Direnişin ve Toplumsal Hareketliliğin İlk Aşamaları
Önce geldiğimiz aşamayı bazı temel olgulara dayanarak değerlendirmekte fayda var. Gezi Parkı direnişinin geçtiği aşamaları büyük ölçüde biliyoruz. Polisin 31 Mayıs sabaha karşı çıplak şiddet kullanarak parktakileri dağıtmaya çalışması, İstanbul’da tarihimizdeki en büyük kitlesel sivil itaatsizliğe dönüşen dayanışmacı bir tepkiye yol açmıştı. Hemen ertesi gün, yani Cumartesi günü öğlen saatlerinde polisin son birkaç defa daha kitleyi gazlayarak Gezi Parkı’nı ve Taksim’i terk etmesiyle yeni bir sürece girildi. 11 Haziran Salı’ya kadar Gezi Parkı’nın da ötesinde Taksim, Gezi Parkı direnişini destekleyen, AKP Hükümeti’ne karşı son derece tepkili ve ne olup bittiğini gelip yerinde görmek isteyen yüz binlerce kişinin akınına uğradı. Özellikle geçen hafta sonu Gezi Parkı ve Taksim, 1 Mayıs’ları da aşan bir kitleselliğine sahne oldu.
Diğer yandan, polisin Gezi Parkı ve Taksim’den çekilmesinin hemen ardından ikinci bir dalga yükseldi. İstanbul’da Beşiktaş-Gümüşsuyu’nda çatışmalar yaşandı; Halkalı, Kartal, Gazi Mahallesi, Tuzla ve başka birçok semtte sayıları değişen kalabalıklar ağırlıklı olarak barışçıl protestolar düzenlendiler. Ankara’da, İzmir’de, Anadolu ve Trakya’nın özellikle CHP tabanının geleneksel olarak güçlü olduğu şehirlerde kitlesel protestolara “Hükümet İstifa!” sloganları eşlik etti.
Serinkanlı bir değerlendirme yapacak olursak, İstanbul’da Gezi Parkı’na dönük polis şiddetinin tetiklediği kitlesel sivil itaatsizliğin, polisin Taksim’den çekildiği 1 Haziran Cumartesi günü sona erdiğini, geriye kalan sürede ise farklı renklerden AKP muhaliflerinin meydandaki özgürlüğün tadını çıkardığını söyleyebiliriz.
En çok Beşiktaş-Gümüşsuyu’nda görünür hale gelen, İstanbul’un çeşitli semtlerine ve çok sayıda şehre yayılan ikinci dalgaya dönersek, şunu tespit etmek zor değil: Elbette bu hareketlilik, medyanın yansıtmaya çalıştığının aksine, “Gezi Parkı’yla” dayanışma duygularıyla sınırlı değildi. Çok büyük ölçüde CHP tabanının, giderek Türk-İslam faşizminin renklerine boyanan AKP politikalarına karşı bir öfke patlamasıydı. Hükümeti istifaya çağıran veya en azından Türk-İslam faşizminin damgasını vurduğu politikalara son verilmesini talep eden bu ikinci dalgaya başlarda CHP öncülük eder gibi göründüyse de, ardından “ana muhalefet partisi”nin sahneden çekildiğine ve asgari demokratik taleplere dahi sahip çıkmadığına tanık olduk. CHP’nin artık bütün derdi sanki “Başbakan’ın üslubunu düzeltmesiy”di.
Türkiye’ye Yayılan Toplumsal Hareketliliğin Sahipsiz Bırakılması
CHP’nin, seçmen tabanını sadece sandıkta kendisini destekleyecek pasif bir kitle olarak görmesi, ikinci dalganın taleplerinin Meclis’te yansımasını bulamamasına yol açtı. Bu demokratik tepki, AKP Hükümet politikalarının ulusal çapta kamusal bir tartışmaya konu olmasını sağlayamadı. Ankara, Adana, Hatay gibi yerlerde polisin, CHP’nin sınırlarını aşan toplumsal muhalefete karşı son derece sert tutumu, ölümlere ve ciddi yaralanmalara yol açacak denli şiddet uygulaması bu koşullarda tamamen bilinçli bir taktikti. Elbette amaç, CHP’nin statükocu tutumu sayesinde, bir öfke patlamasının ötesine geçemeyen bu harekete katılanlara gözdağı vermek ve darbecilik/28 Şubatçılık suçlamalarıyla seslerinin duyulmasını engellemekti: “Tencere Tava Hep Aynı Hava” bu tutumun ifadesiydi. Bu konuda hükümet başarılı oldu mu? Evet oldu.
