Ergenekon davasının son “medya dalgası” kamuoyunda epeyce tepkiye yol açtı. Doğan medya grubunun ve temsil ettiği güç odaklarının iktidar mücadelesinde önemli bir gazeteci olan, fakat kesinlikle Ergenekoncu sayılamayacak Nedim Şener’in ve Nokta’da “darbe günlükleri”ni yayımlayan gazeteci Ahmet Şık’ın tutuklanması, “ileri demokrasimiz”de ifade ve basın özgürlüğünün durumunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bana göre işin şaşırtıcı yanı, sadece “terör örgütü” suçlamasıyla gözaltına alınan ve rahatlıkla beş-on yıl hapis cezasına çarptırılabilen Kürtlerin değil, gayet “merkez”deki gazetecilerin bile hiçbir şekilde güvende olmadığının ortaya çıkmasıydı.

Konunun ifade ve basın özgürlüğüyle ilgili boyutu üzerine pek çok yazı çıktı. Daha az sayıda olmakla birlikte, Ergenekon davasının amacından uzaklaştırılarak nasıl muhalifleri ve muhalif örgütlenmeleri karalama/bastırma davasına dönüştüğünü ele alan yazılar da yayımlandı.

Ben bu yazıda merak ettiğim bir konuya değinmek istiyorum. Nedim Şener, 2009’daErgenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat (Güncel Yayıncılık) adlı bir kitap yayımlamıştı. Son zamanlarda ise TV ekranlarında, Hanefi Avcı’nın “Devrimci Karargâh” örgütüne yardım ve yataklık suçlamasıyla tutuklanmasının gerçeği yansıtmadığını, aslında Gülen cemaatinin polis örgütündeki yapılanmasına dönük iddiaları dolayısıyla susturulmak istendiğini savunuyordu. Ahmet Şık'ın ise yayımlanmak üzere olan kitabı İmamın Ordusu yüzünden tutuklandığı ortada. Kitabın müsveddesini inceleyen Aydın Engin, Ahmet Işık’ın olgu ve belgelere dayanarak emniyet teşkilatındaki Fethullahçı örgütlenmeyi deşifre ettiğini, bu yüzden tutuklandığını söylüyor.

***

Muhalif ve özgürlükçü pek çok kesimin, son yıllarda Türkiye’de devlet aygıtı (ve tabii rant dağıtma mekanizması) etrafında meydana gelen güç mücadelesini epey mesafeli şekilde izlediğini biliyorum.  Daha çok “alternatif, eşitlikçi ve katılımcı bir toplumu nasıl kurarız?” sorusuyla meşgul olan bu insanlar için Gülen cemaatinin polis ve yargı aygıtında örgütlenmesi, meşru olmasa da, her zamanki kadrolaşma hikâyesinin en son örneğinden başka bir anlam ifade etmeyebilir.  Bu bakışta bir haklılık payı da olabilir. Ben bu tür konulara ne zaman odaklanmamız ve demokratik bir duyarlılık geliştirmemiz gerektiği sorusunu sormak istiyorum. Yani, devlet içi iktidar mücadelelerini biraz kayıtsız bir tavırla izlemekten politik bir tutum takınmaya geçmenin kriteri ne olmalı?

Devlet iktidarına ortak olmaya çalışan yeni güç odakları, hukuk dışı, gayri meşru, “derin” yapılanmalar geliştiriyorsa, o zaman sorun boyut değiştiriyor demektir. Bu durumda, yarın hepimizi mağdur edebilecek, Türkiye’deki faşizan ve komplocu İttihat Terakki geleneğini yeniden üreten ve muhalif kesimleri bu yolla baskı altına alan bu yeni yapılanmaya karşı da mücadele edilmelidir. Hele de bu yapılanma devletin “bekası” hususunda geleneksel güçlerle ittifak yapıyor ve muhalifleri bastırmak için Terörle Mücadele Yasası (TMY), Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri gibi aynı anti-demokratik araçlara başvuruyorsa. O takdirde, politik, ekonomik vs. pek çok alanda iktidarın yeniden paylaşıldığı bu dönemde, “iktidarın yeni ortakları geleneksel Kemalist güçlerle ittifak yaparak ‘derin devlet’i yeniden mi şekillendiriyorlar?” diye sorabiliriz.

