13 Mayıs 2013 tarihinde yazdığım bir yazıda, barış sürecine rağmen nedir ülkedeki bu aşırı gergin hava diye sormuştum. Benim tezim bu gergin havanın bizzat AKP hükümeti tarafından yaratıldığı idi. Kürt meselesi üzerinden oluşturulmuş olan İslamcı/muhafazakar hassasiyetlerin barış süreci nedeniyle başka kanallardan beslenmesi gerekliydi ve bu konuda iki potansiyel damar vardı. Birincisi ‘Laiklik elden gidiyor’ ve ‘Türkiye İslam devleti mi oluyor?’ tartışmalarını canlandırmak (alkol yasası vasıtasıyla), ikincisi Alevi meselesi üzerinden bir cepheleşme oluşturmaya çalışmak (ev işaretlemeleri ve yeni köprüye Yavuz Sultan Selim adını vermek gibi Alevilerin tepkisini çekecek icraatlarla).
İç siyasette gerilim damarlarını by-pass etme ve gerilimi tırmandırma politikasının tek nedeni barış süreci değil elbette, dış politika ve özellikle de Suriye meselsindeki başarısızlık, AB sürecinin durmuş olması, ekonomik verilerdeki sorunlar AKP’yi iç gerilimi arttırma politikasına yöneltmişti.
9 Haziran 2013 tarihli Zaman gazetesinin Pazar ekine röportaj veren Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu, bu durumun bizzat başbakan tarafından planlanmış olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor, “ Sayın Başbakan bunu denemek istedi. Bunun iç siyaset ve uluslararası boyutları var. Birincisi kendisini destekleyen kitle ne kadar bunu gördü. İkincisi oyların kemikleşmesini sağladı. Üçüncüsü karşı tarafın gücünü görmek istedi. Çünkü bu anketle yapılabilecek bir ölçüm değil. Bu olay kesinlikle AK Parti’ye yarayacak. Eğer Tayyip Erdoğan bu işi planlı yaptıysa, buna kontrollü gerilim stratejisi diyoruz. Kontrollü bir yangın çıkarırsınız. O yangın karşısında bir tatbikat yaparsınız. İnsanlar ne kadar tepki gösteriyor, onu görürsünüz. Ama hesaplanamayan sonuçlar da oldu…” Ne yalan söyleyeyim okurken epeyce güldüm. Kontrollü gerilim stratejisi fena patlamış.
Bu tespitte katıldığım tek nokta, evet Erdoğan ve ekibi kontrollü bir yangın çıkararak ya da başka bir deyişle seçimlere kadar gerilimi maksimize ederek dış politika (Suriye meselesi ve Reyhanlı felaketi) ve ekonomideki sorunları ört bas etmeyi ve kendi seçmeninin kaçmasını engellemeyi istedi. Ama sadece bu kadarını istedi. Bu yangının kontrolden çıkabileceğini ve kitlesel bir sivil itaatsizlik eylemine dönüşebileceğini aklının ucundan bile geçirmedi.
Diğer taraftan, aslen bir koalisyon olan AKP içinde bir çatışma yaşanıyordu. Bu çatışma son zamanlarda giderek tırmanmıştı. Gülen cemaati Erdoğan’ı açıkça eleştiriyor, gücün Erdoğan’ı zehirlediğini söylüyorlardı. İktidarı beraber oluşturmuşlardı ama Erdoğan gücü tek başına kullanmak istiyordu. Başkanlık sistemi adı altında tüm yetkileri kendi elinde toplamayı amaçlıyordu. Polis ve yargıdaki Cemaat yanlılarına karşı operasyon yapıyordu. Ancak Cemaat en baştan beri başkanlık sistemine karşı çıktı. Dolayısıyla sadece devlet eliyle tırmandırılan bir gerilim yoktu, bizzat AKP’nin kendi içinde de gerilim yükseliyor koalisyon dağılıyordu. Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce -ki kendisi Cemaatin basın sözcüsü olarak da bilinir-, 8 Mayıs 2013’te yazdığı “Mecburi İstikamet, C Planı…” başlıklı yazısında Başbakanı açıkça uyarıyordu. “Belki C planı içerisindeki sürpriz hamle, Başbakan Erdoğan’ın, cumhurbaşkanlığına adaylığını koymamasıdır. Sayın Başbakan, bugüne kadar aday olacağını söylemedi. Aday olmazsa, o zaman partili cumhurbaşkanına da ihtiyaç kalmaz. Demokratikleşme yolunda mevcut anayasada yapılacak esaslı değişiklikler, referandumda halk desteği ile arızasız gerçekleşir. Bu durumda tek şart, Sayın Başbakan’la gerçekten ahenk içinde çalışacak, ona vefasızlık etmeyecek bir şahsiyetin Çankaya’ya çıkmasıdır…” Yani Erdoğan başbakanlıkta kalmalı, Cumhurbaşkanlığı yine cemaate yakın birine verilmeliydi. Başbakanın baş danışman Yalçın Akdoğan buna büyük tepki gösterdi.
