehvetiyle, cemaatin peşine takılmaktan hiç bir beis görmezken, diğer grup bırakalım bir birlerini yesinler, biz de bunun keyfini yaşayalım duygusu içinde. Oysa demokrasi ve barış mücadelesinin hızla yükseltilebileceği, daha da önemlisi toplumsallaştırılabileceği bir süreci yaşıyoruz. Bu olaylar çıktığı günden itibaren muhalif basını dikkatle takip etmeye gayret ediyorum, muhalefetin çok büyük bir bölümünün barışla ilgili bir gündeminin hiç olmadığını, demokratikleşme ile ilgiliyse hamasi söylemler dışında bir program ve planının bulunmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Devleti yönetme inisiyatifini tümüyle ele geçirmeye çalışan bu iki paralel devletin çatışmasında, kendi gündemini kamusallaştırmak fırsatını kullanmak yerine, taraflardan birinin peşine takılmak ya da bu süreci izleyici olarak takip etmek muhalefet için intiharla eş anlamlıdır. 'Hükümet istifa' gibi muğlâk ve bize ne kazandıracağı belli olmayan bir gündeme kilitlenmektense, örneğin, 'Terörle Mücadele Kanunu' gibi açıkça faşizan bir uygulamanın derhal yürürlükten kaldırılması ve bu kanun nedeniyle içeri atılmış tüm siyasetçi, gazeteci ve öğrencilerin serbest bırakılması gibi somut bir kazanıma odaklanmak, bunun için sokaklara dökülüp gösteriler yapmak daha anlamlı olacaktır.

Bu intihar girişimini çok yakın bir zamanda zaten yaşadık. Sonuçlarını da hep beraber gördük. 2002-2010 arasında devletin çeşitli kanatlarının yürüttüğü mücadelenin yarattığı fırsatlar kullanılmadı. Yine bir grup, askeri vesayet tasfiye olsun da zaten Türkiye sonrasında demokratikleşir diyerek bir tarafın arkasında yer alırken, diğer bir kanat "yiyin bir birinizi" şeklinde apolitik bir pozisyon almayı tercih etti. Bu süreçte kendi gündemini ısrarla takip eden ve bu doğrultuda iyi kötü hareket eden sadece Kürt siyasi hareketi oldu. Sonuçta bu mücadeleyi yürüten kanatlardan biri kazandı ve ilk işi 2010 yılından itibaren, sivil siyasetin ve demokrasinin alanını daraltmak oldu.

Bu gün de, tıpkı 2002-2010 arasında olduğu gibi, barış ve demokrasi mücadelesini yükseltmek ve toplumsallaştırmak için acil harekete geçilmezse, bu mücadeleyi kazanan paralel devletlerden herhangi birinin, ya da kurulacak yeni ittifakın, demokratik siyasetin ve barışın önünü açacağını düşünmek için sebep yok gibi görünüyor.