Gezi Hareketi ağırlıklı olarak seküler orta sınıfların, AKP Hükümeti’nin Türk-İslam faşizmi bağlamında uyguladığı baskılara, dışlamacı tutumuna ve polis şiddetine karşı gelişen bir direnişti. Farklı yaşam biçimlerinin, Türkiye’nin çok inançlı yapısının kabulü veya reddi gibi temaların öne çıktığı bir dönemde Alevilerin Gezi’ye yoğun katılımı herhalde tesadüf sayılamaz. Gezi’yi harekete geçiren diğer bir tema ise, kuşkusuz, metropollerin yüksek rantlı inşaat projelerine kurban edilip artık nefes alınamayacak hale getirilmesiydi.

Gezi, kitlesel sivil itaatsizliğe dayanması bakımından tarihsel bir öneme haiz oldu. Bununla birlikte, Gezi hareketi 3-4 aya yayılan park forumları sürecinde bağımsız bir toplumsal harekete dönüşme becerisi gösteremedi. Bu tespiti, birçok göstergeye bakarak yapabiliriz. Sanıyorum en önemlilerinden biri, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde “muhalif” Gezi kitlesinin, sosyalistlerin ağırlıklı bir kesimi dahil olmak üzere, ezici çoğunlukla CHP’ye oy vermesiydi. Demokratikleşme ve barış mücadelesinin yeni adresi olma iddiasıyla ortaya çıkan HDP’ye oy verenler ise azınlığın azınlığı düzeyinde kaldı.

Gezi Hareketi, eşyanın tabiatına uygun olarak AKP ve Erdoğan karşıtı bir isyan şeklinde başladı. Fakat bu noktada kaldı, hatta zaman geçtikçe daha geriye düştü. Seküler orta sınıftan gelen direnişçiler, büyük çoğunlukla, kendi dışlarında baskı gören, ezilen kesimlerle bir dayanışma sergileme gereği hissetmediler.[1] Elbette istisnai örnekler yaşandı; fakat barış sürecinin toplumsallaşması için neler yapılabileceği konusunun forumlarda bu denli az gündeme gelmesi, toplumsal bir harekete dönüşme isteksizliğinin açık göstergesi oldu.[2] Toplumsal bir harekete dönüşme çabası, aynı zamanda “Beyaz Türk” kimliğini aşmak için temel bir adım olabilirdi; fakat öyle olmadı. Kentsel dönüşüm, kentsel yaşam alanlarının büyük sermaye lehine düzenlenmesi, 3. Köprü için yüz binlerce ağacın kesilmesi gibi sisteme dair mücadele alanlarına yönelenlerin, forum kitleleriyle karşılaştırılınca çok zayıf kalması da başka bir gösterge oldu.

Aslında Gezi Hareketi’nin karşı karşıya kaldığı sorun şuydu: Derdimiz her ne pahasına olursa olsun AKP-Erdoğan’dan kurtulmak mıydı? Yoksa –her ne kadar AKP Hükümeti konumu gereği baskıcı, halk aleyhtarı politikaların baş icracısı olsa da– Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin derinlikli bir ilgi ve alâka geliştirip ezilen, dışlanan kesimlerle dayanışma örgütlemek mi?

İlk seçeneğin fazlasıyla ağır bastığı, Gezi kitlesinin yerel seçimlerde umudunu CHP’ye bağlamasıyla ayan beyan ortaya çıktı. Üstelik hırsızlık ve yolsuzluk baş gündem maddesiyken, bu konudaki sicili belli Sarıgül’ü, Maraş Katliamı davasında yargılanmış, Tansu Çiller’in “tarikatlar ve cemaatler danışman”lığını yapmış Mahsur Yavaş’ı aday gösteren bir CHP desteklendi. Sağ’a ve MHP’ye doğru açılım gösteren, iktidara gelebilmek için ABD sponsorluğunda Cemaat’le ittifaka giren bir CHP’ye umut bağlandı.

Tartıştığım birçok arkadaşım bu tercihini, “biz CHP’ye inanmıyoruz, sadece bir kerelik taktiğe başvurduk”, “hele AKP gitsin de CHP’yle uğraşması daha kolay” gibi gerekçelerle açıklamaya çalıştı.

Soma İşçi Katliamı ve Seküler Orta Sınıf Muhalefeti    

Soma işçi katliamı, bu sefer Türkiye’nin başka bir temel sorununu önümüze koydu: İşçi sınıfının hangi koşullarda çalıştırıldığı, nasıl bir vahşi kapitalizm altında ezildiği, taşeronluk, güvencesizlik gibi modern kölelik biçimlerinin çoktan beri yerleşmiş olduğu.

