Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefetin yapamadığını yaptı ve genel seçime doğru AKP hükümetini yıpratan bir dizi çarpıcı jeste imza attı. Bu anlamda, çok şikâyet ettiği "paralel yapıdan" daha başarılıydı: AKP hükümetine darbe üstüne darbe yapıp sonuç alabildi. Vatan hainliği suçlamasına eşlik edecek şekilde Merkez bankasına müdahale ederek ekonomi yönetimine el koydu. Başbakan'ın iradesini çiğneyerek Hakan Fidan'ın AKP'den milletvekili aday adayı olmasına engel oldu ve MİT Müsteşarlığı görevine geri dönmeye zorladı. Son olarak "çözüm sürecinde" kritik adım olarak kabul edilen ortak açıklamayı ve izleme heyeti oluşturulması kararını tanımadığını açıkladı. Bunlar art arda hükümete verilen muhtıralar ve yetki gaspları olarak okunabilir.

Erdoğan'ın "fiili" başkanlık" denilebilecek bu noktaya nasıl geldiği, tarihsel olarak açıklığa kavuşturulabilir. 1982 yılında kabul edilen 12 Eylül Anayasası'nın bir çeşit başkanlık rejiminin önünü açmasından 21 Ekim 2007 referandumunda cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sonucunun çıkmasına, bir dizi anayasal değişiklik cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişinin başkan gibi davranmasına zemin hazırladı.

Bu değişim yaşanırken, 2000'li yıllardaki AB ile bütünleşmeye endeksli tutarsız ve kesintili demokratikleşme sürecinin Erdoğan'ın mevcut pozisyonunu hazırlama işlevi gördüğünü belirtmek gerekir. Askeri vesayetin gerilemesi, yürütme düzeyinde cumhurbaşkanlığının MGK'den özerkleşmesini ve güçlenmesini sağladı. Askeri vesayetin yerine ikame edilmek istenen Cemaatçi vesayetin 2013 Aralık ayında geri püskürtülmesi ise, fiili başkanlık için kritik eşiğin aşılması anlamına geldi.

Yasa dışı ama yasal olarak denetimden azade fiili başkanlık, gerçekte yeni bir vesayet rejiminden başka bir şey değil. 10 Ağustos 2014'de Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle, Türkiye resmen başkanlık vesayetine dayalı bir ara rejime geçmiş oldu. Geliyorum diyen bu yeni sürecin aydınlatıcı bir analizinin yapılabildiği söylenemez. Bunun en önemli nedeni, Erdoğan'ın iktidarını kişiselleştiren indirgemeci ve tepkiselliği aşamayan politik söylemler.

Mesela İstanbul Newroz mitinginde HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Erdoğan'a hitaben "Biz milyonlarız, sen tek başınasın ... yalnızsın, yalnız kalmaya devam edeceksin" dediğinde, Erdoğan'ın dayandığı geniş seçmen kitlesi, bir kitle partisi olarak AKP, ekonomik rant paylaşımını düzenleyen klientalist şebeke, resmi devlet içinde bürokratik güç birikimi ve başta MGK olmak üzere geliştirdiği ittifaklar görmezden geliniyordu.
Siyasetçilerin niçin kişiselci, ayinsel ve narsisizmlerin yarıştırıldığı politik bir söylem kurduğu ayrıca ele alınmaya değer bir konu. Kısaca şu notu düşelim: Yüksek siyasetin ve onu cilalayan PR şirketlerinin politikanın halka inmesinden, daha doğrusu "ayağa düşürülmesinden" anladığı budur. Örgütlü olmayan, kendi arasında tartışıp kararlar alamayan, özetle insan altı sosyal bir hayata mahkûm edilen kalabalıkların siyasete katılımı ancak bu şekilde olabilir.

Genelkurmay Başkanı Necdet Özel'in siyaset sahnesine çıkması aydınlatıcı oldu. Erdoğan'ın "çözüm sürecini" frenleme arzusunda hiç de kişisel ve yalnız olmadığı anlaşıldı. Elbette bunun için Genelkurmay Başkanı'nın doğrudan sahne alması gerekmiyordu. Fakat Genel Kurmay Başkanı vitrinde boy göstermeden ve sadece Erdoğan aracılığıyla derdini anlatamayacağını düşünmüş olacak ki, sonunda çıkıp "PKK ve Suriye kolu PYD terör örgütünün" meşrulaştırılması tehlikesini açıkça ve kamuoyu önünde vurgulama gereği duydu. Erdoğan fiili başkan olmuş olabilir, fakat Kürt meselesi söz konusu olduğunda hâlâ ondan büyük MGK var.

