13. gününü İstanbul mitingiyle geride bırakan Gezi Parkı direnişinin nedenleri ve olası sonuçları pek çok zeminde tartışılıyor. Direnişin parlamenter ve toplumsal muhalefet ve hükümet nezdinde olası sonuçları üzerine net çıkarımlar yapmak oldukça zor. Gezi Parkı’na gelip baktığınızda eylemlerin nedenlerini anlamak ise bir o kadar kolay... 

Eylemler, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası görünümlü AVM ve rezidans yapılmasına ve meydanın buna göre düzenlenmesine karşı yeşili ve çevreyi korumak isteyen bir grup tarafından başlatıldı. Buna yanıt olarak polisin, uyuyan eylemcilere vahşice saldırılıp onlarca insanı yaralaması, şehri gaz bulutuna boğması sonrasında eylemler polis şiddetine tepki olarak geniş halk kesimlerinin katıldığı ve Türkiye’nin diğer şehirlerini de ayağa kaldıran kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerine dönüştü. Çoğu kişinin ifade ettiği gibi Türkiye tarihinde daha önce görülmemiş, kendiliğinden gelişen bir halk isyanı gerçekleşti. Parkı korumak isteyen eylemcilere polisin saldırması hükümetin uzun zamandır yürüttüğü tahammül sınırını zorlayan tepeden inme, otoriter politikalarına karşı bardağı taşıran son damla oldu. Başbakan olayların ardında 3-5 çapulcuyu, darbe zihniyetini, faiz lobisini ararken yıllardır hükümetin ve yargının uygulamalarının, topluma kendi istedikleri şekli verme çabalarının, gittikçe Sünni-İslam faşizmine dönüşen politikaların hayatlarımızı nasıl nefes alamayacak hale getirdiğinden haberdar değil demek ki. Mesele, sadece Gezi Parkı olmaktan çıktı ve otoriter, neoliberal politikalara “Artık Yeter” dendi.

Toplumu bu noktaya getiren çok fazla neden var. Yazının bu ilk bölümünde olayların çıkış noktası olan kentsel dönüşüm politikalarına sonraki bölümlerinde ise yargı uygulamaları ve gündelik hayata şekil verme politikalarına değinmeye çalışılacağım.

Kentler Dönüşürken…

Yıllardır kentsel dönüşüm adı altıda yapılan uygulamalar, doğayı, kent yaşamını ve kültürünü, toplumsal ilişkileri ağlarını, ekonomik dayanışma ilişkilerini tahrip ederek sürdürülüyor. Kentsel dönüşüm meselesiyle 90’ların sonunda tanışmıştık. 2000’li yılların başında BGSTli arkadaşlarımla beraber Sulukule’de yaptığımız kültür sanat atölyeleri esnasında ağırlıklı olarak Çingeneler’in yaşadığı mahalleleri hedef alan bu projelerin mahalle halkı üzerindeki tahribatını yerinde görme imkanımız olmuştu. Bu projeler, kentsel görünümü ve dokuyu bozan çöküntü alanlarının düzenlenmesini amaçlıyordu. Gerçekten de girdiğimiz çoğu ev, gezdiğimiz sokaklar mahalle sakinlerine sağlıklı bir yaşam sunmuyordu ve yeni bir düzenleme gerektiriyordu. Ancak mahalleyi yenileme çalışmaları orada oturanlar için yapılmıyor tam tersine buralarda yaşayan yoksul çingeneler de şehrin çöküntüsü olarak görülüp yaşadıkları alanlardan uzaklaştırılıyorlardı. Mahallelilerin kurdukları tüm toplumsal ilişkiler, ekonomik dayanışma ilişkileri yerle bir ediliyordu. O dönem Sulukule’de görüştüğümüz kadınlar bize komşularına, akrabaları kadar güvendiklerini işe gittiklerinde çocuklarını onlara rahatlıkla emanet edebildiklerini anlatmışlardı. Evlerine giren 3-5 kuruş parayla geçinmenin zor olduğunu zaman zaman komşu kadınların ortak yemekler yaptıklarını bunun yaşamlarını nasıl kolaylaştırdığını söylemişlerdi. Mahalle bakkalından veresiye usulü ya da parası yettiğince alışveriş yaparlarken taşınacakları yeni yerleşim yerlerinde bu ilişki ağlarını kuramayacaklarını, nasıl geçineceklerinden endişe duyduklarını aktarmışlardı. Mahallede yaşanan sadece kentsel değil sınıfsal da bir dönüşümdü. Halkın karar hakkının olmadığı bir tür zorunlu göçtü.

