Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin kim tarafından katledildiği hali hazırda karanlıkta kalmayı sürdürüyor. Fakat failin meçhul olması, sorumlusu kim sorusunu yanıtsız bırakmıyor ve iki noktada devletin sorunlu ve sorumlu olduğu çok açık görünüyor:
1) Tahir Elçi bir televizyon programında "PKK terör örgütü değildir" dediği için hem yargının hem de hayatını tehlikeye atacak biçimde faşizan kamuoyunun hedef tahtasına oturtuldu.
2) Diyarbakır'da Tahir Elçi'nin yaptığı basın açıklamasında can güvenliğini sağlaması gereken polisler, koruma görevi yapmak bir yana, basın açıklamasına katılan ve civardaki sivil insanların hayatını tehlikeye atacak şekilde hareket ettiler.
Sadece medyaya düşen görüntülere bakılarak kolaylıkla bu sonuçlara ulaşılabilir.
Dolayısıyla, Tahir Elçi'yi öldüren kurşun polislerin ateşlediği silahlardan çıksın ya da çıkmasın, cinayetin başlıca sorumlusu devlettir demek yanlış olmaz. Tahir Elçi'nin PKK ile mesafesini vurgulaması, çeşitli platformlarda sert bir şekilde eleştirmesi, özellikle şehirlerde Kürt direnişinin silahlı biçimler almasına itiraz etmesi devleti tatmin etmedi.
Bir kez savaş düzeni kurulduğunda, can güvenliği için PKK'li olmamak ve bu olmama halini vurgulamak yetmiyor, doğrudan ve açıkça PKK'nin karşısında olmak gerekiyor. Kürt entelektüelleri için AKP saflarında barışçı ve demokrat aydını oynamak, günü geldiğinde kurgulanacak barış sahnesine çıkmak için fırsat kollamak ve bu şekilde kariyer yapmak da bir seçenektir, ama Tahir Elçi bu yola girmeyip can güvenliğini tehlikeye atan başka yollara sapmıştı.
Başbakan Davutoğlu Elçi cinayetiyle ilgili açıklamalarında devletin sivil vatandaşların can güvenliğini sağlamak yerine canlarını tehlikeye atmasına "kahraman polisimiz" edebiyatıyla destek verdi. Mevcut güvenlikçi mantığa göre, "terörist" avlayacağım diyerek gelişigüzel kurşun yağdırmak ve civardaki sivillerin hayatını tehlikeye atmakta bir mahzur yok. Basın açıklamalarına veya gösterilere katılan birisi asgari olarak coplanmayı, tazyikli su ve zehirli gazlara maruz kalmayı göze almak, ölmüyorsa kendisini şanslı saymak zorundadır. Nitekim şu sıralar Kürdistan'daki çatışmalı direniş bölgelerini ziyaret eden HDP'li milletvekilleri çok geçmeden hastanelik oluyor, acil servislerde yarı baygın, yüzlerinde solunum maskeleri ve kollarında serumlarla poz vermek zorunda kalıyorlar. Tahir Elçi'nin ölümünü görünce onları şanslı saymak kaçınılmaz, savaş sırasında hayatını kaybetmeyip hafif yaralı kurtulmak gibi bir şey yaşadıkları.
Neresinden bakılırsa bakılsın Elçi cinayetinin bir devlet suçu olduğu, asgari olarak resmi güvenlik güçleri tarafından ihmalkârlık yapıldığı ve sivil insanların hayatının değersizleştirildiği çok açık. Bu aslında basın açıklaması, protesto ve gösteri yapma hakkını kullanmak isteyen her vatandaşı ilgilendiren bir sorun. Son birkaç yılla sınırlansa bile, devlet şiddeti nedeniyle yüzlerce savunmasız insanın öldüğü, yaralandığı ve sakat kaldığı görülecektir. Muhalefetin sıkça dile getirdiği yakıcı bir mesele, devletin bazen kitle katliamlarına varacak düzeyde yaşam hakkının ihlal edilmesine zemin hazırlaması ya da doğrudan faili haline gelmesidir.
***
Elçi cinayeti gündemin başına oturduğunda medyada yaşanan klasik bir soruna değinmekte fayda var. Cinayetin işlendiği duyulduğunda hükümet medyasının ilk işi kamuoyuna bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı enjekte etmek oldu. "Havuz", "çamur", "zift" vs. sıfatlarla anılan AKP medyasının hal ve gidişatı zaten ortada: Nazi usulü bir propaganda aygıtı olarak işletiliyor. Uzun zamandır şaşırtmıyor, sadece mide bulandırıyor. "Biraz abartmıyor muyuz?" diyen İslamcı yazarçizerlere bile tahammül edilemiyor; öyle ki, işten atıldıkları, daha doğrusu cihatçı rant şebekesinden dışlandıkları bile oluyor.