Sefalete batmayı sürdüren "liberal" bir söylem çeşitlemesi, Erdoğan'ın askeri vesayet rejimini geri getirme çabası içinde olduğunu iddia ediyor. "Askeri vesayete karşı Cemaatçi vesayet" çizgisinde veya asgari olarak Cemaati Erdoğan karşıtı cephenin meşru bir unsuru olarak gören bu söylem, politik şartlanmaları gereği Erdoğan'ın başkanlık vesayeti ile ilgili bilimsel bir çözümleme yapamaz. Bu görüşe göre, Cemaatin devleti ele geçirmeye çalışan bir "paralel yapı" olduğu iddiası bir mittir, 2013 Aralık ayındaki yolsuzluk operasyonu darbe amaçlı değildir. Öyle olsa bile, Erdoğan'ı alt etmek için bu konuda sessiz kalmak gerekir. Çünkü seçmenlerin ilk hedefi Erdoğan'ı devirmek olmalıdır.

Erdoğan'ın fiili başkanlığının askeri vesayetten veya Cemaatçi vesayetten ayrılan yönü, esas olarak resmi devlet içindeki bürokratik güç birikimine dayanmıyor oluşu. Oligarşik değil, kelimenin gerçek anlamında "paralel yapı" olma özelliği öne çıkıyor. Asıl dayanağı, sandıktan çıkan AKP hükümeti ve ekonomik büyümeye bağımlı klientalist network örgütlenmesidir. AKP'li belediye ve STÖ'ler ve tabii AKP medyası bu network örgütlenmesinin görünür yapılarıdır. Erdoğan bu dayanakları yitirdiğinde, MGK ile uyumlu olmaya özen gösteren, bürokrasi içinde kısmen etkili ve ancak bir hükümet krizi yaşandığında öne çıkabilecek bir cumhurbaşkanı portresi çizmenin ötesine geçemez.

"Çözüm sürecinin" evrimine bağlı olarak askeri vesayet rejimine bir dönüş yaşanabilir. Fakat bunun için öncelikle AKP'nin hükümet edemez hale gelmesi gerekir. Şu anda CHP-MHP'nin hükümet edeceği ara rejim senaryosu, post AKP dönem için tek seçenek olmaya devam etmektedir. Erdoğan karşıtı seçim kampanyası bir kez daha bu hedefe kilitlenmiş durumda. Son açıklamalarıyla Genelkurmay Başkanı Özel de kampanyaya dâhil oldu mu, tam belli değil. Sadece göz kırptığı söylenebilir. Ordu içinde Türkiye'nin geleceğine yön verme ve rejimi güncelleme iddiasında askeri bir oligarşinin örgütlendiğine dair bir veri yok. Başka bir deyişle: Genelkurmay iktidarın merkezine yerleşmek gibi bir iddianın sahibi değil. Fakat mevcut ve gelecek hükümete bağlayıcı bir ev ödevi verildiği kesin.

Erdoğan başkanlık sistemini getirecek anayasal bir rejim değişikliğini hedeflerken, hiç kuşkusuz askeri vesayet rejimine dönüş tehlikesini görüyor. Nasıl bir başkanlık istediği ise sır değil; AKP'nin 2012 Kasım ayında meclise taşıdığı başkanlık yasa önerisi "Türk tipi" başkanlığın ne olduğunu gösteriyor. Fakat tartışılan bu yasa önerisi ve nasıl bir alternatife ihtiyaç duyulduğu değil. Öyle ki, muhalefet Erdoğan'dan mevcut anayasaya uymasını talep ediyor, o da ben bu anayasaya karşıyım deyip önde gelen ve konumu gereği dokunulmaz sivil itaatsizi oynuyor.

Bu yüksek siyaset komedisinin nereye varacağını, 7 Haziran'daki genel seçim belirleyecek. AKP hükümetten düşerse, başkanlık sistemi hayali suya düştüğü gibi, başkanlık vesayetine dayalı ara rejim dönemi de kapanacak. AKP yeniden tek başına hükümet olmayı başarır, ama başkanlık sistemini getirecek anayasa değişimini yapmak imkânsız hale gelirse, bu rejim devam edecek. AKP "Türk tipi" başkanlık sistemini getirecek anayasa değişimini gerçekleştirecek milletvekili sayısına ulaşırsa, mutlu son yaşanacak.

