Erdoğan liderliğindeki OHAL rejiminin Türkiye’yi toplumsal barış, güçler ayrılığı, demokratik hak ve özgürlükler gibi alanlarda hızla “muz cumhuriyeti” statüsüne gerilettiği herkesin malumu. Ülkenin demokratik ve seküler birikimi, beğenelim ya da beğenmeyelim kurumsal gelenekleri, aydınlanma, sivil toplum ve akademik alandaki birikimi hızla tüketiliyor. Bugünlerde çevremdeki insanlar mevcut rejimin sürdürülemez olduğunu elbette tespit ediyorlar, fakat geriye tam bir “enkazın” kalacak olmasından haklı olarak büyük endişe duyuyorlar.
Ekonomi kulislerinde, ekonomi-finans medyasında dile getirilenler, benzer bir gelişmenin bankacılık sistemi ve kamu maliyesi için de geçerli olabileceğini gösteriyor.
Son günlerde Erdoğan-OHAL rejiminin AB'nin Türkiye’ye dönük insan hakları baskısını hafifletmek amacıyla sürdürdüğü gerilim politikası, 1 ABD dolarını 3,40-3,45 seviyesine kadar yükseltmeyi başardı. Türkiye'de özel sektörün ekonomik bir krize yol açacak ölçüde yüksek döviz borcu olduğu biliniyor. TCMB'nın Eylül ayı verilerine göre bankalar ve reel sektör şirketlerinin uzun vadeli toplam kredi borcu 207,5 milyar dolar. Bu miktarın asıl riskli kısmını, genellikle döviz riskini sigortalatmayan ve gelirleri çoğunlukla TL cinsinden olan reel sektör borcu oluşturuyor. Uzun vadeli kredi borcunun yaklaşık yarısı bu kesime ait. Kısa vadeli kredi borcu ise 16,8 milyar dolar. Bu miktarın görece küçük bir kısmı, % 16'sı reel sektöre ait. Asıl önemlisi, Eylül ayını takiben 1 yıl içinde özel sektörün gerçekleştirmesi gereken toplam anapara geri ödemesi 68,4 dolar. Dolara olan talebi de cari açığın finansmanı ile dış borç geri ödemeleri oluşturuyor.
2013'ten bu yana dolar kuru hızla yükseliyor; yani, özel sektörün döviz cinsinden kredi borcunun TL karşılığı sürekli artıyor. Belki şimdiye kadar ekonomik büyüme -2013’ten bu yana epeyce yavaşlamış olsa da- belirli bir seviyede tutulabildiği için şirketler nakit akışı sağlayabiliyor ve borçlarını çevirebiliyordu. “Belki” diyoruz, çünkü bu süreçte özellikle birçok “yandaş” şirketin gerçekte battığı, fakat kamu bankalarına “verdirilen” kredilerle yüzdürüldüğü kulislerde sıkça dile getiriliyor.
Bununla birlikte 15 Temmuz karşı-darbe kalkışmasıyla birlikte yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz: OHAL rejimi ne iç ne de dış sermayeye güven veriyor. Özel mülkiyet ve girişimcilik haklarının ihlal edilmesi, ekonomiye “silah zoruyla” politika dikte etme çabaları ve AB ile üyelik müzakerelerinin askıya alınması ihtimali, yatırımları ve tüketim eğilimini olağanüstü ölçüde düşürdü. Kısacası tam bir durgunluk veya küçülme dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu durgunluk koşullarında hasılatları düşen şirketler maliyeti hızla artan döviz borçlarını nasıl çevirecekler? Bu konuya aşağıda döneceğim.
Kaynağı daha ziyade Batı dünyasında olan bir başka değişim daha söz konusu. Bilindiği gibi başlıca merkez bankaları ekonomik canlanma yaratmak için kısa vadeli faizleri de % 0’a yakın (hatta Japonya örneğinde 0’ın altında) seviyelere çekmişlerdi. Bunun sonucunda, geçen Şubat’ta Japonya ve Avrupa’da 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri ilk kez “negatif” olmuştu. ABD merkez bankası FED ise kısa vadeli faizleri artırmak konusunda son derece temkinli davranıyordu.
ABD’de Trump’ın başkan seçilmesiyle Batılı ülkelerde sağ-popülist politik çizgi ilk kez iktidara geldi. Trump’ın ABD ekonomisini yeniden büyütmek için şirketlerin vergilerini düşürme ve büyük altyapı harcamaları yapma vaadi, ekonomide yeni bir trendin habercisi oldu. Her iki vaadin de bütçe açıklarını arttırıcı ve ekonomik faaliyeti canlandırıcı etki yapması bekleniyor. İşte bu nedenle ABD’de enflasyonun artacağı beklentileri güçlendi, dolayısıyla 10 yıllık tahvil faizleri 1,80’lerden 2,30’lara yükseldi. Böylece dolar güçlendi ve “gelişmekte olan” ülke para birimleri ciddi kayıplara uğradı. Bu ülkeler arasında ulusal para birimi Meksika’dan sonra en büyük kaybı yaşayan ülke Türkiye oldu.
