Direnişin İçinde Bulunduğu Aşama

Direniş hangi aşamada? Polisin vahşi bir saldırıyla Gezi Parkı'nı boşaltmasından bir hafta sonra, on binlerin eylemlerde yaşamını yitirenleri anmak üzere Taksim'e çıkması, direnişin sürdüğünü dünya âleme gösterdi. Ayrıca hafta içinde Ankara, Mersin gibi yerlerde protestolar olmuş, Taksim meydanında "duran insanlar" çoğalmıştı.

Önce bugünkü eylem hakkında birkaç şey söylemek istiyorum: İnsanlar, Erdoğan'a propaganda malzemesi vermemek için tamamen sivil itaatsizlik esprisiyle hareket etti. Çok disiplinli davrandı ve hükümeti bir kez daha hata yapmaya zorladı: Sonuçta, tamamen barışçıl bir protesto polis zoruyla dağıtılmış oldu. O zaman insana sorarlar: Erdoğan'ın orada burada direnişçilere akla hayale gelmez iftiralar atarak mitingler yapmaya hakkı var da, muhaliflerin barışçıl gösteri yapma hakkı yok mu? Bu sorunun makul bir yanıtı olmadığı açık.

Ayrıca, geçen bir hafta boyunca direnişin farklı bir aşamaya girdiğine tanık olduk. Bilindiği gibi, İstanbul'un pek çok semtindeki parklarda bazen yüzlerce, bazen binlerce yurttaş forumlar düzenleyerek aktif direnişe nasıl devam edeceklerini tartıştılar. Katıldığım forumlarda gözlemleyebildiğim kadarıyla, hissedilen ortak ihtiyaç şu: Örgütlü hareket edebilmek. Gezi Parkı direnişinin kendiliğinden geliştiğini ve polisin saldırılarına göre ivme kazanıp kaybettiğini hatırlarsak, örgütlü hareket etme ihtiyacı son derece anlaşılırdır. Peki, bu nasıl yapılacak?

Son katıldığım küçük bir forumda aramızdan temsilciler seçmemiz gerektiğine karar verdik. Somut karar önerileri şekillendirip temsilcilerimize ileteceğiz, onlar da hem aynı yerdeki başka forumlara hem de başka parklara bu önerilerimizi aktaracaklar. Başka forumlarda alınan kararları da bize bildirecekler. Temsilciler dönüşümlü olarak seçilecek.

Forumlar –elbette sadece kendi gözlemlerimi aktarıyorum– genellikle mücadele biçimlerine, Türkiye'deki egemen sisteme, seçimlere, direnişin sorunlarına dair insanların zihinlerinde biriktirdiği düşünceleri dile getirmesiyle başladı. Fakat üç dört toplantı boyunca durum böyle devam edince, "beyin fırtınası" diyebileceğimiz bu sürecin somut bir dizi eylem ve faaliyete doğru evrilmesi ihtiyacı hissedilmeye başlandı. Bundan sonra ne tür yaratıcı eylemler yapacağız? Kendi medyamız olacak mı, olacaksa nasıl olacak, direnişte yaralananların hakkı nasıl aranacak, tutuklananlarla nasıl bir dayanışma içine gireceğiz, AKP tabanıyla nasıl iletişim kurup hakkımızda yürütülen kara propagandayı kırabiliriz... Görebildiğim kadarıyla artık bu ve benzeri konularda somut adımlar atılmaya çalışılacak. Tabii bu aşamada dünya deneyimlerinden yararlanmak, örgütlenme modelleri üzerine kafa yormak son derece önemli.

Direnişin Kazanımları

Geriye dönüp baktığımızda direnişin, AKP Hükümeti'ni köşeye sıkıştırdığını söyleyebiliriz. Bazı asgari kazanımların elde edilmesinden veya Hükümet'in "ben yaparım, ben ederim" tavrından vazgeçirilmesinden söz etmiyorum. Böylesi bir faşizm karşısında, işçileri ve kamu emekçilerini "temsil eden" koskoca konfederasyonların içi boşalmış vaziyetteyken, "asgari de olsa somut kazanımlar elde edemedik" demek abes olur.