Ya Hanefi Avcı Doğru Söylüyorsa?

Son tutuklamalar üzerine, daha önce “devlet” bölümünü okuduğum, Hanefi Avcı’nın meşhur kitabı Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bügun Cemaat’ın (Angora Yayıncılık, 2010) “cemaat” bölümünü okudum.  Hem Nedim Şener’in hem de Ahmet Şık’ın Gülen cemaatinin emniyet ve yargı kurumları içindeki örgütlenmesini ele aldıkları için tutuklanması üzerine, “nedir bu polisteki cemaat örgütlenmesi?” diye kendime sordum.

Hanefi Avcı’nın kitabının “cemaat” bölümü şöyle özetlenebilir: Hanefi Avcı’nın da aralarında yer aldığı, klasik devletçi güçlere daha yakın diyebileceğimiz bir ekip emniyet teşkilatından tasfiye ediliyor. Tasfiye edilenler arasında Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı’ndan uzaklaştırılan Hanefi Avcı’nın kendisi, İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan alınan Sabri Uzun, İstihbarat ve Kaçakçılık dairelerinde üst düzey görevlerde bulunan ve son olarak Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı yaparken tutuklanan Emin Aslan, Gülen cemaatinin polis örgütündeki yapılanmasına karşı raporlar hazırlayan Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Mustafa Gülcü ve Celal Uzunkaya var. Avcı, gayet açık şekilde, cemaat örgütlenmesinin istihbarat ve KOM dairelerini ele geçirmeyi hedeflediğini, böylece önemli bir operasyonel güç kazandığını söylüyor.

Belli ki Hanefi Avcı bu kitabı, kendi ekibinin tasfiyesi ve başka bir gücün önlenemez yükselişi karşısında, kendisi açısından “bıçağın kemiğe dayandığı” bir noktada yazmış. Kitabı yazmadan kısa süre önce İçişleri Bakanı’nı, Adalet Bakanı’nı, bir Başbakanlık Müsteşarı’nı, Başbakan’ın Baş Danışmanı’nı ziyaret ediyor, bürokrasinin tepe noktalarına dilekçeler veriyor ve açık açık cemaatin yükselişinin durdurulmasını talep ediyor. Bir hareketlenme görmeyince son çare olarak bu kitabı yazıyor.

Kitapta savcılar ve başka yetkililer hakkında yasadışı işlemler yaptıkları için isim vererek suçlamalarda bulunuyor. Haliç’te Yaşayan Simonlar’ın yayımlanmasından sonra Hanefi Avcı’nın başına gelenleri biliyoruz.

Kitaptaki veriler, cemaat örgütlenmesinin kendi derin devletini oluşturma yönünde epey mesafe kat ettiğini gösteriyor. Emniyet/yargı mensupları içindeki güçlü bir ağ sayesinde her türlü bilgi ve belgeye kolayca ulaşabilen bu yapı, yasadışı (veya “yasal”) telefon ve ortam dinlemeleri, sahte kanıtlar, yarım günde “incelediği” onlarca klasör ve yüzlerce sayfa telefon kaydına dayanarak tutuklama kararı veren savcılar ve olgusal temelden yoksun iddianameler sayesinde rakiplerini yasadışı yollarla tasfiye ediyor. Bunu yaparken de TMY’nin ve özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin sunduğu olanakları sonuna kadar kullanıyor.   

Biz işin bu tarafını daha çok KCK operasyonlarından ve sonrasında hazırlanan iddianamelerden biliyoruz. O zamanki DTP yetkililerinin, KCK operasyonlarını yöneten asıl operasyonel gücün, “Gülen Cemaati” olduğunu ileri sürdüklerini unutmayalım.   

Öyleyse Ne Yapmalı?

Devletin güvenlik ve yargı aygıtı içinde Gülen cemaatinin, tıpkı diğer derin devlet yapıları ve fraksiyonları gibi, hukuk dışı araçlar kullanarak muhalifleri susturma girişimleri karşısında ne yapmamız gerekiyor?