Ekonomist Uğur Gürses’in dikkat çektiği gibi önümüzde Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden başlayıp Hollanda, Fransa ve Almanya’yı kapsayan bir seçim süreci var. Gürses, pek çok gözlemci gibi, bu ülkelerde popülist-sağ çizgideki partiler/adayların seçimleri kazanma olasılığı güçlü görüyor. İktidara gelirlerse, bu çizgideki partilerin klasik neo-liberal politikalardan farklı bir yol izlemeye ve ekonomiyi canlandırıp toplumsal hoşnutsuzluğu azaltmaya çalışacaklarını belirtiyor. [[dipnot1]] Söz konusu sağ-popülist dalga zaten bu hoşnutsuzluğun sonucu olarak ortaya çıktı. Bunun anlamı, Batılı ülkelerde faizlerin yükselmesi ve faizler aşırı düşük (hatta negatif!) olduğu için “gelişmekte olan” ülkelere yönelen finansal akımların tersine dönmesi. Bir başka ifadeyle, Türkiye ve benzeri ülkelere şimdiye dek yardımcı olan parasal genişleme politikalarının yarattığı olumlu konjonktürün sonuna yaklaşıyor olabiliriz.
Sonuç olarak son günlerde TL’nin dolar karşısında uğradığı olağanüstü kayıp, hem yeni bir konjonktürün başlangıcı gibi görünen küresel gelişmelerden hem de Türkiye’de OHAL rejiminin yatırımcılar nezdinde yarattığı tedirginlikten kaynaklanıyor.
Erdoğan liderliğindeki OHAL rejimi ise bütün bu olup bitenler karşısında ekonomiyi canlandırmaya dönük adımlar atmakla meşgul. AKP döneminde özellikle inşaat sektöründe kurulan klientalist ağların ve son yıllarda kör topal da olsa gerçekleşen ekonomik büyümenin iktidarda kalmanın başlıca koşullarından biri olduğunun farkındalar. Yanı sıra, politik hegemonya işlevi gören ve İslamcı burjuvaziyi güçlendirmeye yarayan mega-projeleri de (3. havalimanı, Kanal İstanbul vs.) tamamlamak için kaynak yaratmaya çalışıyorlar.
Erdoğan ve OHAL hükümeti ekonomik canlanma için ısrarla kredi faizlerini düşürmeyi, bunun için de mevduat faizlerini düşürmeyi, böylece borçlanma-tüketim döngüsünü yeniden kurmayı hedefliyor.
OHAL rejimi bu amaçla bankalara açıkça baskı yapmaya başladı. Bir dizi banka ardı ardına konut kredisi faizlerini düşürdü. Son olarak ise büyük bir banka mevduat faizlerini düşürmek zorunda kaldı.
Peki, “zorla” faiz düşürtmenin, yüksek mevduat faizi verilen banka hesaplarını “izlemeye almanın” bankacılık sektörü üzerinde ne tür sonuçları olabilir? Öncelikle döviz kuru olağanüstü oranda yükselirken ve bu yükselişin enflasyonist etkileri olacağı barizken mevduat faizlerini “düşürtmek” yurttaşların TL mevduatı yerine dövize yatırım yapmasını tetikler. Diğer yandan, bankalar eskisi gibi dışarıdan düşük faizli kaynak bulmakta zorlanıyor. Bankaların verdikleri kredilerin mevduatlarına oranı ise Türkiye Bankalar Birliği (TBB) verilerine göre 136’a 100; yani bankalar 100 birim mevduat toplamışken 136 birim kredi vermişler. 36 birimlik fark, dışarıdan alınan borçlarla karşılanmış. Mevcut koşullarda bankaların daha yüksek maliyetli, daha fazla dış borçlanmaya gitmek ve risk alıp düşük faizli kredi açmak istemeyeceği açık. OHAL rejiminin “kredi faizlerini düşür” talimatı bankacılık sektörünün dengelerini bozabilir.
Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden bu yana iki sağlam ayağı olduğu ve bu sayede dış kaynak bulmakta çok ciddi sorunlarla karşılaşmadığı biliniyor. Bunlardan ilki, krizden sonra temelleri sağlamlaştırılan bankacılık sektörü. İkincisi ise, bir defalık özelleştirme gelirleri ve taşeron işçi çalıştırma gibi uygulamalar sayesinde oldukça düşük açık veren kamu maliyesi.
