Kızılbaş Aleviliğinin Çaldıran Savaşı'nda (1514), Safevi Şahı İsmail'in Osmanlı Padişahı Selim karşısında yenilgiye uğraması sonrasında ortaya çıkan özgün bir dinsel cemaat örgütlenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı devlet yapısında resmi meşruiyeti devam eden Bektaşilikle bağları olmasına karşın, soya dayalı dinsel bir toplum inşa etmesi bakımından İslam çemberi içinde oldukça ayrıksı bir yer edinir ve mezhep ölçülerine sığdırılması zordur. Soya bağlı tek tanrılı bir din inşa etmesi bakımından, Kızılbaş Alevi toplumu Yahudi toplumuna benzetilebilir. İtikat düzeyinde ise, İslam çemberi içinde yaşanan yol ayrımlarından birisine işaret eder.
Tarihsel olarak kesin olan, Kızılbaş Aleviliğinin İran Şia İslam ya da Osmanlı Sünni İslam örgütlenmesi bünyesinde eritilememiş olmasıdır. İslam çemberi içinde kendine özgü bir din örgütlenmesi gerçekleştirmiştir. Osmanlı devleti Kızılbaş Alevi cemaatlerine karşı kapsamlı ve düzenli bir soykırım politikası izlememiş ama resmen bastırmış ve yeraltına itmiştir. Bir şekilde, özerk bir toplumsal örgütlenme yaratarak varlıklarını sürdürmelerine göz yummuştur. Cumhuriyet dönemine kadar yaklaşık olarak yaşanan budur.
Cumhuriyet döneminde, Kızılbaş Aleviliği ayakta tutan geleneksel yapıların tasfiyesi ve kapitalist modernleşme sürecine dâhil olabileceği cemaat yapılarının inşa edilememesiyle, yıkıcı bir süreç yaşanmıştır. 1939'da Dersim bölgesine dönük soykırım ve tehcir harekâtı, sadece Kürt toplumu açısından değil, Kızılbaş Alevi toplumu açısından da belirleyici bir dönüm noktasıdır. Kızılbaş Aleviliğin Anadolu'daki özerk kalabilmiş en güçlü bölgesi, aşiret yapıları ve köy toplulukları ağır bir şekilde tahrip edilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili döneme geçilirken Alevi itikati Demokrat Parti aracılığıyla kamusal alanda varlık edinme umuduna sahip olmuştur. Fakat Demokrat Parti (DP) hükümetinin Kemalist devlet ideolojisiyle barış içinde bir arada yaşamayı vaat eden Türk-İslam ideolojisi çizgisine girmesiyle bu umut ortadan kalkmıştır. DP hükümeti döneminde inanç özgürlüğü vaadi, sadece geleneksel Sünni İslam çemberine dönük baskı ve sınırlamaların hafifletilmesi sonucunu doğurmuştur. Alevi toplumu ise, bir kez daha Kemalist laikliğin temsilcisi olmayı sürdüren CHP çatısı altına sığınmak zorunda kalmış, Türk-İslam ideolojisinin Alevilik üzerinde kurduğu baskıya bu şekilde direnmiştir.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, Aleviliğin sol hareketle giderek daha fazla özdeşleşen bir toplumsal kimlik edindiği görülmektedir. CHP'nin yanı sıra, daha fazla özgürlük vaadiyle ortaya çıkan Türkiye İşçi Partisi de Alevi toplumu için ciddi bir siyasal bir seçenek haline gelmiştir. 1970'lerde ise, CHP'den radikal sol örgütlere geniş ve oldukça parçalı bir yelpazenin beslendiği bir toplum şekillenmiştir.
Bu aynı zamanda kırsal Alevi cemaatlerinin ağırlığını yitirmesi, şehirli Alevi kimliğinin öne çıkması ve "laik" Alevi elitlerin Alevi toplumu üzerinde daha fazla söz hakkı sahibi olmasıyla bağlantılı bir süreçtir. Eş zamanlı olarak, Alevi dinsel değerler sol kültür içinde dönüştürülmekte, şehirli Alevi cemaatler arasında dinsel teoloji yerini bir çeşit sol teolojiye bırakmaktadır. Buna karşılık, sol kimlik adına giderek bir ön koşul haline gelen ateizm, Alevi toplumu ile geliştirdiği ılımlı ilişki sonucunda yerel bir karakter kazanmaktadır.
12 Eylül 1980 darbesinin sol muhalefeti ezmesinin ardından, Aleviliğin ateist sol kültür içinde eritilemediği anlaşılacak, Alevi toplumu içinde dinsel referansları öne çıkarma eğilimi canlanacaktır. Sürgünde Avrupa demokrasisi ile tanışan Alevi siyasetçi / entelektüeller, bu eğilimin örgütlenmesine öncülük etmiştir. Artık Aleviliğin ateist sol kültür içinde eritilmesi değil, inanç özgürlüğü ilkesine uygun olarak kamusal ve resmi meşruiyet kazanması hedefi önem kazanacaktır. Bu, aynı zamanda Alevi toplumu içinde orta sınıf genişlemesinin hız kazandığı ve radikal sol ile ilişkisini sorgulamaya başladığı bir dönemdir.
