Yaklaşık on gün kadar önce 2012 ikinci çeyrek (Nisan-Mayıs-Haziran) ekonomik büyüme verileri açıklandı. Gayri Safi Milli Hasıla’daki (GSMH) artışa göre Türkiye ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğinde sadece yüzde 2,9 büyüdü. Geçen yılın aynı döneminde (2011, ikinci çeyrek) büyüme oranı çok daha yüksekti: yüzde 9,1. Bu yılın İlk çeyrek verileri ise ekonominin yüzde 3,3 oranında büyüdüğünü gösteriyor. 2011’ın ilk çeyreğinde ise bu oran 12,1’di. Türkiye ekonomisi geçen yılın bütününde 8,5 oranında büyümüştü. 2012 ilk yarı (Ocak-Temmuz) sonuçlarına göre ekonomi sadece yüzde 3,1 büyümüş görünüyor. Hatırlarsanız AKP Hükümeti 2011 büyüme oranıyla çok övünmüş, ana-akım küresel kriz ortamında büyüme açısından neredeyse Çin’le yarışır hale geldik diye methiyeler düzmüştü. Bu tabloya bakarak 2000’li yıllarda Türkiye’nin yakaladığı yüksek büyümenin “hormonlu” ve dolayısıyla “sürdürülemez” olduğunu söyleyenlerin tamamen haklı çıktığını görmek zor değil.
Merkez Bankası (MB) ve Hükümet bu yıl için yüzde 4 büyüme hedefi öngörmüştü. İkinci çeyrek rakamları geldikten sonra bu büyüme oranının dahi yakalanamayacağı, ekonominin 2012’de muhtemelen yüzde 3,5 veya biraz daha altında bir büyüme göstereceği resmi çevrelerce ifade edilmeye başlandı.
Bilindiği gibi, çok daha yüksek bir katma değer, yani kabaca gelir üreten Almanya, ABD, Japonya gibi ülkelerin yüzde 1,5-2 oranında büyümesi genellikle normal bir büyüme olarak karşılanır. Oysa Türkiye gibi genç nüfusu yüksek, gençler arasında işsizliğin ise yüzde 20 civarında dolaştığı, nüfusun yüzde 20’ye yakınının resmi olarak “yoksul” kabul edildiği ve anti-demokratik bir yönetim aygıtına sahip olduğu için sınıflar arası gelir dağılımının had safhada eşitsiz olduğu ülkelerin yılda en az yüzde 7-8 büyümesi gerekiyor.
2012 İkinci Çeyreğe İlişkin Bazı Temel Göstergeler: Her şey Tepetaklak
Durumun 2011’e göre nasıl değiştiğini daha iyi kavramak için bazı göstergelere bakmak faydalı olacak. 2011’in aynı dönemleriyle karşılaştırmalı olarak hazırlanmış olan aşağıdaki tablolar neredeyse her şeyin tepe taklak olduğunu gösteriyor. İlk tablo gelişmelere “harcama”, yani yatırım ve tüketim harcamaları açısından yaklaşırken, ikincisi “gelir” yaratan sektörler açısından yaklaşıyor.
2011’den 2012’ye Tepetaklak Olan Büyüme Göstergeleri: Harcamalardaki Değişim (yüzde olarak)
2011 |
2012 |
|||
Harcama konuları |
İlk üç ay |
İkinci üç ay |
İlk üç ay |
İkinci üç ay |
Hane Halkı |
12,1 |
9,1 |
0,2 |
-0,5 |
Özel |
41,9 |
35,1 |
1,4 |
-7,9 |
Makine ve |
53,6 |
41,7 |
0,6 |
-11,6 |
İnşaat |
21,1 |
20,3 |
3,1 |
1,9 |
Milli |
12,1 |
9,1 |
3,3 |
2,9 |
Kaynak: Veriler, Güngör Uras’ın 11.09.2012 tarihli Milliyet’te yayımlanan haber-analizinden
alınmıştır.
Türkiye’de toplam harcamaların yüzde 67,8’i hanehalklarının tüketim harcamalarından oluşuyor. Genel bir ifadeyle 2012’nin ilk yarısında halkımızın ekonomi için talep yaratan harcamalarının bıçak gibi kesildiğini görüyoruz.