Elbette bu başarıya, hatta aşağıda değineceğim gibi Gezi Parkı direnişçilerinin yalnızlaştırılmasına katkı sunan sadece CHP’nin AKP’den aşağı kalmayan statükocu tutumu değildi.
Kendilerini, Türkiye’nin başlıca ilerici demokratik kitle örgütleri olarak lanse eden KESK, DİSK ve bazı meslek örgütleri, İstanbul’da ve başka birçok şehirde sokaklara dökülen kitlelerin demokratik taleplerini sahiplenecek, bu talepleri AKP’nin güçlü medya desteğine karşın toplumun gündemine taşıyacak, darbeci/28 Şubatçı/çapulcu suçlamalarının yarattığı psikolojik hegemonyayı dağıtacak kapasiteye sahip değildi. “Kapasiteye sahip değildi” derken, aslında biraz yumuşak bir ifade kullanmış oluyorum. Bu örgütlerin, kendi tabanlarıyla temaslarını yitirecek denli bürokratikleşmiş olduklarını çoktan beri görüyor ve biliyoruz. Bu işler, 1 Mayıs’larda Taksim’i zorlama “ataklarına” veya kamudaki toplu iş görüşmelerinden “taktik gereği çekilip” sürekli AKP Hükümeti’nin baskılarından şikayet etmeye benzemiyordu. 5 Haziran grevi sırasında KESK’in kalabalık bir kitleyle Taksim meydanına girmesi ise, moral kazandırıcı bir destek eyleminin ötesinde pek bir işlev görmedi.
Sonuçta gerek Gezi Parkı/Taksim direnişi, gerekse İstanbul’un bazı semtlerini ve birçok şehri kapsayan toplumsal hareketlilik, belki de yakın dünya tarihinde gördüğümüz –kendi enerjisi ve kararlılığı dışında– hiçbir ciddi kurumsal/örgütsel desteğe sahip olmayan tek hareket olarak nitelenebilir.
Değişen Dengeler: Taktik Hatalar ve Polisin Taksim’e Girmesi
Yukarıda değinmeye çalıştığım faktörler, ülke çapında AKP’nin Türk-İslam faşizmi temelli politikalarını hedef alan kitle hareketliliğinin sönümlenmesine yol açtı. Tabii ki geride, eylemlere katılan CHP tabanının önemli bir kesiminin CHP’ye dönük hayal kırıklığı ve güven yitimini kaldı.
Şimdi sıra Taksim’e ve Gezi Parkı’na gelmişti. Geçen hafta sonu inanılmaz kalabalıkların ziyaretine sahne olan Taksim Parkı’nın ilelebet açık bir devrim müzesi şeklinde kalamayacağı aşikârdı ve sanırım “Taksim meydanının ne olacağı” sorusu Taksim Dayanışma’nın da kafasını kurcalıyordu.
Her ne kadar sağlıklı bilgiler almak bir hayli zor olsa da, bildiğim kadarıyla İstanbul Emniyeti belirli aralıklarla polis güçlerinin Taksim’e gireceğini ve Taksim’in “normale” döndürüleceğini duyurmuştu. Meydanın boşaltılmasını istemişti.
Bildiğim kadarıyla, aynı sıralarda Taksim Dayanışma’nın bileşenleri de bu konuyu tartıştı. Bazı bileşenler, polis meydana girmeden barikatların Taksim Dayanışma’nın inisiyatifiyle kaldırılmasını, böylece polisin bir güç gösterisine zemin sunulmamasını ve direnişin meşruiyetini korumasını savundu. Bazı radikal sol gruplar ise, Taksim meydanının bir “alan” olarak polise karşı savunulması gerektiğinde ısrar etti. Sonuçta Taksim Dayanışma, Taksim meydanının “kurtarılmış bir alan” gibi savunulması karşısında estirilecek polis terörünün, direnişin kitlesel temelini zayıflatma ve terörize etme tehlikesine karşı ön-alıcı bir inisiyatif üretemedi. Daha çok bir atalet durumu hâkim oldu.
Türkiye’ye yayılan kitle hareketinin sönümlenmesinden ve sıranın Taksim meydanı/Gezi Parkı’na gelmesinden sonra olanları biliyoruz. Direnişin bileşenlerinin, katılımcı bir çerçevede çabuk kararlar üretebilen bir yapı oluşturamaması, pahalıya mal oldu.
