Direniş sürecinde, niçin Kürt hareketinin eylemlere aktif katılım gerçekleştirmediği siyasi çevrelerde çokça sorulan bir soru. Bu tavrın sürpriz olmadığı söylenebilir. Devlet ve hükümetle barış müzakeresi yürüten bir siyasetin yer yer çatışma içeren ve "Hükümet İstifa!" sloganları atılan bir direniş içinde aktif konum alması çelişkili olurdu. Ancak "müdahil olun, ama çatışmayın" denilebilirdi. Dolayısıyla, Kürt hareketi açısından sorun direniş içinde çatışmacı ve hükümet karşıtı bir pozisyon almaktan uzak durması değil, müdahil olma noktasında örgütlediği direnç ve eksikliktir.
Bu PKK'den ziyade BDP'nin uyguladığı siyasetin sorgulanmasına neden olmuştur. Tanım ve rol gereği, sivil bir direniş hareketi içinde, gerilla mücadelesi ile özdeşleşen PKK'nin değil, BDP'nin etkin olması beklenmiştir. Buna karşılık BDP, Taksim Dayanışma örgütünün bileşenleri arasında yer almasına rağmen, direnişi neredeyse tamamen Türk soluna ihale etmiş ve hükümeti eleştiren çeşitli demeçler dışında, "Bu esas olarak Türklerin bir iç meselesi, bulaşmaya pek gerek yok" şeklinde bir tutum belirlemiştir.
Bu belirlemeyi yaparken direnişin ilk safhası dışarda tutulmalıdır. 31 Mayıs ve 1 Haziran'da, zaten hiçbir siyasetin planlı davranamadığı ve halkın "kendiliğinden" gerçekleştirdiği direnişte Kürtler de yer almıştır. Taksim'i kuşatan ve veya doğrudan Taksim Gezi Parkı'na doğru yürüyen halk içinde tabii ki Kürtler de vardı. Tarlabaşı semtinde PKK sempatizanı Kürt gençleri polis gücünün geriletilmesinde önemli bir rol oynadı. BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise, birinci dalga halk direnişi başlamadan önce de, 31-Mayıs ve 1 Haziran olaylarında da Gezi Parkı direnişçilerine aktif destek vermişti.
Siyasi bir aktör olarak BDP'nin kendini geri çekmesi, artık sol hareket olarak biçimlenmeye ve Türkiye'ye yayılmaya başlayan ikinci direniş dalgası için geçerlidir. Bu aşamada Taksim ve Gezi Parkı çatışma alanı olmaktan çıkmıştı. Artık siyasal parti ve çevreler plan yapmaya başlamıştı ve direnişe yön verme iddiasına sahipti. Her ne kadar BDP Taksim Dayanışması'nın bileşenleri arasında görünse bile, meydana gelen kargaşa karşısında pasif ve mesafeli bir tutum benimsemişti. Bu tutumu haklı çıkarmak için kurulan söylemler ayrıca ele alınabilecek önemli bir konu, ama bu yazıda ele alınmayacak.
BDP'nin direniş içinde konum almaması şu iki önemli sonuca yol açtı: 1) Türkiyelileşme sorununu bir kez daha öteledi, 2) barış siyaseti ile tutarlı bir direniş çizgisinin geliştirilmesinde negatif bir rol oynadı.
Peki, BDP'nin sürece müdahil olma şansı var mıydı?
Öznel koşulları itibariyle olmadığı söylenebilir. Bu, Kürt hareketinin idari yapılanmasıyla ilgili bir meseledir. BDP'ye yüklenen misyon Kürtlerin parlamenter temsili, Kürdistan'daki belediyelerin idaresi ve halkla ilişkileri ile sınırlıdır. Türkiyelileşme, esas olarak HDK'ye devredilmiş bir misyondur. Bu konuda bir eksiklik varsa, teknik olarak bundan HDK'nin sorumlu olduğu varsayılmaktadır.
Fakat HDK adı var kendisi yok bir örgüt kurgusu olduğu için, "HDK direniş hareketi içinde üstüne düşeni yapamadı" gibi eleştirilerle karşılaşmıyor. BDP de çıkıp "HDK'ye yapmanız gereken eleştirileri niçin bana yapıyorsunuz?" diyemiyor. Kâğıt üzerinde HDK çok güçlü görünmektedir, şu kadar milletvekili, merkez yürütme kurulu üyesi, parti meclisi üyesi var gibi görünmektedir. Fakat toplum tabanına dönük bir meclis örgütlenmesi gerçekte yoktur. Türkiye halklarına açılım yüksek siyaset çerçevesine sıkışmış ve işlevsizleşmiştir.