Özel sektör yatırımları Türkiye’de ekonomik kalkınmayı (yaratılan toplam değer, istihdam, ücret düzeyi vs.) belirleyen temel faktörlerden birisi. (Yatırım da bir harcama türü olduğundan) toplam harcamaların yüzde 22,6’sı gibi önemli bir ayağını oluşturuyor. 2011’in ilk yarısında çok yüksek bir artış gösteren özel sektör yatırımları da –aynen halkın tüketim gibi– bıçak gibi kesilmiş; hatta 2012 ikinci çeyrekte yüzde 8 oranında küçülmüş. Özel sektör yatırımlarının reel ekonomideki gelişmeyi en iyi yansıtan “makine ve teçhizat yatırımları” da (sabit sermaye yatırımları) çok benzer bir trend izlemiş. Toplam harcamalara katkısı düşük olsa da (sadece yüzde 7) Türkiye’ye iç talebi en iyi yansıtan göstergelerden biri olan inşaat yatırımları bile çok büyük bir yavaşlama göstermiş. Durum vahim yani.
Halkın tüketimi ile özel sektörün yatırımları bu kadar keskin şekilde azalınca, ekonominin alt-sektörlerinin büyümesi de bundan doğrudan etkilenmiş. Bunu aşağıdaki tabloda net şekilde görülebiliyoruz.
2011’den 2012’ye Gelir Yaratan Sektörlerdeki Yavaşlamanın Göstergeleri (yüzde olarak)
2011 |
2012 |
|||
Gelir |
İlk üç ay |
İkinci üç ay |
İlk üç ay |
İkinci üç ay |
Tarım |
8,2 |
6,5 |
5,4 |
3,5 |
Sanayi |
15,1 |
9,3 |
2,8 |
3,4 |
Ticaret |
18,0 |
13,7 |
0,7 |
1,2 |
İnşaat |
15,5 |
13,1 |
2,7 |
0,4 |
Ulaştırma |
12,7 |
12,1 |
5,1 |
3,9 |
Mali |
10,0 |
9,2 |
4,5 |
3,6 |
Milli |
12,1 |
9,1 |
3,3 |
2,9 |
Kaynak: Veriler, Güngör Uras’ın 11.09.2012 tarihli Milliyet’te yayımlanan haber-analizinden
alınmıştır.
2012’de iç talepteki aşırı daralma yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi büyüme (dolayısıyla gelir) yaratan belli başlı sektörlerde ciddi bir yavaşlamaya neden olmuş durumda. Elbette burada karşılıklı bir ilişki söz konusu. Alt-sektörlerin büyümesinin belirgin şekilde yavaşlaması, çok daha az gelir yaratılması demek. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde iç talebin daha da daralması ve ekonomideki büyümeyi biraz daha aşağıya çekmesi ihtimaline işaret ediyor.
Tarım sektörünün kendine özgü dinamikleri vardır. Temel ihtiyaç maddelerini ürettiği için iç talepteki daralma yerine hava koşulları, çiftçilerin tarımsal ürünlerden elde ettiği gelir düzeyi, tarımsal kredilere ulaşabilme, devletin destekleme ve prim ödemeleri gibi faktörlere duyarlıdır. 2012’de tarımsal üretimin düştüğü görülüyor. Bunun sebebini bilmiyorum. Ama küresel ısınmadan kaynaklanan artan kuraklığın önemli bir payı olması yüksek bir ihtimal görünüyor.
Sanayi, ticaret, inşaat ve ulaştırmadaki yavaşlama çarpıcı düzeyde. Bunun da başlıca nedeni, diğerleri üzerinde belirleyici bir etkisi olan sanayideki yüksek oranlı yavaşlama. Sanayideki yavaşlama, ticaretin ve ulaştırmanın da yavaşlaması demek. Mali kurumlar (bankalar ve diğerlerindeki) yavaşlama ise esas olarak kredi hacmindeki –daha temelde ise tüketici kredilerindeki– daralmadan ileri geliyor.
Ekonomide Yavaşlama: Nasıl Oldu ve Hikâye Bundan Mı İbaret?
