Ulus devletlerin oluşum ve gelişim sürecinde hayata geçirilen en önemli ideolojik araçlardan bir tanesi toplumlar arasına düşmanlık duvarlarının örülmesi olmuştur. Bu düşmanlık duvarları sayesinde toplulukların birbirlerini görmesi engellenmiş, aralarına düşmanlık duyguları sokulmuş ve ulus devletler meşruiyetlerini oluştururken bu düşmanlık duygularını kullanmışlardır. Hrant Dink gibi entelektüeller bu nedenle doğrudan sistemin hedefi haline gelmiştir. Çünkü kullandıkları dil ve kurdukları söylem sayesinde topluluklar arasına örülmüş bu düşmanlık duvarlarını görünmez hale getirmeyi başarabildikleri görülmüştür.

Tam da bu nedenle Hrant Dink gibi insanların boşlukları kolay kolay doldurulamamaktadır. Son haftalarda yaşanan ve Bese Hozat'ın açıklamalarıyla gündeme gelen tartışmalarda da bu eksikliğin nasıl önemli bir boşluk yarattığını görmüş bulunduk. Bu tür tartışmaları hayırlı bir ortama dönüştürmek ve toplumların dilini bir birine tercüme ederek yapıcı sonuçlar elde etmek yerine bu düşmanlık duvarlarını daha da yükseltecek bir dil kullanmak konusunda birbirleriyle yarışan entelektüel tiplemeleriyle karşı karşıya kaldık. Dolayısıyla hayırlı bazı sonuçlar elde edilebilecek bir tartışma tam olarak yürütülemediği gibi, sistemin istediği şekilde toplumların arasına düşmanlık duyguları ekecek bir noktaya taşındı.

Hatırlatmak gerekirse, Bese Hozat Paris'te katledilen üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmelerinin yıl dönümünde yaptığı bir açıklamada, "Türkiye'de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır" dedi. Bunun üzerine ciddi bir tartışma başladı. Hiç şüphesiz bu söylem ve kullanılan dil birçok insanı rahatsız etti. Türkiye yıllardır Ermeni ve Rum isimlerinin kötülüklerle anıldığı bir ülke, eğer bu konuda konuşacaksanız kullandığınız dile çok dikkat etmelisiniz. Eğer böyle bir açıklama yapıyorsanız neyi kastettiğinizi, hangi lobilerin ve paralel devlet oluşumlarının olduğunu, bunların neler yaptığını açık bir şekilde ortaya koymak zorundasınız. Aksi takdirde, yıllardır devletin oluşturduğu "kötü Rumlar ve Ermeniler" söylemine katkıda bulunursunuz. Bu durum da tartışma konusu edilir ve edilmelidir. Ancak bu tartışmaya dâhil olan entelektüellerin tartışmayı yürütüş biçimleri ve kullandıkları dil, bana kalırsa Bese Hozat'ın açıklamalarından bile daha büyük bir hayal kırıklığına ve soruna yol açtı.

Örneğin Ahmet İnsel Radikal gazetesindeki köşesinde şunları yazdı;

"Büyük toplumsal çalkantı dönemlerinde, o güne kadar dile pek getirilmeyenler, aklın bir köşesinde dönen ama açıkça söylenmesi uygun olmadığı için susulanlar ortalığa dökülür. Yaşanan şaşkınlık, ortalığı birdenbire kaplayan toz duman içinde, aklın dili denetlemesi zorlaşır. Toplumların insanlık namına utanılacak cepheleri, sadece korkulardan beslenmeyen ırkçı damarlarda birikenler, önlerindeki setleri yıkar, dile hâkim olur. Bazen bu dilde kalmaz, maalesef eyleme de döner.KCK Yürütme Konseyi Üyesi Bese Hozat'ın Paris'te Sakine Cansız cinayetinin yıldönümünde yaptığı açıklama, bu kafa karışıklığının nereye gidebileceğini gösteriyordu. Hozat, "Türkiye'de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır" dedi. Solda, demokrat çevrelerde, insan hakları mücadelesini kararlılıkla yürütenlerde haklı olarak şok etkisi yarattı. HDP Eşbaşkanları vakit geçirmeden ırkçı kokular taşıyan bu sözleri eleştirdiler." ( Radikal, 14/01/2014)

Yani Ahmet İnsel'e göre Kürt siyasi hareketi aslında beyninin derinliklerinde ırkçı hezeyanlar taşıyan bir yapıdır ve bu ortamda hezeyanlarını daha fazla gizleyemeyerek, ırkçı yanını ortaya döküvermiştir. Tartışma başladıktan sonra yazılan bu ve başka birçok yazıda ırkçılık, şovenizm, nefret söylemi suçlamaları peşi sıra gelmeye başladı.

