Bir süre önce yazdığım “Tüketici Kırılganlığı: Konut Piyasasında Balon Var Mı?”[1] başlıklı yazıda, 2008’de ABD’deki küresel finans krizinin ardından gündeme gelen “tüketici kırılganlığı” kavramını ele almışım. Bu yazıda, son zamanlarda yine çok duymaya başladığımız “finansal kırılganlık” kavramını ele almaya çalışacağım. Genel bir girişten sonra, finansal kırılganlığın reel sektörde faaliyet gösteren Türk şirketlerinde hangi boyutlara ulaştığını tartışmak istiyorum. İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) yakınlarda yayımladığı, ilk 500 ve ikinci 500 büyük sanayi kuruluşuna ilişkin verilerin konuyu daha somut olarak kavramamızı sağlayacağını düşünüyorum.  

Finansallaşan Kapitalizm ve “Finansal Kırılganlık”

1990’lardan bu yana üretimden kopuk trilyonlarca doların dünya piyasalarında (kredi, emtia, döviz, menkul kıymet –tahvil, bono, türev enstrümanlar vs.– piyasalarında) dolaşmakta olduğu biliniyor. Bunun, kapitalizmin yeni bir aşamasını temsil ettiği çokça yazıldı, çizildi. Neo-liberal politikaların (finans sistemi üzerindeki denetimlerin gevşetilmesi veya kaldırılması [deregülasyon]) yolunu açtığı bu yeni durum, “finansallaşmış kapitalizm” olarak tanımlanıyor.

Yatırımcılar, trilyonlarca doları kârlı buldukları alanlara yatırıyor, böylece konut veya hisse senetleri gibi varlıkların değeri şişmeye başlıyor. Daha fazla kâr fırsatı, yatırımcı şirketleri özkaynaklarının çok üzerinde borçlanmaya sevk ediyor; sonunda bir nedenle varlık fiyatları düşüp yerlerde sürünmeye başladığında, ağır borç yükünün altından kalkamayan şirketler batmaya başlıyor. Sonra devletler halkın parasıyla “kurtarmaya” geliyorlar vs.

Dolayısıyla “finansal kırılganlık”, yapısal olarak şu mekanizmaya dayanıyor: Bankacılık kriterleri açıkça çiğnenerek açılan devasa miktardaki krediler ve verilen borçlar sayesinde yatırımcı şirketler ucuza (düşük faizle) borçlanabiliyor. Varlık fiyatlarının spekülatif şekilde yükselmesi ve kolay borç bulma imkânı, daha fazla borçlanmayı beraberinde getiriyor. Böylece özkaynak/borç oranı fazlasıyla bozuluyor ve şirketler finansal açıdan kırılganlaşıyor. Örneğin, eski borçları çevirmek üzere yeni borç bulma imkânı daralıyor; ya da borçluluk düzeyi arttığı için yeni borçlar bu sefer daha ağır şartlarla veriliyor. Giderek daha yüksek faizli ve daha kısa vadeli borçlarla kendini çevirmeye çalışan şirketler iflas riskiyle karşı karşıya kalıyor.

“Gelişmekte Olan Piyasalar”da Reel Sektörün Aşırı Borçlanması (“Borç Balonu”)

Yukarıda kabaca çizdiğim manzara daha çok merkez kapitalist ülkelerdeki yatırım bankaları için geçerli. Gelişmekte olan piyasalar’da (GOP) ise finansal piyasalar o kadar derinlikli değil. Bu bağlamda, örneğin Türkiye’de sadece inşaat şirketlerine yüksek miktarda kredi açan ve bunun için de dışarıdan borçlanan bankalardan bahsedebiliriz. Konut balonunun patlaması elbette bu bankları riske sokacaktır.

GOP’larda finansal kırılganlık sorunu daha ziyade reel sektör şirketlerinde karşımıza çıkıyor. Bu ülkelerdeki tarihsel sermaye birikimi yetersizliği sorunu, sanayi şirketlerini dış kaynak bulmak zorunda bırakıyor.

Finansal krizin ardından Amerikan Merkez Bankası (FED), daha sonra AB ve Japonya merkez bankaları, banka ve finans kuruluşlarını kurtarmak üzere 2009’dan bu yana 20 trilyon dolardan fazla para bastılar. Bankalara verilen paralar çeşitli nedenlerle bu ülkelerde kalmadı ve GOP’lara akın etti. Türkiye, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, Çin gibi ülkelerde şirketler, aşırı küresel likidite bolluğundan faydalanarak doğrudan veya yerli bankalar aracılığıyla bol bol borçlandılar. O zamanlar bu, pek riskli bir işlem gibi görünmedi. Örneğin Türkiye’de dövizle borçlanmanın TL cinsinden maliyeti yüksek değildi, zira yurda giren bol miktarda döviz TL’yi gerçekte olduğundan daha değerli hale getirmişti. Bu ülkeler krizin merkezinde değillerdi, bu nedenle iç tüketim merkez ülkelerde olduğu ölçüde çökmedi. Aksine bankalar, iç talebi kışkırtmak adına, uygun koşullarda buldukları dış kredileri ve GOP’lara akın eden “sıcak para”yı bol bol kredi kartı dağıtıp tüketici kredisi açmakta kullandılar. Küresel likidite böylece üretimin yanı sıra tüketimi de finanse etmiş oldu. Bu sayede Türkiye’de küresel kriz, sadece 2009’da ekonominin % 4,7 küçülmesiyle atlatıldı. 2010’dan itibaren Türkiye ekonomisi –tıpkı diğer GOP’lar gibi– tekrar yüksek büyüme dönemine girdi.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

 

[1] Bkz: http://bgst.org/ulke-gundem/tuketici-kirilganligi-konut-piyasasinda-balon-var-mi