6 Haziran Pazar günü gerek AKP hükümeti gerekse direniş hareketi açısından kritik bir gündü. Fakat bir kader günü olarak kabul edilmesi anlamsızdı. Böyle bir bakış açısı toplum bilimsel olarak doğrulanamaz.
Sivil itaatsizlik ve protesto eylemlerine Taksim hedefi konulur ve bir şekilde Taksim’e çıkılamazsa, bir yenilgi hissiyatının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Fakat bu taktik yaklaşımın kendisi sorunludur, meydana gelen toplumsal hareketin anlaşılamadığını ve yanlış yönlendirildiğini gösterir.
Mesela 16 Haziran Pazar günü Beşiktaş Çarşı’ya gittiğimde, kararlı, enerjik ve düşük yoğunluklu polis müdahalesine karşı donanımlı büyük bir kalabalığın oluştuğunu gördüm. Gece evlerden verilen destek çok canlıydı. Fakat bu kalabalığa 31 Mayıs’takine benzer bir rol oynatmaya çalışmanın anlamı yoktu. Önemli olan Beşiktaş Çarşı bölgesinin bir miting alanına dönüştürülmesi ve “Her Yer Gezi” esprisinin hayata geçirilmesiydi.
Yenilgi hissiyatı, “Her yer Gezi” sloganının altının boşaltılması ve hâlâ Taksim’e kaptırılmış ve bir an önce kurtarılması gereken bölge muamelesi yapılmasından kaynaklanıyor. Taksim Dayanışma’ya yön verenler, direniş kitlesinin kafasını karıştırıyor ve düzenli olarak taktik başarısızlıklara imza atıyorlar. Gezi Parkı’nda şu kadar noktada düzenlenen forumlar aracılığıyla doğrudan demokrasi oyunu sergilenmesi ve taktik başarısızlıkların anonimleştirilmesi bu gerçeği değiştirmez.
Yeri gelmişken belirtelim: Halk forumları halk meclislerine dönüşebildikleri oranda karar alma gücüne kavuşurlar. Görebildiğim kadarıyla, sadece Beşiktaş Çarşı bölgesinde halk meclisinin kurulmasına aday bir hareketlenme meydana gelmiş ve polis çeşitli yollarla Çarşı liderlerini baskı altına alarak bu hareketlenmenin önüne geçmeyi hedeflemiştir.
Yenilgi hissiyatı, ağırlıklı olarak Taksim Dayanışma’ya yön veren siyasi parti ve çevrelerin icatlarından birisidir. Yenilgi bir yana, taktik olarak ricat edilecek bir durum da yoktur. Fakat şu söylenebilir: “Kafamız çok karışık, ciddi bir adım atmaya kalkıştığımızda asgari hedeflere bile ulaşamıyoruz, en iyisi biz eve ya da tatile gidip biraz dinlenelim, kafamızı dinleyelim. Sonra bir daha bakarız.”
Oldukça insani bir talep olmakla birlikte, “Sofrayı kuran toplasın, hepimizi Allah kurtarsın” ötesinde bir taktik önerme değil bu. Toplumsal bir hareket doğası gereği böyle bir karar alamaz. Bunu anlamak için 31 Mayıs olaylarının ve tuhaflığı defalarca vurgulanan yeni halk muhalefetinin ne olup olmadığını açıklayabilmek önemli. Fakat bundan önce hükümet cephesinde durum ne, bir bakmakta fayda var.
15 Haziran'da Gezi Parkı’nın polis tarafından ikinci kez işgali, hükümet açısından ahlaki ve politik bir skandaldır. Kendi ayağına sıktığı, çıkarılması zor bir kurşundur. Yüksek siyaset düzeyinde, Başbakan’ın Gezi Parkı’nın işgaline kadar olan sıcak eylem günlerinde sergilediği performans gerçekten de hayranlık uyandırıcıdır. Hâlâ Taksim merkezli kalmakta ısrar eden siyasetçilerin tamamını yaya bırakmıştır. Özellikle eylemcilere kaptırılan Taksim’in fethi ile alkol düzenleme yasasının Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanması aynı güne getirildiğinde, küçümsenmemesi gereken taktik bir başarı elde edilmiştir. Gezi Parkı müzakeresinin başlatılması ve müzakere sırasında sergilenen yaklaşım da başarılıdır. Taksim Dayanışma’yı köşeye fena sıkıştırmıştır. Fakat ne zaman ki Gezi Parkı işgaline karar vermiş ve “bindirilmiş kıtalarla” İstanbul’da AKP mitingi düzenlemişlerdir, ahlâkî ve politik bir hezimetin temellerini atmışlardır.
Direniş niçin geri çekilemez?