Öncelikle, yukarıda değinmeye çalıştığım gibi, Gülen cemaatinin emniyet ve yargı içinde kurduğu düzeneği, klasik derin devlet yapılanmasından ayrı düşünmek bir hata olacaktır. Biraz ironik bir dil kullanırsak, yeni bir derin devlet “sentezi”nden bahsetmek daha isabetli olur. Ergenekon davasının bir türlü “Fırat’ın doğu yakası”na geçememesi, KCK operasyonları, muhafazakâr-liberal medyada Kürt  Hareketi’ne yönelik sistematik karalama kampanyaları, Hanefi Avcı’yı hapse atabilmek için Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyelerinin bir gecede “Devrimci Karargâh” örgütü yöneticisi yapılıvermesi ve gazetecilere dönük son tutuklama dalgası, çoktandır yeni bir dönemde yaşadığımızı gösteriyor.

Bu dönemi, özellikle yeni baskı biçimlerini ne kadar iyi analiz edersek, yaklaşan seçimlerde ve yeni anayasa tartışmalarında da o kadar somut ve anlamlı talepler öne sürebiliriz diye düşünüyorum.

Son zamanlarda Kürt coğrafyasını izleyen herkesin bildiği gibi, AKP iktidarının özellikle son iki yılında her şey “hukuk”a ve “yasalar”a uygun yapılıyor. Geçenlerde Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi, “eskiden ‘yargısız’ infaz yapıyorlardı, şimdi her şeyi ‘yargı’yla yapıyorlar”.

İşin tehlikeli yanı, 90’lı yıllardan farklı olarak, hukuka ve insan haklarına aykırı telefon dinlemeleriyle üretilen sahte kanıtlar, TMY’nin sunduğu geniş imkânlar ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden (DGM) hiçbir farkı olmayan özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin özel yargılama prosedürleriyle uygulanan yeni baskı biçimleri, “demokratikleşme”, “açılım” ve “darbecilerle mücadele” söylemleri eşliğinde yürütülüyor. 28 Şubat döneminin asker yardakçısı Doğan medya grubunu aratmayan, hatta daha güçlü bir medya desteği de bu yeni baskı biçimlerini gizlemekte ve/veya meşrulaştırmakta kullanılıyor.

Böylece, yine 90’lı yıllardan farklı olarak ve çok daha sinsi biçimde, seçici bir şiddet ve baskı uygulanabiliyor. “Demokratikleşme sürecini sabote etmeye çalışan” farklı muhalif kesimler medya kampanyalarıyla önce kriminalize ediliyor ve sonra da kovuşturmaya uğruyor.

Yaklaşan seçim sürecinde AKP dönemine özgü bu yeni baskı biçimlerini elden geldiğince kamuoyuna anlatmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum: Terörle Mücadele Yasası (TMY) nasıl işlemektedir, dosyalara konan gizlilik kararlarıyla savunma hakkı nasıl engellenmektedir, insanlar bir yıl veya daha uzun sürelerle yargıç karşısına çıkarılmadan nasıl cezalandırılmaktadır, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri neden hukuka aykırıdır ve kaldırılmaları gerekir, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ne durumdadır.

Böylece yeni “sivil” anayasada yer alması gerektiğini düşündüğümüz hususları da daha açık şekilde formüle edebilir ve AKP’nin bu konudaki ikiyüzlülüğünü teşhir edebiliriz. AKP sistemle işbirliği yapmasının getirdiği çok somut kısıtlamalar içinde hareket ediyor. Temel hak ve özgürlükler –ki sendikal haklar, kadın hakları ve sosyal haklar da elbette bunlara dahil edilmelidir– alanında hiçbir ciddi iyileştirmeye yanaşmıyor. Bütün gücünü, devlet aygıtını daha iyi kontrol edebilmesine imkân tanıyacak düzenlemeler için kullanıyor. O halde, Türkiye toplumunun büyük bölümünün özgürlük ve demokrasi özlemine seslenerek, yeni anayasada temel hak ve özgürlüklerin mutlaka güvence altına alınmasını talep etmeliyiz.

Umarım muhalif kesimler bu tür son derece somut talepler üzerinde yoğunlaşır ve muğlak, manipülatif söylemlere, seçim taktiklerine prim vermez.


Notlar: Kültürel Çoğulcu Gündem web sitesinden alınmıştır.