Genel durumu böyle özetlemek mümkün olsa da, kısa dönemli bir süreç analizi olup bitenleri anlamamız açısından faydalı olacaktır.
İşin aslı 31 Mayıs direnişinin yolları 2011 seçimlerinden sonra döşenmeye başlandı. Seçimlerin hemen ardından liberal aydınlarla bağını koparan AKP, Kürt meselesi konusunda da savaş konseptine geçmeye karar verdi. İktidara geldiği günden itibaren mağdur/muhalif dili devşirmiş ve bunu liberal aydınların “özürlükçü” söylemiyle tahkim ederek kullanmış olan AKP, 2011 itibarıyla artık başka bir dili kullanmaya başlamıştı. Bu dil daha mağrur ve daha mütehakkim bir dildi. Nitekim başbakan ustalık dönemine geçtiğini söylüyordu. Usta dediğin azıcık sert olur, gereğinde esip gürler hatta çıraklarına tokadı patlatıverirdi.
2010 anayasa değişiklik referandumu ve 2011 seçimlerinden sonra AKP kendisini gerçekten iktidar olarak görmeye başladı. Devletin tüm kurumları kontrol altındaydı ve artık icraat vaktiydi. Orta Doğu’da aktif bir siyaset izlenerek yeni Osmanlıcı tasavvur canlandırılacak, bu bölgenin ekonomik getirilirinden faydalanılacak ve PKK tasfiye edilecekti.
Çok uzun uzadıya anlatmaya gerek var mı bilmiyorum ama bu kalemlerin tümünden başarısızlıkla çıkıldı. Erdoğan artık ustalık döneminde olduğunu söylese de ustalık dönemi tam bir fiyaskoya doğru gidiyordu.
PKK’yi tasfiye amaçlı geçilen savaş konsepti AKP’nin ve başbakanın dilini, söylemini sertleştirirken, basın tam anlamıyla bir manipülasyon aracına dönüştürülmüştü. Binlerce Kürt siyasetçi KCK tutuklamaları adı altında hukuksuzca ve keyfi olarak tutuklanıp ceza evine atıldı. Büyük bir askeri operasyon başlatıldı. Ancak danışmanları Erdoğan’a, PKK’nin Orta Doğu’nun en tecrübeli fedai örgütlerinden biri olduğunu ve daha önemlisi büyük bir halk desteğine sahip olduğunu söylemeyi unutmuşlardı. Askeri operasyonlar istenen sonuçları vermediği gibi PKK belirli bölgelerde alan hâkimiyeti bile kurmaya başlamıştı.
Bu süreçte yaşanan Roboski katliamı hükümet için tam bir kâbusa döndü (28 Aralık 2011), bunca insanın ölüm emrini veren kişi ortaya çıkarılamadı. Bu durum emrin başbakan tarafından verildiği kanısını güçlendirdi. Ortaya çıkarılamadığına göre bu asla harcanamayacak biri, yani başbakandı. Hükümet çok sıkışmıştı ve gündemi değiştirip gerilim noktasını başka bir alana kaydırmak için Kürtaj tartışmasını ortaya atıverdi. Roboski olayıyla vicdanı lekelenmiş halk (bu olay Kürtler arasına büyük bir tepkiye yol açtı, bölgedeki Kürt AKP seçmeni dahi tepkisini açıkça belli etti) bu kez de kürtaj gibi kadınlar için çok önemli bir hakkın gaspı meselesi nedeniyle gerilmişti. Başbakan “Her kürtaj bir Roboskidir” cümlesiyle hepimizi kızgınlığa ve en önemlisi utanca sevk etti.
