Arkadaş sohbetlerinde sık sık rastladığım “yeni nesiller apolitik” tespitlerine hep temkinli yaklaşmışımdır. Uzun zamandır, orta ve üst orta sınıftan insanların çocuklarını gönderdiği okullarda öğretmenlik yapıyorum ve deneyimlerim tam tersi bir durumu işaret ediyor. Derste ne zaman politik bir mevzu açılsa, en arkaya konuşlanmış dersle ilgisi olmayan öğrenciler de dâhil tüm sınıf dikkat kesilir, ummadığım öğrencilerden gayet mantıklı yorumlar ve tespitler duyardım. Gençler politikayla fazlasıyla ilgiliydiler ama bunu nasıl yapacaklarına dair bir fikirleri yoktu. Bu nedenle öğrenciler değil asıl öğretmenler apolitik diye düşünürdüm.
Öğrencilerle olan politik sohbetlerde söz dönüp dolaşıp hep şu soruya gelirdi, “hoşlanmadığımız durumları değiştirmek için ne yapabiliriz, elimizden ne gelir ki?” AKP’den başka iktidar, Erdoğan’dan başka başbakan görmemiş bu çocuklar her açıdan kendi geleceklerini tehdit altında hissediyorlardı ve ne yapabileceklerine dair hiçbir fikirleri yoktu. Daha da önemlisi yalnız olduklarını düşünüyorlar, “tek başıma ben ne yapabilirim ki” diyorlar ve kendilerini çaresiz hissediyorlardı. Sistem denen şeyin asla değişmeyeceğini, kendi düşüncelerinin ve tepkilerinin anlamsız olduğunu zannediyorlardı. 12 Eylül askeri darbesini yaşamış olan öğretmenleri, anneleri ve babaları onları sık sık uyarıyordu, “burası Türkiye, sakın siyasete bulaşma, sağda solda fazla ileri geri konuşma, ne olacağı belli olmaz.” O zaman ne yapacaklardı, gerçekten ellerinden ne gelirdi ki?
Bu sorunun cevabını 31 Mayıs günü yaşayarak öğrendiler, öğrendik. Bu gün artık ne yapacağımızı biliyoruz. Üç ağaç için bile olsa bir araya gelip sokağa çıkmak gerekiyor. Her şey o üç ağacı kurtarmakla başlıyor çünkü. 12 Eylül rejimi 31 Mayısta bitmiştir, 12 Eylülün yarattığı sinik, iktidarsız vatandaş halet-i ruhiyesi artık aşılmıştır. 12 Eylülün toplum üzerine serptiği ölü toprağı artık kalkmıştır. Örgütlenmenin, birlikte olmanın, dayanışmanın, hakları için isyan etmenin kötü bir şey olmadığı yaşanarak anlaşılmıştır. 12 Eylül diktasının yarattığı ortamdan faydalanıp, ne istersem yaparım havalarına giren güç sarhoşlarına, halk isyanı nedir gösterilmiştir.
31 Mayıs Cuma günü Kadıköy’den vapura binmiş Karaköy’e doğru yol alırken, vapurdaki birçok insanın gözünde bir tereddüt vardı bence. Öncelikle “vapurdaki bunca insan acaba benim gibi Gezi parkı eylemi için mi gidiyor” sorusu vardı, gençlerden oluşan birkaç grubun çantalarından çıkardıkları gaz maskelerini, limonları ve o zaman ne olduğunu hiç anlamadığımız “Talcidli” suları görmek hem biraz cesaret veriyor hem de biraz endişelendiriyordu hepimizi. Ahmet İnselin dediği gibi insanların haysiyetleri incinmiş, Gezi parkında polisin yaptıklarını vicdanları kabul etmemişti. Şehirli orta sınıflar içki yasağına kızmışlar, Aleviler Yavuz ismine fena içerlemişlerdi. Bu nedenle ne olursa olsun oraya gitmek gerekiyor düşüncesiyle yola çıkmışlardı.
Tünel yoluyla İstiklal caddesine çıktığımızda kalabalık hala sessizdi, Tünelden inip İstiklale girince, yaşları en fazla 13-14 olan, okul üniformalı iki kız çocuğu “gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” diye slogan atmaya başladı. İnce çocuk sesleri hepimize yabancı gelmişti, kimse slogana katılmadı ama onlar buna hiç aldırmadan slogana devam ettiler, 1-2-3-4-5, slogan atarak kararlıca yürüyorlardı Taksime doğru. Koca koca insanlar bu iki kız çocuğunun sloganlarıyla cesaretlendiler ve slogana katıldılar.