Eğer Hozat'ın bu açıklamalarından ırkçılık, nefret söylemi ve şovenizm suçlamaları çıkartılabiliyorsa ortada büyük bir sorun var demektir. Sadece bu açıklamalardan ve sadece bu açıklamanın birkaç cümlesinden yola çıkarak Kürt siyasi hareketini ırkçılık, şovenizm ve nefret suçu işlemekle suçlayabiliyorsanız, ya çok ciddi bir akıl, mantık, izan sorununuz vardır ya da başka bazı durumlar devreye girmiş demektir. Ahmet İnsel'in akıldan mantıktan uzak bir insan olmadığını bildiğimize göre bu düşüncelerini başka saiklerle açıklamak durumundayız. Ancak olay burada kalmadı ve üzerinde mutlaka durulması gereken bir açıklama da Taner Akçamdan geldi.

Agos'a röportaj veren Taner Akçam şunları söylüyordu;

"Son yıllarda, AKP ve PKK'nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelinde stratejik bir ortaklık arayışı içinde oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çerçevesinde, Öcalan'dan böyle şeyleri söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP'ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, "soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin yanındayım" mesajı veriyor, yapılan budur...
PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Partisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan'ın, Mustafa Kemal'i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü açısından PKK, İttihat ve Terakki ve Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir.
İttihat ve Terakki aslında bir koalisyondu. Onun için İttihat ve Terakki, ne Kemalizm ve ne de PKK hareketinde olduğu gibi, tek adam çıkartamadı. İttihat ve Terakki'nin fedaileri vardı ve bunlar kendilerine göre 'hain' olarak gördüklerini öldürüyorlardı ama bu çok sınırlı sayıda gerçekleşmiştir.
PKK'nın gerek Kürt ve Türk solundan gerek kendi saflarından gerekse Kürt insanları içinde imha ettiği insan sayısı son derece ciddi rakamlara ulaşmıştır ve burada ürkütücü bir siyasi kültürel gelenekten söz etmek gerekir. Kendisine sol-demokrat diyen birçok insanın bile konuşmadığı, konuşmaktan korktuğu bir gerçekliktir bu."
(Agos 23/01/2014, http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=kurtlerin-ozgurlugu-ermeniler-ve-suryaniler-icin-adaletin-garantisi-degildir&haberid=6479 )

Aslında bu cümlelerin neresinden tutsanız elinizde kalır. Türkiye'deki muhalif yapıların kendi içlerinde ne kadar demokratik bir kültür oluşturabildikleri, birbirleriyle ve kendi içlerinde çok sorunlu pratikler ürettikleri çok açık bir gerçektir ve bu sorunlu tarihi mutlaka tartışmak gerekir. Ancak Hozat'ın açıklamaları sonrasında başlayan tartışmaların ardından, yukarıya alıntıladığım cümleleri kurmak açıkça, Kürt siyasi hareketinden herkes uzak durmalıdır, aman bu katillere yaklaşmayın, bunların İttihat ve Terakkiden hiçbir farkı yoktur, hatta onlardan bile daha kötü ve antidemokratik bir yapıyla karşı karşıyayız demektir. Kürt siyasi hareketi zaten Sünni İslam temelinde Türk devletiyle anlaştı bundan sonra bu hareketten ne Ermenilere ne Süryanilere ne de Alevilere bir hayır gelmez, sakın ha bu hareketin halkların kardeşliği söylemine kanıp ortak bir demokrasi mücadelesi vereceğinizi falan da düşünmeyin diyor Taner Akçam. Hatta hızını alamayıp, Ermeni katliamlarını planlayan, organize eden ve uygulayan İttihatçıları çok daha demokrat bulduğunu bile söyleyebiliyor. İttihatçı fedailerin çok sınırlı sayıda insanı öldürdüğünü söylerken Ermeni katliamlarını ve katledilen yüz binlerce Ermeni'nin bu örgütün fedaileri tarafından katledildiğini bir an için unutmuş olmalı Akçam.

Peki, Türkiye'deki muhalif çevreler arasında görüş ve fikirleri önemsenen, kitapları okunan bu iki entelektüel ne yapmaya çalışıyor. Bu yaptıklarını nasıl adlandırmak gerekir. Elbette bir niyet okuması yaparak değil dönemsel bir değerlendirme yaparak bunu gerçekleştirmek gerekir. Yoksa Ahmet İnsel'in yaptığı gibi iki üç cümleden yola çıkarak insanlara psikanaliz uygular ve bilinçaltlarına sızmış kötücül özellikleri ortaya çıkartmak gibi bir akıl tutulması batağına dalıveririz.

