“Türkiye ve değişim” kelimelerini yan yana düşünmek “teklik” arzusunun yarattığı kaos ortamında her defasında karşımıza “korku, düşmanlık, linç, kabullenmezlik” duygularını çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi’nin “barış ve kardeşlik bahane; teklik, statüko, savaş şahane” tadındaki kararı, Kürtlerin siyasi alanda mücadele etme planının ne kadar zor olduğunu bir kez daha ispatladı. Başından beri AKP’nin DTP’yi manipüle etme, PKK’yi tasfiye etme planlarını bilmeyenimiz yok. Batasuna örneğini veren AKP, sıranın kendisine bir daha gelebileceğini unutmuşa benziyor. Oysaki Ergenekon ile başlayan mücadeleyi kimin kazanacağını henüz bilmiyoruz. Mücadeleyi CHP-MHP-Ergenekon-Ordu (ileriki dönemde M. Sarıgül ve Abdullatif Şener’in de bu cepheye dahil olacağını göreceğiz) kazanırsa hiç şaşmam. Nitekim DTP kararı, AKP’nin tasfiyesini de akla getirmiyor değil. AKP, bu savaşı bitirmeyenlerin her defasında nasıl iktidardan uzaklaştığını biliyordur sanırım.

Türk devlet geleneğinde, barış söylemlerinin ardında yatan temel felsefenin tasfiyeden ve göz boyamadan ibaret olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bu yüzden açılımın bir “devlet projesi” olduğunu duyunca buraya kadarmış dediğimi anımsıyorum. Bu gelenek, şiddet kültüründen beslenir. Öldürünce güçlenir, öldürülünce topluma korku salıp kendini her defasında meşrulaştırır. AKP eğer her yönüyle iktidara hakim olduğunu düşünüyorsa bu büyük bir yanılgıdır. Nitekim Ergenekon cephesinin ve ordunun eski mantıkla darbe planları yapmaya devam edeceğini kimse düşünmemeli. İleriki zamanlarda şiddet tırmandığında, ölümler arttığında yeni konseptin “devlet projesinden” “AKP’yi de tasfiye etme projesine” nasıl dönüştüğünü göreceğiz. Bu gerçekleşirse bir taşla iki kuş vurulmuş olacak.. Çünkü ordunun “kendisine reva görülenlerin hesabını” sormayacağını düşünmek tabiri caizse safdillik olur.

Ordu, eski tarz yöntemlerin, planların işe yaramadığını göremeyecek kadar kör değil aslında. Osmanlı’nın son dönemlerinden beri ordunun yeni stratejiler geliştirme ve statükoyu koruma konusunda ne tür yöntemlere başvurabileceğini bu uğurda gerekirse kendi içinde değişime gidebileceğini görmeliyiz. AKP ve cumhurbaşkanı Gül, “Yüksek Mahkeme’nin kararına saygı duymak gerekir” derken başlatmış oldukları “açılım”ın önüne set çeken statükocuların ekmeğine yağ sürüyorlar. Çünkü AKP’yi tasfiye edebilecek tek gerçek kaldı. O da savaştır.

Öte yandan Kürt mücadelesinin “mağduriyetler” hanesine bir yenisi daha eklendi. Her mağduriyetin mücadelelere ivme kazandırdığını unutmamak gerekiyor. Esasında Kürt hareketi ile ilgili eleştirilerimiz bu tarz mağduriyetler nedeniyle her defasında ertelenmek zorunda kalıyor. Çünkü vicdan daha ağır basıyor. İşte bu yüzdendir ki DTP kapatıldıktan sonra fikrine başvurulan bir Kürt genci şu söylemi kuruyordu; “şu kürsüyü aday koysanız bundan sonra yine seçeriz; şuradaki eşeği aday olarak gösterseniz onu da seçeriz.”

Sonuç olarak Türkiye’ye barışın gelmesi ancak savaşan tarafların onayı ile gerçekleşebilir görünüyor. Çünkü halkta bu yönde “mutlak bir istek” söz konusu değil. Savaşan kesimlerin barışı istemesi için ise taraflardan ordunun “daha net bir yenilgiyi tatması” gerekiyor sanırım. Şu an TSK’da net bir yenilginin olacağına dair bir öngörümüz de yok. Çünkü TSK, teknolojik ve sayısal olarak kendini organize etmiş durumda.

İyi de bu durumda ne olmalı? Kürtler çok güçlü bir sivil itaatsizlik hareketi başlatır, Türkiye toplumu ise barış için çok istekli olursa savaş biter. Ancak bu, çok uzak bir ihtimal. Tüm bunları değerlendirdiğimizde savaşın yanı başımızda durduğunu; barışın ise gittikçe uzaklaştığını söyleyebiliriz.