(Küresel krizin etkisi altında büyümenin yavaşladığı 2009 yılı hariç) Türkiye yaklaşık 10 yıl yüksek büyüme rakamları yakaladı. 2011’in sonlarına yaklaşıldığında uluslararası ekonomik aktörlerin de uyarmasıyla bu büyümenin sürdürülemez olduğu tespitinde ortaklaşıldı. Çünkü büyüme, düşük faizli tüketici kredileriyle, yani suni yollarla tüketimin kışkırtılmasına dayanıyordu. Hem iç talebi tüketici kredileriyle uyarabilmek hem de bu talebi karşılayacak yatırımları yapabilmek için büyük miktarlarda finansman gerekiyordu. Böyle bir finansman kaynağı ise Türkiye’de yoktu. Sonuçta çok yüksek oranda cari açık verildi ve gerekli finansman da yurtdışından karşılandığı için, bilhassa özel sektör büyük bir borç döngüsüne girdi. Borçları çevirmek ve gereken dövizi temin etmek ise küresel kriz ortamında giderek zorlaşıyordu. Bunun üzerine ekonomiyi yöneten kurumlar, yurtdışındaki egemen kurumların baskısı altında “ekonomiyi küçültme” kararı aldılar.
Merkez Bankası (MB), Bankacılık Düzenleme Deneteme Kurulu (BDDK) çeşitli araçlarla yaptılar bunu. MB sıkı para politikasını iyice sıkılaştırdı. “Faiz koridoru” diye bir uygulama icat etti ve faiz oranlarını yükselterek bankaların fonlama (mevduat faizlerini ödemek ve kredi verebilmek için likit finansman bulma) maliyetlerini arttırdı. Fonlama maliyetlerinin yükselişi, tüketici kredi faizlerinin artmasına yol açtı. BDDK ise bankaların MB nezdinde tutması gereken karşılıkları arttırarak yine bankaların fon bulma maliyetini yükseltmiş oldu. Sonuçta konut, otomobil, ihtiyaç vs. tüketici kredileri faizleri yükseldi ve iç talep çok hızlı biçimde aşağıya çekildi. Önemli bir etken de 2011 Sonbaharı’nda dövizin biraz artmasına izin verilmesi oldu. Böylece ithal malların fiyatları da bir miktar yükseldi. Bu da haliyle tüketimi etkiledi.
En azından bize anlatılan “resmi hikâye” böyle. Elbette bu hikâyede gerçeklik payı yok değil. Ama gerçekliğin bütününü kapsadığı biraz şüpheli. Ben de işte bu nedenle yazının başlığına “kazın ayağı öyle mi?” sorusunu ekledim.
İktidar ve Sermaye Çevreleri: “Hadi Biraz Büyüyeyim”
2012’nin ilk yarısındaki hızlı yavaşlama, çok temel bir sorun olan cari açık probleminin biraz olsun düzelmesine katkıda bulundu.[[dipnot1]] Bir süredir bazı bakanlar, “biz cari açığı küçültmek için ekonomiyi soğuttuk, ekonomiyi ilelebet dondurmak için değil; artık yeniden büyümeye geçebiliriz” diyor. 2013-2014 yılları muhtemelen üç seçime tanıklık edecek: Önce 2013 Sonbaharı’nda yerel seçimler, 2014’te ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler. AKP Hükümeti’nin bu ekonomik tabloyla seçimlere girmesinin kendisine oy kaybettireceği gün gibi ortada. Öyleyse ne yapılacak? Az çok planlı bir büyümenin değil rant dağıtımının egemen olduğu Türkiye’de halkın tüketimi kışkırtılacak. Bu tüketimin uyaracağı yatarımlar aracılığıyla da gelirler bir miktar arttırılarak işsizlik düşürülmeye çalışılacak. Ayrıca gayet iyi bildiğimiz “seçim ekonomisi” uygulamaları devreye girecek.
Sermaye çevreleri de “artık yönümüzü büyümeye çevirelim” şeklinde taleplerde bulunmaya başladı. Bu da gayet normaldi, çünkü yavaş büyüme sermaye birikimini –dolayısıyla kâr artışını da– yavaşlatıyordu.