Bu nedenle ben sorunu entelektüelin sorumluluğu boyutuyla ele almaya çalışacağım. İmmanuel Wallerstein, "21. Yüzyılda Siyaset" kitabında, bu tür çalkantı ve geçiş dönemlerinde entelektüellerin kenarda kalamayacaklarını ve önemli sorumluluklarının olduğunu anlatır;

" ... bugün bazılarının diğerlerinden daha büyük bir ayrıcalığa sahip olduğu gerçeğiyle, daha büyük ayrıcalığa sahip olanların bir geçiş çağının gerektirdiği sürekli değişkenliğin ortasında ayrıcalıklarını kesinlikle muhafaza etmeyi isteyeceklerini beklemenin normal olduğu gerçeği ile yüzleşmeliyiz. Kısacası bir geçiş çağı, dostça yapılan bir spor karşılaşması değildir ve aramızda keskin bölünmelere neden olacaktır... Bu çatışmanın ve bölünmenin sadece muhalifler ve iktidar arasında değil, muhalif yapıların kendi arasında da belirli ölçülerde gerçekleşebileceği tahmin edilebilir... Dönem kaotik olduğu ve sonucunu tahmin etmek de doğası gereği imkânsız olduğu için, geçişi ve sunduğu seçenekleri çözümlemek konusundaki entelektüel görev kolay ya da bilindik bir görev değildir. İyi niyetli insanlar yaptıkları entelektüel çözümlemede belki de derin bir şekilde birbirlerinden ayrılabilir ve ayrılacaklardır da..." (Immanuel Wallerstein, 21. Yüzyılda Siyaset, Aram Yayınları, İstanbul 2004, s. 37- 39)

Özetle, bu tür çalkantılı zamanlarda, muhalifler arasında da çok sert tartışmalar ve ayrışmalar olabilir diyen Wallerstein, çok önemli bir konuya dikkat çeker. Aramızdaki ayrılık ve görüş farklılıkları ne kadar derin olursa olsun muhalif yapıların bir arada olması gerektiğini vurgulayarak, muhalif yapılar arasındaki bu biraradalığı entelektüellerin sağlayabileceğini ve bunun entelektüellerin en büyük sorumluluklarından biri olduğunu vurgular;

"Yaratacağımız gelecekteki tarihsel toplumsal sistemde hiyerarşi ve ayrıcalığı muhafaza etmek isteyenler, biz geri kalanlara göre iki büyük avantaja sahipler. İlki, emirlerine amade muazzam bir zenginliğe sahipler, mevcut iktidar onların elinde ve ihtiyaç duydukları uzmanlığı satın alma kabiliyetleri var. Aynı zamanda akıllılar, bilgi ve deneyim sahibiler. Ve az çok merkezi olarak örgütlenebiliyorlar. Fakat yaratacağımız gelecekteki tarihsel toplumsal sistemin nispeten daha demokratik ve nispeten daha eşitlikçi bir sistem olmasını tercih edenler her iki hususta da dezavantajlı durumdadırlar. Onlar daha az mevcut zenginliğe ve güce sahipler. Ve merkezileşmiş yapılar işletemezler.
Burada onların tek şansının bir sınırlamayı bir avantaja dönüştürmek olduğu sonucu çıkar. Kendilerini farklılıklarına dayanarak inşa etmeliler. Buna 'gökkuşağı ittifakı' ya da 'la gauche plurielle'(çoğul sol) veya 'frente amplio' olarak adlandırmamız, bizim hiyerarşik bir yapısı olmayan veya her halükarda çok az olan dünya ölçeğinde bir sistem-karşıtı hareketler ailesi yaratma zorunluluğuna mahkûm olduğumuz temel fikrinden daha az önem taşıyor. Ve tabi ki bu, iki nedenden ötürü örgütsel açıdan zor bir şeydir. Bu kadar gevşek bir yapı uygulanabilir, tutarlı bir strateji yaratamayabilir. Ve bu kadar gevşek bir yapı dışarıdan düşmanca sızmalara ve içeriden parçalanmaya çok açıktır.
Buna ek olarak, böyle gevşek bir yapı eğer ayakta kalacaksa, karşılıklı anlayış ve saygı gerektirir. Burada yine entelektüel için bir rol vardır. Entelektüel kendini içinde bulunduğu anın tutkularından uzak tutabildiği ölçüde, çeşitli hareketler arasında tercüman olarak hizmet görebilir. Herbir hareketin önceliklerini diğerinin diline ve karşılaştıkları entelektüel, ahlaki ve sonra da politik meseleleri hareketlerin hepsinin anlamasına imkân verecek karşılıklı bir dile tercüme eden kişi olabilir.
Mücadelenin neticesi son derece belirsizdir. Ancak geçiş çağlarında hiç kimse kenarda oturma lüksüne sahip değildir" (a.g.e., s. 42-43)