Bu olasılıklardan hangisi gerçekleşir, belli değil. Erdoğan'ın bir seçim kumarına yatırım yaptığı söylenebilir. AKP hükümetine dönük yıpratıcı operasyonları çılgınlık gibi görünse de, asgari olarak fiili başkanlığını garanti altına almak için göze alması gereken bir risk. Başarılı olduğu söylenebilir: Başbakan Davutoğlu'nu başbakanlıktan sorumlu sekreter haline getirip bakanlıklar üzerinde doğrudan denetim kurdu ve milletvekili adaylarının belirlenmesinde nihai karar mercisi haline geldi.

Bu süreçte yaşanan en önemli yol kazası, karakolda biten Arınç-Gökçek çatışması oldu. Bu çatışma bir kez daha AKP'nin yumuşak karnını ele verdi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek'in Erdoğan'a hükümete müdahaleleri nedeniyle uyarı üzerine uyarı yapmaktan vazgeçmeyen Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç'ı paralel (Cemaat) destekçisi ilan etmesi, buna karşılık Arınç'ın Gökçek'i paralele arsa tahsis etmekle suçlaması, Arınç'ın Abdullah Gül gibi sesiz bir şekilde değil de vuruşarak kendi köşesine çekilmesi anlamına geliyor. Fakat bu çatışma vesilesiyle, yolsuzluk meselesi bir kez daha gündeme geldi.

Doğal olarak muhalefet bu konunun üzerine gitmek zorundaydı. Öte yandan, yolsuzluk konusunda muhalefetin fırsatçılığı aşan ilkesel bir kampanya yürütmemesi üzerinde özel olarak durulması gereken bir mesele. Nitekim Erdoğan'ın baş düşman ilan ettiği ve MGK ile ittifak halinde çökertmek istediği Cemaat, Arınç-Gökçek tartışmasında geçen yolsuzluk suçlamasına mecburen odaklanamadı. Odaklansa, Cemaate de yargı yolu görünecek.
CHP'den Gökçek'in mal varlığı araştırılmalıdır şeklinde bir çıkış var. Fakat genel olarak belediyelerde neler oluyor, şeklinde kapsamlı bir soru soramıyorlar. Bu arada 24 Aralık'ta, tam bu sıcak tartışmalar yaşanırken, medyaya bir haber düşüyor: "Mersin'de 'ihaleye fesat karıştırma' iddiasıyla başlatılan operasyonda eski CHP'li Büyükşehir Belediye Başkanı Macit Özcan aranırken oğlu ile 2 kardeşinin de aralarında bulunduğu 40 kişi gözaltına alındı."

Erdoğan'ın fiili başkanlığının ve AKP hükümetinin en önemli dayanağının rant dağıtımını yöneten klientalist network örgütlenmesi olduğu düşünüldüğünde, niçin bu meselenin üzerine kapsamlı bir şekilde gidilmiyor sorusunu sormak önemli. Bu sorunun yanıtı basit: Rant şebekeleri AKP'ye özgü oluşumlar değil, sistemin içkin yapıları, muhalefetin fırsatçılığı aşamayan suskunluğu da bundan.

AKP'nin muhalefetten farkı, klientalist network örgütlenmesini geniş bir tabana yayıp merkezi bir uyum içinde yönetme ve siyasi bir hareketin parçası haline getirmesidir. Erdoğan temelde ekonomik örgütlenmeye dayalı İslami bir cihat hareketinin lideri olarak hareket ediyor. Seküler muhalefetin en önemli sorunu, bu hiç bitmeyecek gibi görünen cihatçı saldırganlığın dayandığı klientalist network örgütlenmesi karşısında ahlâki ve politik bir alternatif geliştiremiyor oluşu.