AKP hükümetinin dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelere bağlı olarak Türk-İslam faşizmi siyaseti ile liberal tınılı muhafazakâr İslam-demokrat çizgi arasında gidip gelmesi, fakat nihayetinde muhafazakâr İslam-demokrat bir evrim geçirmekte zorlanması, sekülerizmden yana geniş toplumsal kesimleri bir cephe arayışına sevk etmektedir.
Türk-İslam ideolojisi ile seküler ideoloji arasındaki gerilim, aynı zamanda zenginliğin, iktidarın ve bilginin paylaşılması adına toplumsal bir cepheleşmeye işaret eder. Etiler’den hali vakti oldukça yerinde birisinin, altındaki şu kadar yüz bin liralık bir arabanın kornasına basarak ay sonunu çıkarmakta zorlanan bir direnişçiye destek vermesi, buna karşılık ay sonunu çıkarmakta zorlanan yoksul bir işçinin direnişten uzak durması ve oyum AKP’ye diyebilmesi, yaşanan cepheleşmenin çapıcı görünümleridir.
Türk-İslam ideolojisi ile seküler ideoloji arasındaki toplumsal cepheleşme ortadan kalkmadığı sürece, direniş hareketi de ortadan kalkmaz. Dönemsel değişimler yaşayarak, ama tepkinin yüksek seviyesi korunarak yoluna devam eder. Direnişe açıklayıcı bir isim verilecekse, söylenmesi gereken bellidir: Seküler direniş. “Haysiyet İsyanı” gibi tespitler, sadece eylemlere biçim veren ahlaki kaygılara gönderme yapar, olgunun kapsamını ve sürekliliğini açıklamaz.
31 Mayıs olayları, seküler direnişin aldığı biçimin dönüşüm geçirdiğini gösterir. AKP hükümetini devirmeyi amaçlayan, kısa zamanda darbeci yönelimi açığa çıkan, sonrasında Ergenekon operasyonlarıyla tasfiye edilen Cumhuriyet ve bayrak mitinglerinden farklı bir biçime kavuşmuştur. Kemalist darbeciliğin seküler direnişe yön verme iddiasını kaybettiğini, aşıldığını gösterir. Gezi Parkı polis tarafından işgal edildiğinde CHP yöneticilerinin devri sabık ilan etmesi ve bir kez daha olmayacak darbeye amin demesi bu durumu değiştirmez. Seküler direniş evrimi içinde, CHP-MHP koalisyonunun iktidara geleceği ara rejim senaryosundan uzaklaşmış, demokratik ve katılımcı bir çerçeve edinmeye başlamıştır.
Bu durumun ne Kürt hareketi ne de Türk solu bileşenleri tarafından algılandığı söylenebilir. Taksim Dayanışma’nın bitmek bilmeyen taktik yönlendirme başarısızlıkları ve hamasi söylemler, “kendiliğindenlik” tespitleri eşliğinde algılama güçlüğünün itirafı, siyasi parti ve çevrelerin realiteden kopuk öznelliklerini direnişe yansıtma endişesi, Dayanışma örgütünün Türkiye geneline yayılması gereken örgütsel evriminin önünde engeller çıkarılması vs., Kemalist hegemonyadan sıyrılma eğilimindeki seküler direnişe karşı örgütlenen içerden direnişlerdir.
Türk-İslam faşizmi siyasetinin bir zaferi olarak sunumu yapılan ve Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanan “Alkol düzenleme yasasının” anlam ve önemini hissettikleri halde kavrayamamış, siyaseten hafifsemiş olmalarının nedeni budur. Bu yasa seküler topluma dönük bir hakaret ve dayatmaydı; dolayısıyla 31 Mayıs’taki gaz terörünün tetiklemesiyle “haysiyet isyanının” meydana gelmiş olması, karşı hakaretin direniş alanlarında meşruiyet kazanması normaldi.
AKP hükümeti Türk-İslam faşizmi siyasetinde ısrar ettiği sürece, seküler direniş yüksek tepki seviyesini koruyarak yoluna devam edecektir. Yenilgi mi geri çekilme mi gibi tartışmaların altında yatan örgütsel krizdir. Seküler direnişe yön verme iddiasındaki siyasi parti ve çevrelerin tutuculuğu, direnişe eklemlenme biçimleri temel bir sorun olmaya devam etmektedir.
Oysa AKP hükümetinin Türk-İslam faşizmi siyaseti dayanıklı olmaktan uzak ve oldukça kırılgandır. MHP lideri Bahçeli haklıdır: Hem “çözüm sürecine” girip hem de Türk-İslam faşizmi siyasetini tutarlı bir şekilde uygulamanın imkânı yoktur. Bu nedenle bir an önce savaş tam tamlarının çalınması gerekmektedir. Böylece kontrolden çıkmış Türk-İslam faşizmi ile bir türlü ayağa kaldırılamayan Kemalizm arasındaki kayıkçı kavgasına dönülür ve seküler hareketin demokratik ve katılımcı bir çerçeve edinmesinin önüne geçilebilir.