Aslında Türkiye’ye dönük Dünya Bankası’nın (DB) başını çektiği bu uyarı, yaklaşık Mart-Nisan aylarından bu yana gündemde. Dolayısıyla ekonomideki gelişmeleri daha yakından izleyenlerin zaten şu veya bu şekilde haberdar olduğu bir gelişme. Bu yazıyı geç de olsa yazmamın nedeni ise, ekonomi toplumsal muhalefet içinde pek revaçta olmayan konulardan olduğu için bu gelişmenin ıskalanmış olabileceği düşüncesine dayanıyor. Belki bu bağlamda sürecin izlenmesine mütevazı de olsa bir katkı yapabilirim.

Dünyanın İçinde Bulunduğu Ekonomik Kriz Ortamında Türkiye’ye İzlediği Büyüme Modelinin Sonuna Geldiği Hatırlatıldı

Türkiye 2001 krizi sonrası AKP iktidarı döneminde olağanüstü bir “büyüme” performansı gösterdi (büyümeden kimin esas olarak faydalandığını bir kenara bırakıyorum). Bu dönem aynı zamanda, 2007-2008’deki büyük küresel krize kadar dünya-ekonomide süre giden son derece özel bir dönemle çakışmıştı. Gelişmiş kapitalist ülkelerden bizim gibi “gelişmekte olan ülkeler”e çok bol miktarda likidite (kabaca “yatırıma dönüştürülebilir para” diyebiliriz) akıyordu. Derken, 2011 yılı sonbaharında Euro bölgesini yerinden oynatan küresel kriz Türkiye’yi de etkisi altına almaya başladı. İşte bu nedenle geçen Eylül ayından itibaren “sürdürülemez cari açık” sözünü daha fazla duymaya başladık.

Türkiye’nin son yıllardaki cari açığı zaten çok yüksekti, ama bu kadar patırtı gürültü kopmuyordu. Ne zaman ki Euro bölgesindeki kriz şiddetlendi ve küresel kriz daha da derinleşti, işte o zaman Türkiye’ye bu şekilde büyümeye devam edemeyeceği sinyalleri gönderilmeye başlandı.

Bu yazıda özellikle sayılara çok az yer vereceğim. Bunun için önceki ekonomi yazılarıma bakılabilir. Bazen sayılara çok yer vermeden betimleyici bir dille ekonomik durumu tartışmak, okurların sorun üzerinde daha iyi odaklanmasını sağlayabiliyor.  

Her şey gibi “sürdürülebilir olmayan” kavramı da görelidir. Küresel krizin giderek derinleşmesiyle birlikte, Türkiye’nin cari açığını kapatabilmek için bulduğu finansmanın “kalitesi” düştü. Yani orta-uzun vadeli banka kredilerden çok, “sıcak para”ya daha çok bel bağlanmak zorunda kalındı. Sıcak paranın çabuk yön değiştirdiği ve istikrarsızlığı malum. İkincisi, sürekli tek yönlü şekilde (merkez kapitalist ülkelerden “yükselen piyasalar”a doğru) akan bol miktardaki likidite zaman zaman ters yönde hareketler yapmaya başladı. Bu gelişmeler de haliyle uluslararası fonların “hızlı biçimde yön değiştirmesi halinde”, Türkiye ekonomisinin bunu kaldıramayacak denli “kırılgan” olduğu gerçeğini su yüzüne çıkardı.

Türkiye özel sektörü, özellikle bankacılık-dışı şirketler geride bıraktığımız 10 yılda olağanüstü düzeyde borçlanmıştı ve (döviz kurlarında oynaklığın arttığı koşullarda) fon temininde biraz güçlük çekmeye başlarlarsa, bu durumla başa çıkması olanaksızdı.

İşte bunun üzerine, geçtiğimiz Mart-Nisan aylarında dünya ekonomisinin başlıca kurumlarından Dünya Bankası (DB), Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını masa yatırdı. [[dipnot1]]

İki Yapısal Sorun: Yeterli Katma Değer Üretememe ve Yurtçi Tasarruf Oranlarının Aşırı Ölçüde Gerilemesi

Böylelikle, başta DB olmak üzere küresel ekonominin resmi kurumları, bize “sürdürülemez cari açık” olarak sunulan sorunun arka planını ele almaya ve yapısal çözüm önerileri oluşturmaya başladılar.

Aslında burada traji-komik bir durum var. Türkiye’yi yönetenlerin dar görüşlülüğünü ve çapını bilen dünya-ekonominin yol gösterici kurumları, AKP lider kadrosunun büyük bir kibir ve aşırı bir özgüven içinde burnunun ucunu görmekten aciz olduğunu bildiğinden, jeopolitik konumu itibariyle şansa bırakılamayacak kadar önemli bir ülke olan Türkiye’nin temel ekonomik sorunlarını gündeme taşıyıp çözüm getirilmesini talep etti.