Salı günü sabahleyin polis Taksim’e, güya bayrak ve flamaları toplamak üzere girdi. Bazı grupların molotof kokteyleri vs. kullanarak alanı “savunmaya” kalkışacağı az çok belliydi. Polis, medyaya hükümet yanlısı bol miktarda malzeme sağlayan görüntüler eşliğinde bu gruplarla çatıştı ve sonuçta meydana yerleşti.
Ardından operasyonun ikinci aşaması geldi. Polisin meydana “marjinal gruplarla çatışarak” girmesinin önü, önceden direnişin kendisi tarafından Taksim boşaltılarak kesilemediği için, Gezi Parkı’na dönük ciddi polis tacizleri başladı. Gruplarla çatışmalar sürerken arada bir-iki gaz bombası da Gezi Parkı’na atıldı ve öğlen saatlerinde polis parkın giriş kısmını işgal etmeye çalıştı. Kararlı bir sivil direnişle buna izin verilmedi.
Dönüm noktalarından birisi de, Taksim Dayanışma’nın saat 19:00’da herkesi Gezi Parkı direnişine sahip çıkmaya çağırması oldu. Valiliğin resmi açıklamalarına göre 30-35 bin kişi meydanı doldurdu. Gidenler, daha binlerce kişinin Osmanbey tarafından gelmekte olduğunu söylüyorlar. Bilindiği gibi, polis destekçi kitlenin belirli bir sayıya ulaşmasını bekledikten sonra vahşi bir saldırı gerçekleştirdi ve yoğun gazla binlerce kişiyi dağıttı.
Bu ikinci kırılma noktası İstanbul’da iş çıkışından sonra Gezi Parkı’nı desteklemeye gelen on binlerce kişiyi terörize etti. Elbette amaç, Gezi Parkı’nın etrafını boşaltmaktı. Başarılı olunabildi mi? Bence önemli ölçüde olundu. Çarşamba günü Taksim Dayanışma’nın yine aynı saat için yaptığı çağrı üzerine meydana gelenler, kaba bir tahminle bir gün önce gelenlerin en çok üçte biri kadardı.
Hükümet’in İnisiyatifi Ele Geçirmesi ve Plebisit Önerisi
Türkiye’nin pek çok yerinde bir öfke patlaması şeklinde başlayıp demokratik örgütler ve CHP’den destek bulamayan ikinci dalga yer yer yoğun polis terörünün de katkısıyla sönümlenirken, Taksim’e Gezi’yi istikrarlı bir şekilde desteklemeye gelen kitlenin büyüklüğü de, Salı günü “meydanı savunmaya kararlı” grupların katkısı ve ardından barışçıl kitleye uygulanan yoğun gaz terörünün etkisiyle azaltıldı.
Ana-akım medyanın ve piyasa aktörlerinin yeniden “dirlik düzenlik kurulsun” çağrılarının, Başbakan’ın Gezi Parkı-öncesi statükoyu yeniden tesis etmek üzere başlattığı Gezi Parkı direnişini gözden düşürme, statükodan faydalanan kesimlere de safını belirlemeleri için gözdağı verme kampanyasının etkili olduğu bir gerçek.
Bence Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye dönük eleştirel kararı ve Beyaz Saray’ın hükümeti bir kez daha ifade ve gösteri özgürlüğüne saygılı olmaya çağıran demeci olmasaydı önceki gün veya dün Gezi Parkı büyük olasılıkla polis tarafından boşaltılırdı. Nitekim Erdoğan, “artık sabrımız taştı, 24 saat vakitleri var” diyerek bu yönde işaretler veriyordu.
Bu noktaya kadar ağırlıklı olarak polis terörü ve medya gücüne dayalı dezenformasyonla iş gören ve Gezi Parkı’nın etrafını boşaltmakta bir hayli başarılı olan Başbakan, direnişi tamamen bitirmek için kendi açısından akıllı bir taktiğe başvurdu. Hodri meydan diyerek, “plebisit” veya halk oylaması önerisi getirdi.
Dün hukukçuların açıklamaları, yapılması düşünülen plebisitle ilgili şu bilgileri içeriyordu: Plebisit, belediyeler yasasına dayandırılacak. Bu yasadaki bir maddeye göre belediyeler, herhangi bir proje hakkında yöre halkının eğilimini belirmek için bu yönteme başvurabiliyorlar. Bir tür kamuoyu yoklaması gibi. Yasal bir bağlayıcılığı ise bulunmuyor.