Bilgi kirliliği ile baş etmek için yola çıkılmasına rağmen, bir yerden sonra gerçekliği tanınmaz hale getiren bir medya anlayışı ne yazık ki Kürt medyasına da egemen olabiliyor. Açık faşist saldırganlıktan riyakârlığa her yola başvuran Nazi usulü propaganda aygıtı karşısında en büyük silahın aklına mukayyet olmak ve cesaretle, beceriyle tekrar tekrar gerçekleri çoğaltmak ve vurgulamak olduğu unutulabiliyor.
Eldeki eksik verilerden hareketle kestirmeden hüküm vermeler Elçi cinayetinde de yaşandı. Oysa Kürt medyasının özellikle Kürdistan'da olup bitenler hakkında sağlıklı bilgi akışı oluşturmak, Nazi usulü işletilen hükümet medyasının insanlıktan çıkma çağrılarına karşı kamuoyunu insanlığa davet etmek gibi bir yükümlülüğü var. Özellikle Elçi cinayeti gibi bir anda gündemin başına yerleşen olaylarda değerlendirmeler olabildiğince gerçeklik üzerine bina edilmek zorunda. Edilmediğinde, Kürt medyası güven verici olmaktan uzaklaşıyor. Doğruyu da haber verse, şüphecilik devreye giriyor ve "Doğru mu, doğruysa ne kadar doğru?" sorusunu sormak kaçınılmaz hale geliyor.
Örnek verilecek olursa: Günlerce, cinayet mahallinde delil toplaması ve araştırma yapması gereken heyetin üzerine ateş açılması nedeniyle işini yapamadığı iddia edildi. Yine iddiaya göre, delil toplanmasını engelleyenler Sur ilçesinde özyönetim ilan eden YDGH'li direnişçilerdi ve buradan çeşitli varsayımlar üretildi: Yoksa Tahir Elçi'nin hayatını yitirmesine neden olan mermi direnişçilerin bulunduğu taraftan mı geldi? Geldiyse bu bilinçli bir suikast eylemi olabilir mi? Zaten Elçi'nin PKK ile arası iyi sayılmazdı. Vs...
Bu örnekte açıklığa kavuşturulması gereken nokta belli:
Cinayeti karartmaya çalışan devlet mi, yoksa bölgeye delilleri toplamak üzere gelen heyete ateş açtığı iddia edilen direnişçiler mi?
Olay sıcaklığını korurken, 30 Ekim 2015'te CNN TÜRK'teki Tarafsız Bölge programına katılan HDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan ve eski GÜNSİAD Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu bu sorulara net yanıt veremediler. Altan Tan haklı olarak devletin çatışmalar nedeniyle cinayet mahallinde inceleme yapılamıyor gerekçesini inandırıcı bulmadığını, eğer ihtiyaç duyuluyorsa bizzat HDP milletvekillerinin cinayet mahalline giderek incelemenin yapılmasına yardımcı olabileceklerini söyledi. Fakat aynı zamanda, cinayet mahallinin rahatlıkla ve objektif bir şekilde incelenmesi için özel bir gayret içine girilmediğini söylemiş oldu.
"Deliller toplanamıyor" iddiasını aydınlatmak için, yerel kaynaklara rahat erişebilen, öyle ki çatışmalı mahallelere dahi girebilen habercilerin devreye girmesi gerekiyordu. Ayrıca siyasetçilerin ve sivil toplum aktivistlerinin kamuoyunda kafa karışıklığı yaratan soruların netlikle yanıtlanabilmesi için özel bir gayret göstermesi gerekiyordu. Gerekiyordu, çünkü gerçeklik duygusunun yitirildiği propaganda savaşlarının en fazla barışçı ve sivil muhalefetin zehirlenmesine ve kan kaybetmesine yol açacağı aşikârdır.
***
Elçi cinayetinin dile getirilmeyen önemli bir sonucu, Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün tutuklanmasından sonra seküler muhalefet bölgesinde meydana gelen hareketlenmeyi gündemin alt sırasına düşürmesiydi. Gerçi Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklandıkları gece adliyedeki dayanışma eylemleri oldukça zayıf kalmıştı. Fakat ertesi gün ciddi bir hareketlenmenin başladığı söylenebilir. İlk aşamada Cumhuriyet'e sahiplenme biçimi edinen bu hareketlenmenin direniş biçimi alarak büyüyüp büyümeyeceği önemliydi.