Soma işçi katliamını izleyen günlerde Gezi’ye de katılmış olan orta sınıf seküler muhalefetin bir kısmı çeşitli yerlerde protesto gösterileri düzenledi veya sol grupların organize ettiği gösterilere katıldı. Bunun yanı sıra, insani dayanışma örnekleri sergilendi ve pek çok insan, meslek kuruluşları, sendikalar vs.’den bağımsız olarak Soma’ya akın etti. Yakınlarını kaybeden ailelerin acısını paylaşmaya, yapabilecekleri bir yardım varsa yapmaya gittiler. İnsani yardım çabasını kalıcı hale getirmek ve yardımların gerçekten mağdur durumdaki ailelere ulaşıp ulaşmadığını denetlemek elbette ilk işimiz olmalı.

Öte yandan, Gezi’de karşımıza çıkan, fakat pek yüzleşme iradesi gösteremediğimiz demokratikleşme, barış süreci gibi sorunlar bu defa Türkiye’de işçilerin çalışma koşulları, iş cinayetleri şeklinde gündemimize girdi. Fakat temel soru yine baki kalıyor: Kendi bulunduğumuz alanlarda işçilerin kölelik koşullarını gündeme getirecek miyiz, yaşamlarının daha insani hale gelmesi için kampanyalar örgütleyecek miyiz ve bütün bunlar için öncelikle Türkiye’nin büyüme modelini gündemimize alacak mıyız?

Bilindiği gibi Avrupa Birliği (AB) tam üyelik macerası, AB’nin Türkiye’ye “özel statülü ortaklığı” uygun görmesiyle 2005 civarında sona erdi. Bu sonuç AKP Hükümeti döneminde ortaya çıktı; fakat sistemi temsil eden başka hükümet de olsa benzer bir yol izlerdi: Türkiye, ekonomik ilişkilerinin ve ihracatının yönünü Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Rusya gibi bölgelere çevirdi.

AB’nin ırkçı-dışlayıcı tavrı, 80’lerin sonlarında Turgut Özal-ANAP eliyle temelleri atılan neo-liberalizmin 2000’lerin ortasında farklı bir biçim almasına yol açtı. Başka bir ifadeyle, 80-90’lı yıllar boyunca güç kazanan bir eğilim ana eğilim haline geldi: Türkiye, Batılı ülkelerin çoktan terk ettiği, hem çalışma koşulları hem de çevre açısından “kirli” endüstrilere kucak açtı. Büyümesini ve ihracatını bu sektörlere dayandırmaya başladı.

Söz konusu sektörler, inşaat, madencilik, taşa ve toprağa dayalı sanayi, gemi sanayisi, tekstil ve benzeri sektörleri kapsıyor. Bu sektörlerde üretilen katma değer çok düşük, dolayısıyla vasıfsız emeğe ihtiyaç duyuluyor. Başka bir deyişle, söz konusu sektörlerde kâr oranı ve rekabet gücünün korunması esas olarak işgücü maliyetlerinin düşük tutulmasına, bunun için de güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaştırılmasına bağlı. Dolayısıyla son 10 yılda taşeronluk sisteminin bu kadar büyük bir hızla gelişmesi, çalışma koşullarının hızla kötüleşmesi ve işçi ölümlerinin inanılmaz seviyelere ulaşması Türkiye’nin izlediği bu “büyüme modeli”ne içkin, yapısal bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.

Bazı temel verilere bakarak bu gerçeği görebiliyoruz. Örneğin İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin yazılı-görsel medya taramasıyla ortaya koyduğu verilere göre, 2014 yılının ilk dört ayında, yani henüz Soma işçi katliamı olmadan, en az 396 emekçi iş kazalarında hayatını kaybetmiş. En fazla ölüm, 108 işçiyle inşaat sektöründe meydana gelmiş. Diğer yandan, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 24.12.2013 tarihli haber bültenine göre, 2007-2013 yılları arasında en fazla iş kazası şu sektörlerde meydana gelmiş: Birinci sırada açık arayla madencilik-taş ocakçılığı var; sonra enerji sektörü, özellikle su ve kanalizasyon işleri geliyor; hemen ardında ise inşaat sektörü yer alıyor.