Ve son darbe yine bir sivil itaatsizlik eylemiyle geldi. Binlerce Kürt tutsak ölüm orucuna başladı (Eylül 2012), peş peşe gelebilecek ölümler iç savaşa kadar gidebilecek bir sürecin tetikleyicisi olabilirdi. İlk başlarda AKP yeni dilini ve enstrümanlarını kullanmaya kalkıştı. BDP’li milletvekillerinin aylar önce bir yemek sırasında çekilmiş fotoğrafları yandaş medyaya servis edildi. Arkadaşları açlık grevindeyken ziyafet çekiyorlar dendi. Açlık grevinde olanların aslında numara yaptığı ve kebaplar getirterek yedikleri söylendi ama işin böyle olmadığını biliyorlardı. Başta ekonomik çıkarlar ve ABD’nin araya girmesiyle savaş konsepti terk edildi. Üç ay önce Abdullah Öcalan’ı yeniden yargılamaktan ve asmaktan söz eden başbakan, Öcalan’la masaya oturmuştu. Aslında uzun vadede bu sürecin hükümeti güçlendireceği açıktı ancak bir yenilgi ve başarısızlık hali en azından şimdilik ortadaydı. Bu nedenle barış sürecinde olmalarına rağmen mağrur ve muktedir dillerinde en ufak bir değişiklik yapmayan AKP, barış söylemini “Akil İnsanlara” ihale etti. Arınç, sınır dışına çekilen gerillalar için “cehennemin dibine kadar yolları var” demeyi bile ihmal etmedi. Tabanlarına başarısızlık duygusunu hissettirmemeleri gerekiyordu ve bu nedenle sert söylemlerde bulunmaktan çekinmiyorlardı.
Suriye meselsi ise başka bir fiyasko oldu. Suriye’de ilk ayaklanmalar çıktığında, hükümet Esad’ın birkaç ay bile dayanamayacağını söyleyerek açıkça taraf olduğunu ilan etti. Kürt bölgesinde hâkimiyeti elinde bulunduran PYD’ye karşı düşmanca bir tavır takındı ve İslamcı militanları silahlandırarak Kürt bölgelerine yönlendirdi. Ayrıca birçok kanaldan Türkiye’nin muhaliflere silah yardımı yaptığı ve topraklarını açtığı haberleri geliyordu. Türkiye en başından beri Esad’ın gidişi ve sonrasındaki Suriye’nin dizaynı meselesine açıkça taraf oldu. Ama kazın ayağı öyle değildi. Esad hem kendi askeri gücü, hem olayın bir mezhep çatışmasına doğru gidişiyle Alevileri arkasına alması hem de Rusya ve İran’dan gelen destekle konumunu güçlendirdi. Muhalifler çok parçalı bir yapıydı ve giderek ayrılıklar öne çıkıyordu. Türkiye açıkça dış müdahale teklifinde bulundu ancak ABD’nin hiç böyle bir niyeti yoktu. ABD’ye giden başbakan, Suriye meselesinin uluslararası görüşmelerle masada çözüleceği konusunda “ikna olarak” geri döndü. Ustalık döneminde bir fiyasko daha yaşanmıştı. Daha da kötüsü bu meseleyi bir Alevi/Sünni meselesi olarak lanse eden başbakan toplumda bir fay hattının daha belirgin bir şekilde ortaya çıkartmıştı. Kılıçdaroğlu’nu ve Alevileri Esadçı olmakla suçluyordu. Bu suçlamaları ülkenin çeşitli yerlerinde Alevilerin evlerinin işaretlenmesi izledi. Aleviler gergin, kızgın ve endişeliydiler. Köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi ise Aleviler tarafından açık bir tehdit olarak algılandı.
Reyhanlı saldırısı toplumda büyük bir infial yarattı (11 Mayıs 2013). Başından beri Suriye meselsine Türkiye’nin bu şekilde dâhil olması ve üstelik sonuç alamaması toplumda rahatsızlık yaratmıştı. Suriye tarafından düşürüldüğü söylenen Türk uçağı konusunda AKP hükümeti tehditler savurmaktan başka bir şey yapamamış ve epeyce prestij kaybetmişti. Reyhanlı saldırısı bu anlamda herkesi şok ettiği gibi tepkilerin de su yüzüne çıkmasına neden oldu. Kısa bir süre sonra, istihbarat birimlerinin çok önceden saldırının olabileceğiyle ilgili hükümeti uyardığına ve buna rağmen önlemler alınmadığına dair belgeler ortaya dökülmeye başlandı. Hükümet yine çok sıkışmıştı ve yeni bir Roboski ile karşı karşıyaydı. Ustalık dönemi fiyasko üstüne fiyasko ile devam ediyordu.