Kökeni Türkiye tarihinde oldukça eskilere dayanan iki temel sorun böylece Türkiye ana-akım medyasında telaffuz edilmeye başlandı. İlki, Türkiye’nin ortalama düzeyde bile katma değer üretememesiydi. Küresel krizin iyice derinleşmesi karşısında sürdürülemez hale gelen cari açığın arkasındaki yapısal nedenlerden birisi işte buydu.

Konuya yabancı olabilecekler için “katma değer” üretimini kısaca açıklamak faydalı olabilir. Katma değer, örneğin imalat sanayinde başka firmalardan aldığımız hammadden ve ara mallarının üzerine eklediğimiz değerdir. Televizyon imal ettiğimizi düşünelim. Bazı parçaları teknolojisi daha gelişkin ülkelerden alıyoruz ve satışa hazır bir TV haline getirmek üzere bu parçaların üzerinde çeşitli işlemler yapıyor, onlara yeni bileşenler ekliyoruz. Aradaki ekonomik değer, bizim ürettiğimiz “katma değer”dir.

Ekonomiyi yöneten bakan ve bürokratların çok övündükleri, “rekor kıran” ihracat sektörlerinin hemen hepsinde yurtiçinde üretilen katma değer yüzde 30-40’ı geçmiyor. En emek yoğun/teknolojik düzeyi düşük sektör olan tekstilde bile 1 birim malın yüzde 50’si yurtdışından hammadde veya ara malı olarak geliyor. Bu durum doğal olarak kısır bir döngüye yol açıyor: Dış ticaret açığınızı kapatmak için yeni pazarlar bulmaya çalışıyor, ihracatınızı arttırıyorsunuz; ama her ihraç edilen 1 birim malın değer olarak yüzde 70’ini, Çin gibi çok ucuza ara malı üreten ülkelerden alıyorsunuz. Dolayısıyla ihracat arttıkça ithalat da artıyor ve cari açık kronik bir soruna dönüşüyor.

“Yapısal Önlem”: Orta-yüksek Düzeyde Teknolojiye Dayalı Yatırımlar İçin Teşvik Paketi

DB’nın bu konuda Türkiye’yi uyarması ve acil önlemler almasını talep etmesi sonuç verdi. AKP Hükümeti, geçen Nisan ayı başında işverenlere dönük kapsamlı bir “teşvik paketi” açıkladı. Paketin iki veçhesi vardı: Birincisi, orta-ileri teknoloji kapasiteli yatırım yapanlara çeşitli kolaylıklar sağlıyordu. İkincisi, özellikle Kürt sorunu bağlamında “en geri kalmış bölgelere” düşük teknolojili-emek yoğun yatırım yapanlara daha büyük ayrıcalıklar tanıyordu.

Birinci boyut, Türkiye’ye hiç üretilmeyen veya çok az üretilen ya da üretilmesine rağmen talebi karşılamayan malların, toplam mal ithalatının yüzde 84’ünü oluşturması gerçeğinden kaynaklanıyor. Elbette çok yüksek bir oran. Tabii hemen akla şu soru geliyor: Öyleyse Türkiye’de gerçek bir üretimden bahsedebilir miyiz? Yani nihai mal üretimi için gerekli ara malların bu kadar büyük bir kısmı dışarıdan ithal ediliyorsa, o zaman ülkemizde çoğunlukla bir tür montaj sanayisinin geçerli olduğunu ve üretim yerine al-sat mantığının daha ağır bastığını söyleyebiliriz.

İşte bu teşvik paketi, orta-ileri teknoloji gerektiren ve Türkiye’de üretilmeyen malları üretmek üzere büyük ölçekli yatırım yapanların kazançlarına, yatırımın belirli bir oranında vergi indirimi getiriyor; ayrıca KDV ve gümrük vergisi muafiyeti gibi ayrıcalıklar tanıyor. Ayrıca Kürt coğrafyasına doğru gidildikçe artan, sigorta primlerinin belirli bir oranının devlet tarafından karşılanması, gelir vergisi stopaj desteği gibi kolaylıklar sağlıyor. Yatırımcı işverenlerin kullanacakları kredilerin yıllık faizinin 3-7 puan arasına denk gelen tutar da (500 bin ile 900 TL arasında olmak üzere) yine devlet tarafından karşılanacak.

Teşvik Paketi Ne Ölçüde İşe Yarar?