Küresel krizin ikinci ve daha ağır bir evreye henüz girmemiş olmasının da etkisiyle iktidar ve sermaye çevrelerinin MB üzerindeki baskıları sonuç verdi. Geçen hafta MB, faiz koridorunun üst bandını (bankaların birbirlerine “borç verme” faiz oranı) aşağıya çekerek bankaların fonlama maliyetini biraz düşürdü. Şimdi bu adımın devamının gelmesi ve özellikle 2012 son çeyreği (Ekim-Kasım-Aralık) ile 2014 ilk çeyreğinde yeniden görece yüksek oranlı büyümeye geçilmesi öngörülüyor. Yani hükümet seçim dönemine nispeten yüksek bir büyüme ortamıyla girecek, ama diğer yandan da ekonomiyi sarsacak temel bir dengesizliğe meydan verilmeyecek.
Halkın Reel Gelir Düzeyi Yeniden Büyümeye Geçişi Taşıyabilir Mi?
Yazının son bölümünü bu sorunun tartışılması oluşturuyor. Türkiye ekonomisi açılıp kapatılıveren musluklar gibi (“musluk” metaforu iktisat yazınında çok kullanılır) istendiğinde yavaşlatılan, istendiğinde ise büyütülen bir yapıya mı sahip? Yoksa egemen çevreler gelişmeleri böyle görmemizi mi tercih ediyor?
Elbette ne Türkiye ekonomisi ne de başka herhangi bir ekonomi böyle bir yapıya sahip değil. Sorun, daha dipteki, daha temeldeki sorunların sistematik olarak ört pas edilmesinde yatıyor. Örneğin yukarıda 2012 yılının ilk yarısında gerçekleşen yavaşlamanın tümüyle faiz oranları, banka munzam karşılıkları gibi teknik enstrümanlarla oynanarak gerçekleştirildiğinin, önemli bir gerçeklik payı taşısa da, bize anlatılan “resim hikâye” olduğunu söylemiştim.
Sermayenin kısa vadeli kâr oranlarını ve dolayısıyla onun temsilcisi durumundaki AKP iktidarını tehdit ettiği için tartışma dışı bırakılan başka bir faktör daha var: Türkiye halkının, özellikle çalışanların gelir düzeyi.
Şimdi bu yaşamsal göstergeye ilişkin bazı verilere bakalım.
17 Eylül’de Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) “2011 Yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” yayımlandı. Yukarıdaki tabloyu doğrudan TÜİK sitesinden aldım. [[dipnot 2]]
Tablo hanehalklarını, sahip oldukları “eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelir” kriterine göre yüzde 20’lik dilimlere bölüyor. Böylece 5 ayrı gelir kategorisi oluşuyor. Birinci yüzde 20’lik dilim en yoksul kesimi –diğer bir deyişle toplam gelirden en düşük payı alan kesimi– temsil ederken, en sondaki yüzde 20’lik dilim, en fazla pay alanları temsil ediyor. Tablo 2010/2011 değişimini kır, kent ve Türkiye geneli olarak veriyor.
Aslında araştırmanın sonuçları pek çok şeyi kendiliğinden anlatıyor.
2010’dan 2011’e pek anlamlı değişimler yok. Türkiye geneline bakıldığında, en yoksul dilimin payı ile (yüzde 5,8) ile en zengin dilimin payı (46,7) arasında tam 8 kat fark var. Bunun da ötesinde, muhtemelen arasında yoksulların, emekçilerin ve alt-orta sınıfların yer aldığı ilk üç dilim (hanehalklarının yüzde 60’sı) bir araya getirildiğinde toplam gelirden sadece yüzde 31,6 pay alabiliyor ve bu haliyle bile en zengin yüzde 20’lik dilimin payına yetişemiyor. Ya da şöyle de ifade edebiliriz: Zengin ve üst orta sınıfları topladığımızda (hanehalklarının yüzde 40’ı), bu iki
kesimin toplam gelirin yüzde 68,4’ünü aldığını görüyoruz.
Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye’de hanehalkı başına düşen ortalama yıllık eşdeğer kullanılabilir gelir 10.774 TL; yani ayda yaklaşık 900 TL.