Yukarıdaki tartışmaya dönecek olursak, Soma işçi katliamı karşısında orta sınıf temelli seküler toplumsal muhalefet kendine iki farklı gündem belirleyebilir. İlki, geçtiğimiz günlerde sıkça şahit olduğumuz gibi, işçi katliamlarının baş sorumlusu olarak Tayyip Erdoğan ve hükümeti görülür. Erdoğan’ın gerçekten de her vicdanlı insanı rahatsız eden “bu işin fıtratında var” türünden sözlerine odaklanılır (zaten müşaviri de yerdeki bir protestocuyu tekmelemiştir) ve sonuçta her ne pahasına olursa olsun AKP Hükümeti’ni devirmek için öfkemiz biraz daha kabarmış olur. Bu gündemin, yerel seçimlerde olduğu gibi barış karşıtı-ulusalcı bir iktidar bloğu inşa etmekle meşgul olan CHP’nin değirmenine su taşıyacağı ve hiçbir temel sorunda en küçük bir iyileşme sağlamayacağı açık.

Sorunu ele almanın ikinci biçimi, ilkinden radikal şekilde farklılaşır. Türkiye’nin kapitalist dünya-sistemde nasıl bir işbölümü üstlendiğine kafa yorabiliriz. Yüksek büyüme oranlarının ne pahasına gerçekleştiğine ilişkin, biraz da işin mekanizmalarını anlamaya dönük bir kavrayış oluşturabiliriz. Tarımın kotalar yoluyla çökertilmesiyle ucuz ve örgütsüz bir işgücü yaratılması arasındaki ilişkiyi sorgulayabiliriz. Birçok alt-birimi vasıflı işçilik ve nispeten ileri teknoloji gerektiren imalat sanayinin GSYH içindeki payının 1988’de % 23,9’dan 2012’de % 15,6’ya gerilemesi üzerinde durabilir ve “kirli” sektörlere kucak açmanın zaten demokrasi standartlarını hızla aşağıya çekmek anlamına geldiği sonucuna varabiliriz. Bu şekilde belirlenen bir gündem, işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmenin hiç de kolay olmadığını, “kirli” sektörlerin payını önemli ölçüde düşürecek bir ekonomik programa ve bu programı destekleyecek güçlü bir muhalefete ihtiyaç olduğunu gözler önüne serecektir. Sorunu bu çerçevede ortaya koymak toplumsal muhalefet için hayırlı bir sonuca da yol açabilir: Neo-liberalizmin, “kirli” sektörlerin dünyanın Batısı’ndan Doğusu’na doğru yer değiştirmesinin bir AKP icadı olmadığı fark edilebilir.

Son Not: Alevilerin Hedef Alınması    

Bu yazıyı yazdığım sırada, Okmeydanı’ndaki Cemevi’nde cenaze törenine katılmak için bekleyen Uğur Kurt polis tarafından öldürülmüş, bir başka kişi ise ertesi günkü gösterilerde büyük olasılıkla polis tarafından vurularak yaşamını yitirmişti.

Türkiye’nin temel sorunları yakamızı bırakmıyor. Demokratik bir Türkiye kurulmadıkça da böyle olacak. Demokratikleşme ve barış perspektifi, işçi sınıfının çalışma koşulları ve “büyüme “modeli” derken, kökü tarihin derinliklerinde yatan Alevi sorunuyla da yüzleşmemiz gerekiyor. Diğer konularda olduğu gibi bunu da iki farklı şekilde yapabiliriz: Kolaycı ve havaleci bir yaklaşım benimseyebilir ve hedef tahtasına bütünüyle AKP’yi yerleştirebiliriz. Ya da, her ne kadar AKP döneminde baskın hale gelmiş olsa da Türk-İslam faşizmin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojilerinden biri olduğu kavrayışına dayanan daha sistem-karşıtı bir yaklaşım geliştirebiliriz. Böylelikle öncelikle Alevilerin uğradığı ayrımcılığı öne çıkarabiliriz. Bize kalmış…   

 

 

 

[1] Gezi Hareketi’nin bu anlamda “asosyal” kimliğini ele alan nitelikli bir yazı için bkz. Hakan Gürel, “Asosyal Bir Hareket Olarak Gezi Direnişi”, http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=19520&pid=4

[2] Bu konuyla ilgili bir değerlendirme için bkz. Taylan Doğan, “Forumlarda ‘Barış Süreci’ Niçin Gündemleşmedi?”, http://www.bgst.org/ulke-gundem/forumlarda-baris-sureci-nicin-gundemlesmedi