Kürt hareketinin artık kronikleşmiş ve on yıllara yayılan halklara açılım krizi, direniş sürecinde de açığa çıktı. Bu krizin mevcut idari yapılar ve söylemlerle aşılması mümkün değil. Fakat sıcak savaş atmosferinin dışına çıkıldığı oranda (Türkiye'nin batısında ve ateşkes süreçlerinde Kürdistan'da), bu krizin gerekçelerini üretmek zorlaşmakta, Kürt hareketini bölge merkezli ve siyaseten içine kapalı bir Kürt milleti tasarımı geçerliliğini yitirmektedir.
Direniş sürecinde BDP'nin nasıl bir siyaset izlemesi gerektiğine ilişkin spekülasyonlar yapılabilir. Barış müzakeresi ile tutarlı bir siyasetin alabileceği biçim aşağı yukarı bellidir. Türk soluna "Müzakere masasında olabiliriz ama yandaş değiliz, direnişi destekliyoruz" demeçleri vermek de bir siyasettir elbette. Fakat şunlar söylenebilirdi: Direnişi "Hükümet İstifa!" hedefine, özelde "Taksim kurtarılmış bölge" maceracılığına, insanları Başbakanlık Konutu, meclis ve AKP binalarına yönlendirmeye çalışmak ya da bunlar yaşanırken sevinçli bir seyir halinde eylemci popülizmi yapmak da yanlıştır. Direnişin barışçıl biçimler almasına özen gösterilmeli, polis gücünün baskısını göğüsleme meşru savunma sınırları içinde tutulmalıdır.
Barış müzakeresiyle tutarlı bir siyasetin önermeleri bunlar olabilirdi. Çok da iyi olurdu. Bugüne gelindiğinde, hükümetin direnişi bastırma hamleleri karşısında hep bir adım önde olunurdu. Direnişin özgürlükçü kazanımları, taktik başarısızlıkların ürünü yenilgi ve şaşkınlık psikolojisi karşısında öne çıkarılabilirdi. Katılımcı demokrasiyi hayata geçirecek ve bugün İstanbul parklarında hayata geçirilmek istenen halk meclislerinin inşası kolaylaşır ve bu konuda çok daha hızlı yol alınabilirdi.
Solun eski tüfek iktisatçılarından Korkut Boratav bir söyleşisinde şöyle demiş: "Kürt Hareketi'nin ise, Türk halkının eski bir özdeyişindeki ("körle yatan, şaşı kalkar") bilgeliği algıladığını ummak isterim: İslamcı faşizm ile uzlaşarak demokrasiye, özgürlüğe kavuşmak mümkün değildir.
Boratav'ın kendisiyle yapılan söyleşide sarf ettiği bu sözler, Türk solunun barış müzakeresi tedirginliğini özetlemektedir. Bu teze göre Kürt hareketi AKP hükümetini muhatap almamalı, Türk solunun AKP karşıtı kampanyasının bir parçası haline gelmelidir. Olgusal körlüğün zirve yaptığı bu tespit, direniş zemininin aylara yayılan ateşkes ve müzakere sürecinde oluştuğunu görmez. Görmesi pek mümkün görünmez çünkü olgusal körlüğün nedeni ideolojik körlüktür. İdeolojik körlük bilimsel zihin açıklığının oluşmasını engellemektedir.
Önerdiği formülün tersi geçerlidir: Kürt hareketi ile uzlaşmak ve barış sürecine girmek isteyen hükümet, Türk-İslam faşizminden vazgeçmek ve demokratikleşmeye açık davranmak zorundadır. Şu anda hükümetle yaşanan asıl kavga budur.
Kürt hareketinin direnişin sorumluluğunu Türk soluna ihale etmesi, barış ve demokrasi arasında kurulacak ilişkide rol alma yeteneksizliğini göstermektedir. Bunun nedeni, yukarda belirttiğim gibi, savaşa göre tasarlanmış idari yapıların ateşkes sürecinde işlevsizleşmesi ve Kürt toplumunda bir çeşit barış tutulması yaşanmasıdır.
Kürdistan'da siyaset sahnesinde etkili roller üstlenmek üzere halk meclisleri, inisiyatifleri devreye girmekte midir? İstanbul ile Diyarbakır arasında bir demokratikleşme köprüsünün kurulması aynı zamanda buna bağlı değil mi? Mevcut Kürt yönetici aygıtı dönüşmeden bu sorunun olumlu bir yanıtının verilmesi mümkün değildir.
Benim düşünceme göre, PKK yasal siyaset alanına girip BDP'nin yerini almadan, Kürt yönetici aygıtının demokratikleşme adına nasıl bir sınav vereceği belirsiz kalmaya devam edecek. Bu sırada, Kürt hareketinin direniş açısından fonksiyonunu değerlendiremeye devam etmek durumundayız. Çünkü direnişte Kürt hareketinin yokluğu, önemli bir sorun olmaya devam edecek. Hali hazırda, seküler direniş hareketinin barış ve demokrasi ilişkisini doğru bir şekilde kurması, Kürt yönetici aygıtının temel bir gündem maddesi değil.