Galatasaray Lisesi bir tür adı konmamış sınır gibiydi, orasını geçince eylem alanı başlıyordu, ilk tepki kalabalıktan dolayı duyulan mutluluktu. Binlerce insan buraya gelmişti, yalnız değildik ve gezi parkını korumaya kararlıydık. İlerledikçe polise yaklaşıyordunuz. Fransız Konsolosluğunun önünde barikat kurmuş polisle gençler karşı karşıyaydı. Polis on, on beş dakikada bir kalabalık kitlenin üstüne gaz bombalarını yağdırıyordu. Kalabalık kitle ilk başlarda fazla paniklemiş olsa da bir süre sonra ritmini bulmuştu. Polis gaz atmaya başlayınca herkes “sakin olalım!”, “yavaş! yavaş!” diye birbirini uyarıyor, kitle İstiklalin ara sokaklarına doğru çekiliyordu. Gaz yemiş olanlar ve yaralılar, ara sokaklarda bekleyen insanlar tarafından hem yönlendiriliyor hem de tedavi ediliyordu. Gaza maruz kalındığında yüzün sütle yıkanmasının çok rahatlatıcı olduğunu öğrendik hep beraber. Kalabalıktık, bir birimizi yalnız bırakmamıştık, kararlılığımız her dakika artıyordu.
Bu arada birkaç yer hariç göstericiler mağazalara ve dükkânlara asla dokunmamıştı. Ara sokaktaki büfe, bar ve restoranların çoğu açıktı. İnsanlar düzgünce sıraya giriyor, kimse sıranın önüne geçme uyanıklığı gibi bir şeyi aklından geçirmiyor, parasını verip alış verişini yapıyordu. Barların ve restoranların personelleri göstericilere yardım ediyordu. Kaçışlar sırasında herkes yanındakini kollayarak koşuyordu. Gazın etkisi geçince insanlar yeniden caddeye çıkıyor ve polis barikatına doğru hareket ediyordu. Bu durum saatlerce devam etti.
İnsanların siyasal kimlikleri çok belirgin değildi, birkaç partinin flamaları dışında pek fazla bayrak ve flama yoktu. Hem ön saflarda yer alan gençlerin hem diğer kitlenin profili ağırlıklı olarak şehirli orta sınıfı işaret ediyordu. Genellikle “Tayyip İstifa”, “faşizme karşı omuz omuza” gibi sloganlar atılıyordu. “Mustafa Kemalin askerleriyiz” sloganını birkaç kez duydum sadece, Kürtler, PKK veya barış süreciyle ilgili her hangi bir slogan yoktu. Zaman ilerledikçe kitle büyüdü, küfürlü sloganların sayısında artış oldu. Tribünlerde yetişmiş gençler hem ön saflarda polise direniyor hem de tribün şarkılarını uyarlayarak söylüyorlardı. Bir süre sonra kitlenin tüm sloganlarını onlar attırmaya başladı. Özellikle küfürlü sloganlar bazı insanları rahatsız etse de genelde güçlü bir katılım vardı. Kendisi de tribünlerden gelmiş Erdoğan’ın kendi diliyle uyarılması birçok insanın hoşuna gitmişti.
İlerleyen saatlerde Tarlabaşına doğru hareketlendik. Polis orada da barikat kurmuştu. Barikat yeni yapılan tünelin başındaydı ama gençler polisle çatışarak barikatı geriletmeye çalışıyorlardı. Polisle çatışan yüzü maskeli gençler zaman zaman geri çekiliyor ve duvarlara sloganlar yazıyorlardı. Yazdıkları sloganlardan Kürt gençler olduğu anlaşılıyordu. Genellikle hepsi “bijî serok Apo” sloganını yazıyordu. Kürt gençleri kararlı bir şekilde çatışıyordu ve zaman geçtikçe onlara katılım arttı, polis barikatı yavaş yavaş gerilemeye başladı, birkaç saat içinde polisler meydana kadar geriletilmişti. Gece yarısı olmuştu ve kimsenin bir yere gitmeye niyeti yoktu. Bu arada herkes “acaba televizyonlarda bu durum nasıl veriliyor” sorusunu sorup evlerde olan tanıdıklarını arıyordu. Ana akım medyada olaylarla ilgili hiçbir haber yok cevabını alan küfrü basıyordu. İnsanlar diğer bölgelerdeki arkadaşlarını arayarak Taksimin dört bir taraftan zorlandığını öğreniyor, telefonları aracılığıyla olup biteni duyurmaya çalışıyordu. Geri dönerken bindiğimiz motor çok kalabalıktı ve sloganlar motorda da devam etti. İnsanların gözü parlıyordu ve çok coşkuluydular, yarın geri gelmek üzere evlerine dönüyorlardı.
Ertesi gün de sabah itibarıyla çatışmalar başlamıştı, polis bu kez insanları İstiklale sokmamaya çalışıyordu, ancak yine kararlı ve giderek kalabalıklaşan bir kitle vardı. İnsanlar vapurları hınca hınç doldurmuş Kadıköy’den, Üsküdar’dan Taksime doğru akıyorlardı. Bir süre sonra polis çekildi ve kitle alana doğru akmaya başladı, alanda şenlik vardı. CHP mitingini iptal etmişti ve tüm kitlesi Taksime yönelmişti, Türk bayraklarının sayısında büyük artış vardı. Nihayet gezi parkı geri alınmıştı, herkes çok mutluydu ve birçok insan bu işin böylece sonlanacağını düşünüyordu. Ancak her şey üç tane ağacı kurtarmakla bitmiyor, o üç ağacı kurtarmakla başlıyordu. Gösteriler önce İstanbul’un farklı semtlerine sonra da tüm ülkeye yayılmaya başlamıştı.