Ekonomi ile ilgili veriler ise hiç iyi değildi. Büyüme neredeyse % 1’lere inmiş, gerçek işsizlik rakamları artmış, cari açık en yüksek noktaya kadar çıkmıştı. İşçi hakları ve sosyal güvenlikle ilgili, işçilerin aleyhine yeni yasalar hazırlanmaktaydı. İşçi ölümleri, neo-liberal yapının ürettiği çalışma koşulları nedeniyle akıl almaz bir noktaya gelmişti. 2012 yılında en az 878 işçi hayatını kazalar sonucu kaybetmişti. Acil sıcak para girişi gerekliydi. Bunun için iki ihtimal zorlanabilirdi. İlki barış sürecinin başarıyla yürütülmesi ve Irak Federe Kürt bölgesiyle imzalanan enerji anlaşmalarının uygulanmaya konması. İkincisi orman alanları dahil tüm rant getirecek bölgelerin inşaat alanlarına dönüştürülmesi, yani inşaat sektörünün canlandırılması.
İşte tüm bu tablo içinde, ustalık dönemi olarak adlandırdığı bu süreci yenilgi üstüne yenilgiyle sürdüren AKP, yukarıda da belirttiğim gibi içerideki gerilimi maksimize ederek bu başarısızlıkları gizleyebileceğini düşündü. 1 Mayıs’ta işçilerin Taksim meydanına sokulmaması, hatta bundan böyle Taksim ve İstiklal caddesinde hiçbir eyleme izin verilmeyeceğinin açıklanmasıyla gerilim filmimiz sahneye konmaya başlandı. Ardından alkol düzenlemesi adı altında, içki içen insanların tepkisini çekecek düzenlemelerin yapılarak laik, anti-laik geriliminin yeniden canlandırıldı. Yeni köprüye Yavuz Sultan Selim ismi verildi, bu durum zaten uzunca zamandır gergin olan Aleviler tarafından tepkiyle karşılandı. Nihayet bir sabah Gezi parkına girilerek Harbiye tarafına bakan duvarları yıkıldı ve oradaki ağaçlar sökülmeye başlandı. Buna engel olmak isteyen insanlara iki gün boyunca acımasız bir polis şiddeti uygulandı ve 31 Mayıs’ta “kontrollü gerilim stratejisi” fena halde patlayıverdi.
Hep birlikte bir daha gördük ki AKP sivil itaatsizlik karşısında fazla şansa sahip değil. On binlerce insan 31 Mayıs’ta Taksime geldi ve polis şiddetine karşı geri adım atmadı. AKP açısından bundan sonraki aşama, sonuçları itibarıyla göze alınamazdı. Böylesine kararlı bir kitleye uygulanabilecek bir operasyon çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanabilirdi. Bu tür direnişleri faşizan yöntemlerle ve çok sayıda can kaybıyla bastırmak demek AKP’nin ülke içinde ve dışında tüm meşruiyetinin yok olması anlamına gelirdi. Bu nedenle 1 Haziran Cumartesi günü Taksim Meydanı ve Gezi parkının göstericilere teslim edilmesi hayati önemde bir karardı. Şimdi sıra çarpışa çarpışa geri çekilmekte ve kontrolden çıkan yangını yeniden kontrol altına almaktaydı.
Bu noktada yeniden ve mecburen ittifak haline geri dönen AKP koalisyonunda, ittifakın hangi pazarlıklar üzerinden nasıl sağlandığını zamanla göreceğiz. Bir diğer soru işareti ise AKP’nin yangını tümüyle söndürüp söndür(e)meyeceği ile ilgili. İlk veriler kontrollü gerilim stratejisinin en azından şimdilik tümüyle terk edilmediği yolunda. Sivil itaatsizlik eylemleri ise hala AKP’nin yumuşak karnı gibi görünüyor.