Köşeye sıkıştırmak derken şunu kast ediyorum: 15 Haziran Cumartesi akşam saatlerinde R. T. Erdoğan'ın emriyle polisin Gezi Parkı ve çevresine yaptığı ikinci müdahale, toplum vicdanında Başbakan'ın ve partisinin mahkûm olmasına yol açtı. Çoluk çocuk Divan Oteli'ne sığınanlara gaz atmalar, revirleri basıp tıbbi malzemeleri toplamalar, yaralıları tedavi eden doktor ve sağlık görevlilerini tutuklamalar, avukatları yerlerde sürüklemeler, onlarca insanın organ kaybına yol açmalar, en az iki genci gaz fişeği ve polis kurşunuyla öldürmeler, cenazeye bile müdahale etmeler, cadı avı başlatıp yüzlerce kişiyi tutuklamalar... Türkiye toplumunun belleğinden kolay kolay silinmeyecektir. AKP'nin ana-akım medya gücü ve Erdoğan'ın karizması sayesinde muhafazakâr taban üzerindeki denetimi ne kadar güçlü görünüre görünsün, ben adalet duygusunun er geç ağır basacağını düşünüyorum.

Erdoğan ve AKP, Soğuk Savaş dönemini çağrıştıran Türk-İslam faşizmini terk etmeye pek niyetli görünmüyor. Bu yüzden, seküler kesimlerin yurttaşlık haklarını korumaya dönük direnişleri sürdükçe benzer hak ihlalleri devam edecek ve AKP tabanı bir vicdan ve adalet muhasebesi yapmak durumunda kalacak. Şu anda toplum olarak bir ahlak ve adalet krizi yaşıyoruz. Tıpkı anti-kapitalist Müslümanların dediği gibi, bir dönemin mazlumlarının kendilerini iktidarla özdeşleştirip zalimliklere gözünü kapaması uzun süre sürdürülebilir bir durum değil.

Kutuplaştırma Politikası ve Türk-İslam Faşizmi

AKP'nin Türk-İslam faşizmi politikasının birkaç faktörün öne çıkmasıyla başladığı söylenebilir. Dış dinamik tarafında, AB'nin Türkiye'yi "özel statülü ortaklık" pozisyonuna itmesi; örneğin Türkiye'yle müzakere sürecini neredeyse buzdolabına kaldırıp yargı, temel haklar, adalet, özgürlük, yerel-bölgesel politikalar fasıllarını hâlâ açmamış olması, hatta bu fasılların açılış kriterlerini bile daha belirlememiş olması, Türkiye'deki demokratikleşme sürecinin dış ayağının etkisizleşmesine yol açtı.

Ardından gelen 2008 dünya ekonomik krizi, Türkiye'yi yeni pazarlar ve kaynak arayışına iterek yüzünü Ortadoğu'ya dönmesine yol açtı. Bu anlamda, AKP Hükümeti'nin Suriye ve Irak politikalarında Katar-Suudi Arabistan liderliğindeki Sünni bloğun içinde yer alması, kendi açısından tutarlı bir yaklaşımdı. AKP Hükümeti bu politikayı, Suudi ve Körfez sermayesinden kaynak akışı sağlamak ve sonunda ABD'nin desteklediği Sünni blok galip gelirse, bunun sağlayacağı ekonomik-ticari ranttan pay alabilmek için uyguladı. Böylelikle Türkiye Arap Baharı'ndan sonra, uzun yıllar serbest seçim yüzü görmemiş Ortadoğu ülkelerine "model oluşturmak" için ne kadar demokrasi gerekiyorsa, o kadar "demokrasi"yle yetinebilirdi: Buna, Erdoğan'ın sıkça tekrarladığı üzere, ifade ve örgütlenme haklarını yok sayan "sandık demokrasi" diyebiliriz.

Benim asıl üzerinde durmak istediğim, iç dinamikle ilgili faktör. AKP'nin 2002 sonunda seçimleri kazanmasını sağlayan, 90'larda Türkiye devlet sistemine şu ya da bu ölçüde yabancılaşmış kitlelere demokratik haklar tanıma ve ekonomik refah sağlama vaatleriydi.

Geldiğimiz noktada dönüp baktığımızda AKP'ye büyük bir halk desteği kazandıran her iki vaadin de gerçekleşmemiş olduğunu görmek zor değil. 2000'li yılların ortalarından itibaren demokratik haklar sistemli şekilde kısıtlandı ve sivil anayasa sözü havada kaldı. Medyada Hasan Cemal gibi eleştirel-liberal kalemlere bile tahammül edilmedi.