İş çevrelerinin büyük takdirini kazanan bu teşvik paketi, Türkiye ekonomisinin düşük katma değer üretme sorununu çözer mi? Orta-yüksek teknolojili büyük ölçekli yatırımlar, özel girişimciliğin kendine özgü mantığına uygun olarak ancak kısa denebilecek bir dönemin sonunda ciddi bir kâr beklentisi varsa gerçekleştirilecektir. Güney Kore gibi bazı Uzak Doğu ülkeleri ulusal çapta uzun vadeli bir yatırım stratejisi belirliyor ve bu stratejiyi devletin aktif planlaması ve yönlendiriciliği altında uyguluyorlar. Bizde ise, katma değer üretimini yükseltmesi beklenen teşvik paketleri daha çok, işverenleri yüksek kâr marjı beklentisiyle cezbederek yatırıma ikna etmeye odaklanmış görünüyor. Elbette Türkiye devletinin hiçbir şekilde belirleyemeyeceği faktörler de bu tür kapsamlı yatırım kararlarında etkili olacaktır. Ağır bir uluslararası kriz ortamında iç ve dış talep, enflasyon ve faiz oranları gibi temel faktörlerde belirsizliğin daha da artması beklenir. Böylesi bir belirsizlik durumunda özel sektör büyük çoğunlukla başka para kazanma yollarını (örneğin paradan para kazanma, yani finansal yatırım, inşaat, turizm, enerji gibi daha “garantili” yatırım stratejilerini) tercih etme eğiliminde olacaktır.

Fakat Ali Babacan’ın teslim ettiği gibi, bu önlemler her halûkârda, izlenen büyüme modeli ve küresel kriz nedeniyle Türkiye ekonomisinin içine girdiği nispi durgunluğu aşmasına kısa vadede yardımcı olmayacak.

Yurtiçi Tasarruf Oranlarının Aşırı Ölçüde Gerilemesi

Dünya Bankası’nın önemle üzerinde durduğu ve birincisiyle yakından bağlantılı olan ikinci kritik sorun ise, son 10 yılda yurtiçi tasarruf oranlarının fazlasıyla gerilemesiydi.

Tasarruf oranı derken neyi kast ediyoruz? Kabaca şöyle tarif edersek yanlış olmaz sanıyorum: Bir ülkede yapılan yatırımların toplamını ele alalım. Gerek yurtiçi gerekse yurtdışı pazarlara dönük üretim için şirketler hammadde, ara malları ithal ediyor, bir üretim maliyeti üstleniyorlar. Şirketler, tüm bu maliyetleri karşılayabilmek için yurtiçi veya yurtdışı bankalardan kredi almak zorunda. Diğer yandan, halkın bu ürünleri uygun şekilde satın alabilmesi için de finansal sistem uzun süreli ve epeyce düşük faizli tüketici, ihtiyaç, konut vs. kredisi temin etmesi gerekiyor. Dolayısıyla bir ülkedeki finansal sistemde (bankalar vs.) hem söz konusu yatırımları hem de tüketimi karşılayabilecek kadar kaynak olması gerekiyor. Bir kaynak açığı varsa, buna “tasarruf açığı” diyoruz. Çünkü finansal sistem bu kaynağı ancak, 1) şirketler kesiminin elde ettiği kârın yatırım amacıyla kullanılmayan kısmından, 2) hanehalklarının gelirinin harcanmayan bölümünden elde edebilir. Eğer bu iki kaynaktan finans sistemine akan fonlar yatırımlar için yeterli değilse, dış borçlanma kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye’de birinci yapısal soruna bağlı olarak özel sektör tarihsel anlamda ciddi bir sermaye birikimi yetersizliği içindedir; çünkü ürettiği katma değer düşüktür, neredeyse hiç yüksek teknolojili ürün üretmemektedir ve bu nedenle ürün fiyatlarını nispeten yüksek seviyede belirleme imkânından da yoksundur.

Nitekim yukarıdaki dipnotta bahsettiğim, DB ile Kalkınma Bakanlığı’nın ortaklaşa hazırladığı rapora göre, Türkiye’de 1990’larda özel tasarrufların (özel şirketler + hanehalklarının tasarrufları kast ediliyor) gayrisafi milli hasılaya (GSMH) oranı ortalama yüzde 23,5 dolayındayken, 2000-2008 döneminde önce yüzde 17’ye geriliyor; 2010 yılında ise gerileme iyice ivmeleniyor ve oran yüzde 12,7’ye kadar düşüyor.

Fakat özel tasarruf oranlarını, şirketler kesimini bir kenara koyup sadece hanehalkları üzerinden inceleyecek olursak, daha ciddi bir düşüşle karşı karşıya kalıyoruz. Bugün Türkiye’de hanehalklarının ciddi bir bölümü kazandığından fazlasını harcıyor. Zaten 2002-2011 arasındaki “rekor” büyüme hızı da esas olarak böyle finanse edilmişti. Çok yüksek oranlarda artış gösteren tüketici, konut, otomobil vs. kredileri ve kredi kartı kullanımı toplumun büyük bir kesimini sürekli bir borçlanmaya teşvik etmişti.