Diyarbakır'da Elçi'nin cenazesi kaldırılırken tutuklu gazeteciler ve Cumhuriyet'le dayanışmanın önemi vurgulanamadı. Oysa yasal ve sivil muhalefet açısından hem Elçi cinayeti hem de Cumhuriyet gazetesini cezai ve mali baskı altında sindirme operasyonları güçlü bir insan hakları ve demokrasi hareketinin inşasını kışkırtan gelişmelerdi. Sonuçta Elçi cinayetini gazetecileri tutuklama eylemi ile birleştirme ve ortak bir gündem oluşturma denemeleri bazı gazete sayfaları ve ekranlarla sınırlı kaldı. Keşke Elçi de tutuklanıp cezaevine yollansaydı, böylece katledilmekten kurtulurdu hissiyatı dahi oluştu.
Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar'ın ne yapmak istediğini en iyi Erdoğan anlamış ve fazla zaman kaybetmeden etkisiz hale getirilmesini istemişti. Savcı ve hâkimler de bu isteği yerine getirdi. Fakat muhalefetin Can Dündar'ın ne yapmak istediğini anladığı pek söylenemez. Oysa Can Dündar'ın yazılarını, konuşmalarını, yayıncılık ve kadro politikasını, basın yayın camiasını ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirme çabasını takip eden birisi, düzenli olarak örgütlü ve kalıcı bir demokrasi hareketi inşa etmenin önemine işaret ettiğini, kurumsal olarak Cumhuriyet'in etkili bir rol üstlenmesi için çaba gösterdiğini kolaylıkla anlayacaktır.
Başta CHP olmak üzere yasal muhalefetin meseleyi yüksek siyasete hapsetmesi, seçmen ve örgüt tabanını harekete geçirmemesi hayra alamet değil. Gezi direnişi gibi, Cumhuriyet'in başlatmış olduğu kurumsal direnişin de heba edilmesi gibi bir tehlike var. Cumhuriyet'in şanssızlığı, güncel olarak ölümü (Elçi cinayetini) görünce sıtmaya (Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklu yargılanmasına) razı olma tuzağına düşülmesiydi. Oysa Tahir Elçi'nin anısına sahip çıkabilmek için insan hakları mücadelesine kapsam ve derinlik kazandırmak, bu mücadeleyi Cumhuriyet'in sürdürdüğü kurumsal direnişin yarattığı imkânla buluşturmak gerekiyor.
Bu işler seküler demokratik muhalefetin başına musallat olmuş uyuşturucu baronu gibi hareket eden CHP yönetimine havale edilemeyecek kadar önemli. HDP'nin sadece bir seçim partisi olmadığını ve Türkiye açılımını örgütlü bir şekilde tabana yaymak istediğini göstermesi açısından da önemli olmakla birlikte, yereldeki Kürt direnişinin peşine takılmanın ötesine geçip geçemeyeceği kuşkulu. Fakat Cumhuriyet'in Can Dündar ve arkadaşları öncülüğünde sürdürdüğü kurumsal direniş oradadır. Gezi direnişinden farklı olarak, alçak gönüllü olduğu kadar kararlı bir liderliğe ve üretici bir kurumsal dayanağa sahiptir.
Çok daha ağır baskılar yaşayan radikal basın yayın organları varken Cumhuriyet'in bu kadar öne çıkartılması abartılı değil mi diye sorulabilir. Bu soruyu soranların Can Dündar yönetiminde Cumhuriyet'in ne yapmaya çalıştığını en az Erdoğan kadar anlamaya çalışmaları gerekir. Can Dündar istediği kadar kahraman olmadığını iddia etsin, tutuklanıp cezaevine yollandığında aynı zamanda kahramanlığa mahkûm edilmiştir.
Bu aşamadan sonra asıl sorun halkın adım adım seküler demokratik muhalefetin etkili öznesi haline gelerek kahramanlaşması ve tek tek kahramanlara ihtiyaç duymayacağı bir atılım yapabilmesidir. Cumhuriyet'le dayanışmayı küçümsemek kadar, olmadık roller yüklenmesini talep etmek de yanlış olur. Cumhuriyet'in kararlı bir şekilde devam eden direnişi Kürt muhalefeti ile ayrışmanın önüne geçilmesi ve seküler demokratik muhalefetle ortak bir kanalın inşa edilebilmesi adına da kritik bir gelişmedir.