Ekonomik düzeyde ise AKP, son derece ilginç oligarşik bir yapı oluşturdu. Bir yandan, vakıflar, yardım kuruluşları, belediyeler etrafındaki ranttan nemalanan, tabana daha yakın bir "yandaşlar topluluğu" yaratırken, diğer yandan kendini destekleyen sermaye kesimlerinin de gücüne güç kattı. Geleneksel İstanbul sermayesi ile birlikte bu yeni burjuvazi, aşırı ucuz, güvencesiz, çoğu kez asgari ücretle çalışan, taşeron statüsündeki bir emek gücüne dayanarak "ekonomik büyüme" rekorlarına imza attı. Tarımda küçük çiftçilerin büyük çoğunluğu, piyasa mekanizmalarının yarattığı belirsizliğine terk edildi ve bir kısmı köylerini terk ederek şehirlere göç etti. Böylece kalıcı ve sürekli bir işsizlik oluştu.

Bazıları parti ve belediyelerle bağlantıları sayesinde ihaleler kazanıp hızla zenginleşirken, muhafazakâr tabanın çoğunluğunun durumunu korumakta gittikçe zorlanması, AKP'nin hegemonyasını asıl tehdit eden faktör olarak belirginleşmeye başladı. Anti-kapitalist Müslümanların tam da muhafazakâr tabanda sınıfsal kutuplaşmanın hızlandığı bir dönemde ortaya çıkması ve görüşlerini dinlemeye hazır insanlar bulması elbette bir tesadüf sayılamaz.

Bana göre, AKP'yi, Kürtler ve Aleviler gibi geniş azınlıkları ötekileştirmeye, seküler orta sınıflar üzerinde toplum mühendisliği oyunları oynamaya sevk eden iç faktör esas olarak budur. Bu nedenle, topluma verecek pek bir şeyi kalmayan, üstelik üzerine oturduğu rant pastasını kimseyle paylaşmaya da razı olmayan AKP ve çevresindeki "yeni zengin sınıflar", geleneksel devlet yapısının sağladığı hükümet etme imkânlarına daha çok sarıldı. Oy tabanlarını konsolide etmek üzere, "ötekiler" yaratma arayışına girdi.

Yukarıdan aşağıya doğru geliştirilen sözde İslamileştirme programı (üç çocuk yapma teşviki, kürtaj yasağı denemeleri, 3 x 4 eğitim sistemi, ek din dersleri, alkol düzenlemeleri, Alevi semtlerine İmam Hatip okulları açılması vs.) AKP tabanının yaşamlarında gerçek bir iyileşme olmadan "tatmin" olmasını sağlayacaktı. Böylece AKP'nin oluşturduğu, bütün zenginliği kendine çeken yeni oligarşi de, yurtdışı finans piyasalarının çoktan satın aldığı "bir başarı hikâyesi olarak yeni Türkiye" imajı sayesinde dışarıdan ucuz ve uygun krediler bularak yeni havalimanı, 3. köprü, otoyollar gibi projelerle kolayca yıkılamayacak bir güç odağı haline gelecekti. Devir, müteahhit bir arkadaşımın bir cemaat liderinin ağzından aktardığı gibi, "çalacaksa, Müslümanlar çalsın" devriydi. Yeni 28 Şubatlara karşı en başta ekonomik olarak güçlenmek gerekiyordu.

Seküler toplum kesimlerinin yığınsal eylemliliği, bu projenin uygulanmasına sekte vurdu. R. T. Erdoğan ve AKP kurmaylarının yaşadığımız toplumsal hareketliliğe "faiz lobisi, Batı medyası, dış mihraklar" suçlamalarıyla ve vahşi polis uygulamalarıyla tepki vermesinin en önemli nedeni bence bu.

Bundan sonra ne olur? Yazının ilk bölümünde belirttiğim gibi, seküler muhalefet öz örgütlülüğünü geliştirip demokratik hak ve özgürlükleri, demagojiler ve asılsız suçlamalarla engellenemeyecek şekilde toplum gündeminin kalıcı bir parçası haline getirebilirse, AKP'nin kurduğu statüko sarsılmaya başlar. Böylece, AKP tabanı da kendi omzuna basılarak yaratılan zenginliği ve eşitsizliği sorgulamaya başlayabilir. Barış sürecinin önkoşulu olan demokratik hak ve özgürlükler alanının biraz olsun genişlemesiyle, AKP tabanı 3. Köprü ve yeni havaalanının kendisine ne faydası olduğunu yüksek sesle sormaya başlayacaktır.