CHP'nin 2014 yerel seçimlerinde ekonominin başkenti İstanbul'da belediye başkanlığına aday olarak halkın karşısına Mustafa Sarıgül'ü çıkartması, normalde skandal kabul edilmesi gereken bir vakaydı. Fakat CHP seçmeni Kılıçdaroğlu'nun deyimiyle "tıpış tıpış sandığa gidip" oyunu Sarıgül'e vermek zorunda kaldı. Sarıgül, klientalist bir network örgütleme konusunda Şişli'de epey başarılı olmuş ve bunu İstanbul'un tamamına yayma iddiasında olan bir belediyeciydi. CHP'yi AKP'nin seküler versiyonu ve alternatifi yapma iddiası bile vardı. İstanbul belediye başkanı olabilse, Erdoğan'ın yükselişini kopyalayarak Türkiye çapında bir iddia geliştirebilirdi.

HDP'nin Edoğan'ın fiili başkanlığı karşısında geliştirdiği muhalefet, bu yeni vesayet biçiminin işleyişini açıklığa kavuşturma üzerine kurulu değil. Sistemin bir bütün olarak çürümesine değil, Erdoğan karşıtlığına dayalı kişiselci ve sembolik bir söylem kuruyor ve bir yerden sonra muhalefetin diğer unsurlarıyla aynılaşıyor. Öyle ki, Selahattin Demirtaş, Newroz'dan bir hafta önce, "meclis tarihinin en kısa grup toplantısında", Erdoğan'a hitaben "HDP var oldukça seni başkan yaptırmayacağız ... yaptırmayacağız ... yaptırmayacağız!" şeklinde bir ant içti. Kürsüdeki Kılıçdaroğlu mu Demirtaş mı, anlaşılamadı.

HDP somut bir sistem eleştirisi ve somut bir programa dayalı bir söylem geliştirmiyor. Cemaate değmemeye dikkat ediyor. CHP'nin Kürt meselesindeki sinsi ve ilkesel olarak Öcalan ve PKK'nin muhatap alınmasını reddeden çizgisine yüklenmiyor. MHP'nin savaş çığırtkanlığını gündemine almıyor. Askeri vesayetin gerilemesini, yokluğu gibi algılıyor. Varsa yoksa Erdoğan ve AKP.

Hali hazırda, HDP'nin seçim stratejisi, tamamen Erdoğan ve AKP'ye dönük tepkiselliğin oya dönüştürülmesine dayalı. Bu nedenle, hükümetle yürütülen barış görüşmelerinde nasıl kurucu bir pozisyon alabileceğini de tayin edemiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ardından Genelkurmay Başkanı Özel ve onun da ardından görüşmelerden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan'ın açıklamaları işin ciddiyetini hatırlatmakla birlikte, tepkiselliği aşabilen bir muhalefet tarzı gelişebilecek mi, oldukça kuşkulu.

Erdoğan'ın fiili başkanlığı gerçekte sistemik bir krize işaret ediyor. AKP'nin seküler toplumla kutuplaşma sonucu doğuran cihatçı yürüyüşünü daha fazla ilerletme şansı kalmadı. Erdoğan liderliğindeki "paralel yapı", asker ve sivil bürokrasi içinde egemenlik kurabilmiş değil. Fiili başkanlık gücünü devlet iktidarı bileşenlerinin zayıflığından alıyor.

Erdoğan başkanlık sistemini getirecek anayasa değişimi ile rejimi yenilemek istiyor. Fakat bu proje doğası gereği faşizan bir siyasi harekete dayanıyor. Bu hareketi Nazi usulüyle tüm topluma yaymak için bir dış yayılmacılığa yönelebilmesi lazım. Ama bu mümkün değil. Yayılmacı emeller Ortadoğu coğrafyasında fena halde yere serilmiş durumda. Sistem açısından tek çare, demokratikleşme sürecini canlandırmak. Kürtlerle ve seküler toplumla barışmanın yolu bundan geçiyor. Paradoks şurada ki, sistemin kendini dönüştürme kapasitesi tükenmiş görünüyor.

HDP sahici bir demokrasi dinamiği haline gelme potansiyeline sahip olmakla birlikte, kendisine akma eğilimindeki kitleler için yapısal bir alternatif geliştirmekten çok uzak. Bu işin mecburen seçim sonrasına ertelenmesi gerektiği söylenebilir. Fakat asgari olarak tutarlı bir barış ve demokrasi söylemi geliştirmeye çalışmak ve AKP'den ibaret olmayan muhataplarını zorlamak yerine, çok fazla PR kokan, yer yer manipüle edildiği izlenimi dahi veren bir yüksek siyaset kolaycılığını tercih ediyor. Niçin böyle yapıyor, bunu ayrıca çözümlemek lazım