Epeyce düşük bir seviyede olan maaş ve ücretler, toplam gelirin gayet yüksek bir kesimini, yüzde 44,8’ini oluşturuyor. Toplam gelirin yüzde 19,4’ünü ise sosyal amaçlı transferler meydana getiriyor. Sosyal amaçlı transferlerin çok büyük kısmı ise (yüzde 92) emekli ve dul-yetim aylıklarından oluşuyor. Emekli ve dul-yetim aylıkları toplam gelir içinde yüzde 17,8’lik bir paya sahip. Demek ki toplam gelirin yüzde 62,6’sı maaş, ücret ve emekli, dul-yetim aylıklarından oluşuyor. Bu da toplam gelirin büyük bölümünün, aslında son derece düşük seviyedeki gelirlerin birbiriyle toplanmasından oluştuğuna dair bir başka gösterge.
Aynı araştırmaya göre nüfusun yüzde 16,1’i “resmen” yoksul durumda. Daha gerçekçi bir kritere göre ise (yoksulluk sınırı, kullanılabilir medyan gelirin yüzde 60’ı olarak alındığında) yoksulların oranı yüzde 18,5’a çıkıyor.
Son olarak şu göstergeler son derece dikkate değer: Nüfusun yüzde 86,5’u “evden uzakta bir haftalık tatili”, yüzde 67,6’sı “beklenmedik harcamalarını”, yüzde 80,3’ü yıpranmış veya eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını” ekonomik nedenlerle karşılayamıyor.
Toplam nüfusun yüzde 61,8’inin (konut alımı ve konut masrafları dışında) taksit ödemesi ve borcu var. Bu borç ödemeleri, nüfusun yüzde 26,2’sinin hanesine “çok yük getiriyor”.
Araştırma yoksulluktan farklı olarak “maddi yoksunluk” (veya “ciddi finansal sıkıntılarla karşı karşıya olma”) kategorisi tanımlıyor. Bu kategoriye dahil olanlar, belirlenmiş 9 maddeden en az 4’ünü karşılayamıyor veya bunlardan mahrum durumda. Bu tanıma göre 2011 yılında “maddi yoksunluk” çekenlerin oranı, nüfusun yüzde 60,4’ünü oluşturuyor.
Nüfusun en az yüzde 60-70’lik kesiminin reel gelir düzeyi ortada. İktidar ve sermaye çevreleri ise halkın, emekçilerin, alt-orta sınıfların reel gelir düzeylerini arttırmayı söz konusu bile etmeden yeniden ekonomik canlanma trendine girmeyi tasarlıyor. Oysa hem nüfusun kabaca yüzde 60-70’lik bir bölümünün reel gelir düzeyi çok düşük hem de yüzde 62’si halihazırda borçlanmış durumda ve kredi borçlarını, diğer borçlarını ödüyor. Üstelik bu borçlara konut kredileri ve konut için yapılan diğer masraflar dahil değil.
Sonuçlar, Türkiye’de toplumun geniş kesimlerinin insanca bir yaşam sürmesi [yani hem yeterli ekonomik büyüme olması hem de çalışan sınıfların yaratılan gelirden çok daha fazla pay alması] ile gerçek bir demokrasi ve barışın kazanılması arasında çok güçlü bir bağ olduğunu gösteriyor.
İktidar ve sermaye çevrelerinin 2013 ve sonrası büyüme hayallerine gelince, bunun tek bir yolu var gibi gözüküyor: Tıpkı ABD’de yüksek riskli mortage piyasasında olduğu gibi, zaten yoksul veya yoksulluğa hayli yakın kesimleri çeşitli kredi kolaylıkları sağlayarak aşırı şekilde borçlandırır, tüketimin kışkırtılmasıyla belki belirli bir süre ekonomik büyüme yakalayabilirler. Ağır küresel kriz koşullarında bunun bile oldukça şüpheli olduğunu söyleyebiliriz. Ama gerçekleşse bile, bunun sonu –yine ABD’de olduğu gibi– geniş kesimler için çok büyük bir yıkım olur.
Küresel krizin ağırlaşmasıyla birlikte uluslararası alanda muhalif iktisatçılar ve toplumsal hareketler şu gerçeği gittikçe daha kuvvetli şekilde vurguluyor: Hem gelişmiş kapitalist ülkelerin hem de Türkiye gibi “yükselmekte olan ekonomiler”in, çalışan sınıfların gerçek gelirini anlamlı ölçülerde yükseltmeden, yeniden ekonomik büyümeyi yakalaması hayli zor olacak. “Bildiğimiz neo-liberalizmin sonu” diyebilir miyiz?