Bu zorunlu göç ve sınıfsal dönüşüm, İstanbul’un pek çok semtinde (Kağıthane, Küçükbakkalköy, Kuştepe,  Maltepe, Küçük Çekmece, Balat, Armutlu, Tarlabaşı…) yürütülmüş ve yürütülmekte olan diğer kentsel dönüşüm projelerinde de yaşanıyor. Tarlabaşı, Kasımpaşa, Sütlüce-Örnektepe semtleri üzerinden Beyoğlu’nu yeniden düzenlemeyi hedefleyen Büyük Dönüşüm Projesi uzun süredir gündemde: Talimhane, otelleriyle yenilenmiş bir süredir yeni yüzüyle turizme hazır hale gelmişti. Suçun merkezi kriminal bir bölge olarak yansıtılan Tarlabaşı’nın yıkılıp yerine butik oteller, AVMler yapma çalışmaları çoktan başlamıştı. Gezi Parkı’nın yakınında bulunan önceden Levantenlerin ve gayrimüslimlerin yaşadığı Tarlabaşı bugün ağırlıklı olarak Afrikalı, göçmenlerin, çingenelerin, seks işçilerinin, zorunlu göç sonucu yerlerinden edilip gelen Kürtlerin, transseksüellerin yaşadığı bir semt. Semtin zenginlere peşkeş çekilip soylulaştırılması Sulukule’de olduğu gibi çöküntü alanını oluşturan bu kesimlerin tasfiyesiyle mümkün olacaktı. Aynı şekilde Alevilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturduğu Armutlu yeniden düzenlenirken semtteki Alevi birlikteliğinin de dağıtılması amaçlanıyordu. Hayatları kağıt üzerinde yeniden çizilen bu projelerden etkilenen mahalleliler karar alma süreçlerine hiçbir şekilde dahil edilmiyordu.

Beyoğlu örneğinde her gün birkaç tane eyleme sahne olan İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı semtin steril ortamını bozuyordu. Toplumsal muhalefetin popüler buluşma mekanı, eylemlere yasaklanarak bu siyasi kirlilikten kurtulabilirdi. Bu nedenle kısa bir süre önce yapılan inşaat çalışmaları bahane gösterilerek önce Taksim 1 Mayıs eylemlerine kapatıldı sonra İstiklal Caddesi tüm eylemler için yasaklandı. Sonrasında yapılan her eyleme polisin gazlı müdahalesi başladı.  Eylemlerin Beyoğlu esnafını rahatsız ettiği öne sürülürken zehirli biber gazının esnafın ve caddedekilerin sağlığına etkisinden hiç bahsedilmedi.

Kentsel dönüşümle birlikte neoliberal talan ekonomisi hayatımızı pek çok yerden kuşatıyor. Açılan her AVM, yapılan her konut, enerji santralleri, barajlar, köprüler doğanın ve yeşilin tahribatı üzerine inşa ediliyor. Ekonomiyi ayakta tutmak için doğa özel şirketlere peşkeş çekiliyor. İstanbul, uzun bir süredir sürekli inşaat alanı halinde. Kentin yeni sosyalleşme mekanları ise her adım başı açılan AVM’ler. Büyümesiyle övündüğümüz ekonomimiz sırtını iç tüketime dayarken şehrin bütününün tüketim merkezlerine, AVM’lere dönüşmesi bir tesadüf değil. Her gün cep telefonlarımıza bankalardan gelen konut, ihtiyaç, otomotiv kredileri fırsatlarıyla, peynir ekmek gibi dağıtılan kredi kartlarıyla tüketim özendiriliyor. Gittikçe yoksullaşan ve tüketimi karşılayabilmek için gittikçe borçlandırılan insanların geçim kaygısı, hayatlarının tarumar edilmesi yöneticilerin ve bu işlerden rant sağlayanların çok da umurunda değil.  

İstanbul’daki bu rantsal dönüşüm 3. Köprü, 3. Havalanı, Kanalistanbul projelerinin hız kazanmasıyla devam ediyor. Gezi protestoları başladığı sırada gündemde olan bir tartışma da yapımına Garipçe-Kilyos arasındaki ağaçların katliyle başlanan 3. Köprü’ye toplu Alevi katliamlarıyla tarihe geçen Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesiydi. Medya ise tartışmayı köprü adına kaydırarak doğa katliamını gizleme rolünü oynamaya başlamıştı. Amaç her zaman bir taşla birden fazla kuş vurmaktı.

Gezi Parkı eylemlerinin amacı 3-5 ağacı korumak adına gerilim çıkarmak değil yetkilileri rant odaklı şehircilik yerine insana ve şehirdeki tüm canlılara odaklı şehircilik politikalarını hayata geçirmeye çağırmaktır. Nükleer, termik ve hidroelektrik santrallere, barajlara, kentsel dönüşüm projelerine karşı doğayı ve yaşamı savunmaktır. Yaşam alanlarımızın AVMlere ve inşaat sektörüne peşkeş çekilmesine karşı “dur” demektir. Gezi Parkı direnişi bir anlamda başka bir şehir mümkün demektir.