Dolayısıyla Türkiye’de özel tasarruf oranlarının (hem şirketlerin hem de hanehalklarının harcanabilir birikimleri) keskin biçimde gerilemesi, gerçekleştirilen yatırımlar ve tüketimin yurtdışı kaynaklar kullanılarak, yani deyişle yurtdışından borçlanılarak finanse edilmesine yol açtı. Fakat küresel kriz ortamında, bol miktarda ve çok düşük faizli borç bulmanın zorlaştığı bir konjonktürde, bu borçlanma döngüsü sürdürülemez hale geldi. İşte 2011 sonbaharından beri duyduğumuz “sürdürülemez cari açık” sorununun arkasında, ithalatın, yatırımların ve tüketimin finansmanı için Türkiye finans sistemindeki kaynakların çok yetersiz kalması yatıyor.

Yurtiçi Tasarruf Oranlarındaki Aşırı Gerileme DB’nın Önerileriyle Düzeltilebilir Mi?

“Yurtiçi Büyümenin Sürdürülebilirliği: Yurtiçi Tasarrufların Rolü” adlı raporda yurtiçi tasarrufları, özellikle hanehalklarının tasarruflarını artırmak için pek sonuç alıcı olduğunu düşünmediğim bir dizi öneri getiriliyor: bireysel emekliliğin teşviki, şirket tahvil piyasasının derinleştirilmesi, tasarrufun özendirilmesi için banka mevduatlarına vergi muafiyeti getirilmesi vs. En paradoksal öneri ise şöyle ifade ediliyor: Tüketici, ihtiyaç, konut vs. kredilerinin hacmi daraltılır ve kredi kartlarının bir borçlanma aracı olarak kullanılmasının önüne geçilebilirse, hanehalkları gelirlerinin bir kısmını harcamayacak, böylelikle tasarruf eğilimleri artacak.    

Raporda sanki bu şekilde yapılan harcamaların büyük bölümü gereksizmiş veya bir tüketim çılgınlığı içinde yapılıyormuş gibi bir önkabul var. “Yastık altındaki paran”nın finansal sisteme kazandırılması için çeşitli yollar öneren rapor, Türkiye’de çalışan sınıfların büyük çoğunluğunun reel gelirinin son derece düşük olduğu gerçeğini ifade etmekten özenle kaçınıyor. Böylece ülkemizde reel ücretler ciddi bir şekilde yükseltilmeden tasarruf oranlarının nasıl olup da yükseltilebileceği yanıtsız bir soru olarak kalıyor.

AKP’nin Geniş Tabanlı Hegemonyasının Ekonomi Ayağı Sarsılıyor

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: 2002’den bu yana AKP’nin siyasi temsilini üstlendiği geniş tabanlı hegemonyanın önemli değişkenlerinden biri de, hiç kuşkusuz süreklilik gösteren yüksek oranlı ekonomik büyümeydi. AKP Hükümeti bu büyümeyi oldukça özel koşulların bir araya gelmesiyle yakaladı. 2000’lerin başından beri dünyada, finansal varlıkların değerini bir balon gibi şişiren bir likidite bolluğu yaşandı. Bu, bir yanıyla AKP’ye, ekonomide herhangi bir yapısal sorunu çözmeden, örneğin üretilen katma değeri artırmadan yüksek bir büyüme yakalama olanağı sundu. Söz konusu olan, ithalat ve tüketim kaynaklı bir büyümeydi. Fakat bu dönemin bir başka özelliği daha vardı: AKP Hükümetleri, çalışan sınıfların reel gelirlerinde bir artış yaratmadan, hanehalklarının gerçekte sahip olmadıkları bir kaynağı borçlanarak harcaması sayesinde bu büyüme oranlarını yakaladı. Peki üst orta sınıfların tüketim alışkanlıklarını saymazsak, bu tüketim har vurup harman savurma şeklinde aşırı bir tüketim miydi? Emekçi sınıflar ve alt-orta sınıflar için bunu söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Bu kesimler uygun koşullarda borçlanarak konut sahibi oldular, daha önce karşılayamadıkları ihtiyaçlarının bir kısmını karşılayabildiler. Şimdi Türkiye ekonomisinin içine girdiği nisbi durgunluk, emekçi sınıfları ve alt-orta sınıfları hızla (barınma, ısınma, gıda, giyim, eğitim, sağlık gibi) temel ihtiyaçlarını zar zor karşılayabilme noktasına getiriyor. Ve geniş katılımlı memur eyleminde gördüğümüz gibi, bu sınıflar şimdi temel ihtiyaçları için daralan pastadan daha fazla pay istemeye başlıyor.