1989 dünya sosyalist devletler sisteminin tasfiyesi, küresel çapta sol muhalefetin bir alt üst oluşu yaşaması ve Türkiye'de Kürt halk hareketinin ana toplumsal muhalefet haline gelmesiyle, Türkiye'nin bir de "Alevi sorunu" olduğu ve milyonlarca vatandaşı ilgilendirdiği keşfedilmiştir. Cem evlerinin aleni bir varlık edinmesiyle, sol muhalefet ile Alevilik arasındaki ilişki değişmiştir. Alevi dinsel değerlerin dönüştürülmesi ve özümsenmesi değil, özerk varlığı kabul edilmeye başlamıştır.
Alevi itikati yeraltından çıkıp aleni bir karakter kazanırken kısmen devletin de onayını alması, ancak 1990'larda ortaya çıkmış bir vakadır. Bir yandan Sünni-Alevi gerilimini canlandıran 1993 Madımak ve 1995 Gazi katliamları yaşanırken, devletin Alevi toplumunu temsil iddiasındaki elitlerle ittifak arayışına girmiş olması dikkat çekicidir. Devlet çeşitli yollarla Kürt muhalefetinin Alevi toplumunun aktif rol oynadığı sol muhalefetle birleşme çabasının önüne geçmek istemiş ve bunda başarılı olmuştur. Alevi toplumu radikal soldan ve Kürt hareketinden uzaklaştığı ölçüde, Aleviliğin dinsel bir cemaat olarak örgütlenmesinin resmen onaylanacağı vaat edilmiştir. SHP, DSP ve CHP aracılığıyla, DYP, ANAP ve MHP ile geliştirilen yeni milli cephe koalisyonlarının, ara rejim hükümetlerinin ya da AKP hükümetini devirmek üzere örgütlenen cumhuriyet ve bayrak mitinglerinin kitleselleşmesinde rol alması sağlanmıştır.
PKK'nin etkili olduğu Kürt-Alevi toplum kesimleri bu süreci daha farklı yaşamakla birlikte, Alevilik mi yoksa Kürtlük mü üst kimlik olarak kabul edilecek sorusu güçlü bir şekilde sorulabilmektedir. Alevi vurgusu öne çıktığı ölçüde Kürt hareketinden uzaklaşmanın meydana geldiği söylenebilir. Hali hazırda bu eğilim küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahiptir. Dersim, laik BDP ve laik CHP'nin rekabet içinde olduğu, Kürt milliyetçiliğinin katılaşmadığı bir bölge olmayı sürdürmektedir. Gülen cemaati ise, Aleviliği Sünni İslam çemberi içinde meşru bir alt kültür olarak kodlayarak, Türk-İslam ideolojisinin Alevi açılımını gerçekleştirme çabası içindedir. Bu AKP hükümetinin de benimsediği bir siyasettir. Kızılbaş Aleviliğin Bektaşilik içinde eritilmesi ve mümkünse Sünni İslam çemberine dâhil edilmesinin yolları aranmaktadır.
Alevi toplumu, 12 Eylül'den beri şu sorularla karşı karşıya: Alevilik dinsel olarak nasıl yeniden yapılandırılacak? Devlet vaat ettiği gibi Alevi dinine resmen meşruiyet tanıyacak mı? Fakat bu sorular ne kadar güçlü soruluyor, talepler toplumsal olarak ne kadar hayati, oldukça tartışmalı. Bu sonuca ulaşmak için, biri hukuki diğeri provokatif iki resmi karara Alevi kitlelerin nasıl bir tepki verdiğine bakılabilir. Birincisi, yakın zaman önce Danıştay'ın "Cemevleri ibadethane değildir" kararını onaylaması; ikincisi, İstanbul'daki üçüncü köprüye "Yavuz Sultan Selim" adının verilecek olması.
Bugüne kadar tepkiler, zayıf bir şekilde, çeşitli dernek, vakıf ya da siyasi parti yetkilileri aracılığıyla gösterildi. Ortada gerçekten tuhaf görünen bir durum var: Bir yandan dinsel bir yeniden yapılanmayı ve bunun resmen kabulünü şiddetle talep eden bir toplum varsayımı devrede, diğer yandan bu toplum dinsel bir Rönesans yaşamakta edilgen bir görünüm sergiliyor. 31 Mayıs'ta patlama yaşayan seküler toplumsal muhalefet içinde Alevi toplumu oldukça aktif olduğu halde, Alevi dinsel duyarlılık adına ortaya çıkmamış olması dikkat çekici.
Bu tuhaflığa son vermek ya da yeni bir tuhaflık yaratmak adına CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün'ün ortaya çıkıp "Aleviler ulustur" demiş olması dikkate alınması gereken bir olgu. Alevilik İslam'ın bir mezhebi mi yoksa apayrı bir din mi tartışmasına bambaşka bir boyut katıyor. İkinci bir yazı ile tartışmanın bu boyutunu ele alacağım.