Bu uzun alıntıdan sonra sanırım iki ihtimal üzerinde durabiliriz. Birincisi, bu iki entelektüelimiz ve onlara katılanlar, Kürt siyasi hareketini muhalif bir hareket olarak görmüyorlar, bu hareketi devletle işbirliği içinde olan, demokratik kültürden uzak, Stalinist, ırkçı bir hareket olarak tasavvur ediyorlar ve hepimizi de bu konuda örtülü olarak uyarmaya çalışıyorlar olabilir. Ancak eğer durum buysa kendilerinden biraz daha net açıklamalar beklemek hepimizin hakkıdır sanırım. Milyonlarca Kürdün özgürlük hareketi olarak değerlendirdiği, desteklediği, sempati duyduğu, uğruna yıllarca hapis yatıp can verdiği bir hareketten söz ediyoruz. Cumhuriyet tarihinin belki de en etkili toplumsal hareketlerinden birinden bahsediyoruz. Kürt siyasi hareketine muhalefetin bir parçasıymış gibi muamele edip, bu tür tartışmalar ortaya çıktığında adeta gözü kararmışçasına saldırmak entelektüel ahlaka sığacak bir davranış olamaz. Bir entelektüel gerçek duygularını ve düşüncelerini saklayamaz. Hatta ırkçı, şoven, devletçi, katil olarak gördüğü bir yapının muhalif bir yapıymış gibi gösterilmesine asla izin veremez, bunun için mücadele eder, yazar, çizer, kamuoyu oluşturur. Muhalif platformlarda ve çevrelerde bir araya gelmekte sorun görmediği bu insanları ve hareketlerini, bulduğu her fırsatta ırkçı, milliyetçi, şovenist olarak yaftalayamaz. Eğer bunu yapıyorsa, kendisinden psikolojik ve spekülatif varsayımlar değil somut veriler ve olgular istemek hakkına sahip oluruz diye düşünüyorum.

İkincisi, bu iki yazarımız ve onlara bu söylemlerine katılan diğer entelektüellerimiz, tartışma sürecinde kendilerini kaybetmiş, içinde bulundukları "anın tutkularından uzak duramamış", geçmiş yıllardan kalan tarihsel bazı hesaplarını unutamamış ve bu yazıları kaleme almış olabilirler. Bu durumda da bu entelektüellerimizi en hafif tabirle sorumsuzlukla suçlamak zorundayız. İki toplumu ve bir çok muhalif yapıyı ilgilendiren bir konuda, kendi kişisel tarih ve duygularını öne çıkararak spekülatif analizler yapmak, gerilimi ve polemiği teşvik edip yapıcı bir tartışmanın gelişmesine engel olmak bir entelektüelin yapabileceği en büyü sorumsuzluklardan biridir şüphesiz.

Bu tür dönemlerde entelektüelin görevi, halkların arasına örülmüş düşmanlık duvarlarına tuğla taşımak olmamalı, tam tersine bu tür tartışmaları vesile olarak görüp bu duvarları yıkacak bir söylem ve dil geliştirmeli. Ahmet İnsel, Taner Akçam ve bu tartışmaya müdahil olmuş daha birçok entelektüelin kurduğu söylemin ve kullandığı dilin halklar ve muhalif yapılar arasında kurulması gerektiğine inandığımız birlikteliğe hizmet etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kürt hareketinin ya da diğer tüm muhalif yapıların Ermeni meselesindeki tutum ve söylemlerini tartışalım. Buradaki sorunlu noktaları asla görmezden gelmeyip üstüne gidelim. Birbirimizi eleştirmekten ve uyarmaktan çekinmeyelim ancak bunu yaparken polemikçi yıkıcı ve düşmanlaştırıcı bir dil değil, yapıcı bir dil kullanalım. Türk ve Ermeni halkları arasına sokulmuş düşmanlık duygularının bir benzerini Kürt ve Ermeni halklarının da yaşamasına neden olacak söylemler geliştirmekten, bilerek ya da bilmeyerek bu tür çalışmalara destek olabilecek davranışlarda bulunmaktan şiddetle kaçınmak zorundayız. Son iki yüz yılda halkların birbirini katlettiği bu coğrafyanın kaderini değiştirmek, sadece halklar arasına örülmüş düşmanlık duvarlarını yıkmakla mümkün olabilir.