Başbakan’la gece geç saatlere kadar görüşen, içinde Taksim Dayanışma’dan temsilcilerin de bulunduğu heyetin verdiği bilgilere göre, Erdoğan bir uzlaşma arayışında olduğu imajı veriyor. Öncelikle yasal sürecin bitmesini bekleyeceklerini, bu arada Gezi Parkı’nda hiçbir düzenlemenin yapılmayacağını söylüyor. Ardından yapılacak plebisitin sonuçlarına saygılı olacağını belirterek, Topçu Kışlası inadından geri adım atıyor.
Ne Yapmalı?
Bugün akşama kadar plebisit seçeneği Taksim bileşenleri arasında tartışılacak ve muhtemelen bir sonuca varılacak. Belki kesin bir sonuca varılması birkaç gün daha alabilir, ama o kadar.
Erdoğan’ın “hodri meydan, halka gidelim” derken kafasındaki plan belli: Gezi Parkı direnişçileri “hayır, yeşil bir alanın kaderine halk oylamasıyla karar verilemez” diyerek öneriyi reddederse, Erdoğan direnişçileri halka ve demokratik yöntemlere güvenmemek ve art niyetli olmakla suçlayacak. Böylece Gezi Parkı’nı bir polis operasyonuyla boşaltmayı, kamu düzeni adına zorunlu bir tedbir olarak lanse edebilecek duruma gelecek.
Erdoğan’ın plebisit önerisiyle neyin peşinde olduğunu herkes tahmin ediyordur. İstanbul veya Beyoğlu’nda, biat kültürü yüksek, güçlü seçmen tabanına güveniyor. Yapacağı iki kitlesel mitingle de parti tabanının özgüvenini yerine getirip muktedirliğini yeniden ilan edecek.
Sorun bizim ne yapacağımızda. En kötü ihtimal, Taksim Dayanışması’nda karar süreçlerinde yaşanan hantallığın, asgari müştereklerde birleşme kültürünün zayıflığının ve katılımcılık sorununun devam etmesi olacaktır. Plebisit önerisine karşı şu ya da bu şekilde inisiyatifi ele geçirecek bir yanıt üretememek ve süreci zamana yaymak, direnişini çözücü ve hükümete zemin kazandırıcı bir yol olur.
İnisiyatifi yeniden ele geçirmek için belki başka yaratıcı öneriler gündeme gelebilir. Benim önerim, propaganda özgürlüğünün güvence altına alınması, Gezi Parkı’nın bir bölümünün yapılacak kampanyaya tashih edilmesi, direniş bittikten sonra cadı avına başlanmaması ve ölüm ve yaralanmaların birinci dereceden sorumlularının etkin şekilde soruşturulması konularında kamuoyu önünde güvence verilmesi koşuluyla plebisit önerisinin kabul edilmesi.
Hükümet’in büyük medya gücü ve polis baskısının yanı sıra, sol muhalefetin böylesi bir halk hareketliliğini destekleyip savunamayacak kadar toplum tabanından kopuk olması, Gezi Parkı direnişini yalnızlaştırdı. Bu bağlamda, önceki hafta yaşanan yaygın halk hareketinin daha demokratik bir yönetim taleplerini Gezi Parkı direnişçilerinin üzerine yıkmak saçma olur.
Elbette insanlar sadece Gezi Parkı korunsun diye sokağa dökülmedi, polis terörüne maruz kalmadı. Fakat mevcut durumda, yeşil alanla ilgili bir şehir projesine kimlerin nasıl karar vermesi gerektiği meselesine geri dönmüş bulunuyoruz. Başbakan’ın ve AKP Hükümeti’nin büyük bir şehir projesinde “ben yaparım” tavrından geri adım atmasını sağlamış olmak, bir kazanımdır. Plebisit önerisi, İstanbul’da rant amaçlı projelerin yaşam alanları ve çevreyi nasıl tahrip ettiğini topluma anlatma, zaten “kentsel dönüşüme” tepkili kesimlerle ve AKP tabanıyla bağ kurma olanakları yaratabilir. Elbette şimdiden büyük strateji planları kurmak anlamsız görünüyor. Bütün mesele, plebisit önerisi karşısında, Taksim Dayanışma’nın katılımcı, bütün bileşenlerin içselleştirdiği asgari ortak paydalarda buluşabilen bir yapıya evrilerek anlamlı bir tartışma yürütebilmesi.