OHAL hükümetinin ikinci gündemi ise, mega projelere finansman bulmak ve kur riski/iç piyasanın durgunluğu nedeniyle iflas edebilecek “yandaş” şirketleri kurtarmak.
Her iki amaç için de kamu kaynaklarının kullanılması düşünülüyor. Bir süredir hemen bütün mega projelere dışarıdan finansman sağlayabilmek için “hazine garantisi” veriliyor. Söz konusu projeler verimsiz işletmelere dönüşür ve aldıkları kredileri ödeyemezlerse, kredi borçlarını Hazine üstlenecek. [[dipnot2]]
2001 krizinden önce yapıldığı gibi bütçe dışında büyük fonlar oluşturmak da bu amaçlar için tasarlanan bir başka hareket planı. Bu fonlardan ilki, 2017 başında yürürlüğe girecek olan zorunlu bireysel emeklilik sistemiyle (BES) kurulacak olan devasa fon.
Ekonomist Uğur Gürses, BES çerçevesinde zorunlu kesintilerle oluşturulacak olan 8-10 milyar TL’lik fonun “merkezi fonlara” yatırılacağını, bu fonların da tek bir kamu emeklilik şirketi tarafından kurulacağını ileri sürüyor. [[dipnot3]] Bu fonlar içinde “İslami yatırım fonları” da olacak. Böylece kaynağından kesilecek olan yurttaşlara ait tasarrufların nasıl kullanılacağına devlet karar verecek. Gürses, bu yolla örneğin bir “mega altyapı proje fonu” kurulabileceğini ve katılımcıların parasının bu fona yönlendirilebileceği söylüyor.
OHAL rejiminin ekonomide oynadığı oyunların bir tehlikesi de, devletin BES’e katkı payını nakit olarak yatırmayacak olmasından kaynaklanıyor. Öngörülen plana göre bu amaçla her yıl bütçeden pay ayrılmayacak. Bunun yerine devlet katkısı ancak (en erken 10 yıl sonra) emeklilik hak edildiğinde nakit olarak ödenecek. Bir başka anlatımla, bütçe dışı bir yükümlülük oluşturularak devlet 10 yıl sonrası için borçlandırılacak. Özel tasarruflarla “yandaş” burjuvaziyi palazlandırıp mega projeleri finanse etmenin “OHAL” yolu.
Sermaye çıkışları önlenemez ve “yandaş” şirketler zora girerse BES’le toplanacak fonların şirket kurtarma operasyonları için kullanılması muhtemel görünüyor.
Kamu kaynaklarını mega projeler ve şirket kurtarma operasyonlarında kullanmak için öngörülen bir başka bütçe dışı fon da, Ağustos’ta kabul edilen yasayla kurulacak olan Türkiye Varlık Fonu (TVF). Başbakanlığa bağlı olan ve Sayıştay denetimi dışına çıkarılan bu fonun gelirleri, (resmi olarak beyan edilmese de) 100 milyar TL’ye yaklaşan İşsizlik Fonu, özelleştirme gelirleri ve bütçeden aktarılacak paylardan oluşacak. Mahfi Eğilmez’in [[dipnot4]] belirttiği gibi, başka ülkelerdeki ulusal varlık fonlarında (petrol gelirleri, bütçe fazlası gibi) belirli bir gelir fazlası değerlendiriliyor. Oysa Türkiye’de İşsizlik Fonu dışında kamu herhangi bir gelir fazlasına sahip değil.
İlgili yasada TVF aracılığıyla devletin mega projelere ortak olacağı açıkça yazıyor. TVF’nin kuruluş amaçları arasında, “İslami finansman varlıklarının kullanılmasının yaygınlaşması” ve “dış politikanın önemli bir enstrümanı olarak Türkiye’nin uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmasına katkı sağlaması” da belirtiliyor.
TVF’nin kuruluş amacı da, ülke ekonomisi alt üst olurken OHAL rejiminin mega projelerin finansmanına öncelik verdiğini gösteriyor. Belli ki OHAL rejimi, “yandaş” şirketleri kurtarmak ve dış politikada provokatif rolüne devam edebilmek için kamu maliyesi dengelerini bozmaya hazırlanıyor.
Sonuçta şunu söyleyebiliriz: Ekonomik kriz olasılığı gittikçe güçlenirken, OHAL rejiminin krizi ertelemek için başvurduğu iki temel çare var. Bankacılık sisteminin ve kamu maliyesinin dengeleriyle oynamak. Bu yolla belki biraz zaman kazanılabilir, fakat sonuçta toplum olarak ödeyeceğimiz faturanın daha da ağırlaşacağı aşikâr.