KCK operasyonları ile başlayan ve meşru Kürt siyasetinin aşındırılması ile devam eden süreçte, Hatip Dicle'nin vekilliğinin YSK tarafından düşürülmesi, Kürtlere karşı işlenen demokrasi cürmünü, gayrı-demokratik tavrı şüphesiz daha aşikâr hale getirmiştir. Fakat, Dicle vakasını münferitleştirmemek –ki egemen bakış açısından bu ülkedeki her ayıp, her zulüm münferittir- ve bu vakaya Türkiye'de hâkim olan genel siyasal temayüller üzerinden bakmak elzemdir. Seçim öncesinde, ev baskınları ve Kürt öğrencilerin gözaltına alınması, Kürt-sosyalist bloğun örgütlenmesinin zora sokulması, blok adaylarının söyleme-eyleme haklarının yokuşa sürülmesi, mitinglerin “güvenlik gerekçeleri” ile mütemadiyen baskılanması; seçim sonrasında, egemenlerin Kürt-sosyalist bloğa karşı tehditkâr tutumu ve nihayetinde “kaderi yasaklı” bir Kürt politikacısı olan Hatip Dicle'nin vekilliğinin düşürülmesi. Tüm bu tahakküm süreçlerini, onlarca senedir memleket ruhuna sirayet eden Kemalist vesayete ya da yeni hegemonik İslamcılığa izafe ederek kestirmeden açıklama yapabiliriz. Fakat hakikatinde şuna dikkat etmek gerekir ki, tüm bu ayrımcı süreçler ve pratikler, Türkiye'de hâkim olan siyasal aklın ya da siyasi işleyişin farklı vecheleri olarak karşımızda duruyor. On yıllardır memleket sathının üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan bu siyasal akıl yahut işleyiş, “çoğunluk demokrasisi sorunu” (ya da majoritarianism) olarak tanımlanabilir.
Basit bir önermeyle ifade edecek olursak, çoğunluk demokrasisinde çoğunlukta olan unsur belirleyicidir, çoğunlukta olan konsensüs aramak derdinde değildir. Nitekim çoğunluğa sırtını dayayan siyasal aktörler yahut gruplar, kendi pozisyonlarının meşruiyetini (yasal olanın meşru olana dönüşmesi) baştan kabul ettirmiş olur. Çoğunluğu türlü yollarla (“karizma” liderden tutun “sadaka” nevinden sosyal yardımlara kadar) arkasına alan iktidar odakları, azınlıkta kalanların sözlerine-eylemlerine itibar etmez olur. Nitekim çoğunlukta olmanın kendinden menkul meşruiyeti, muhalif sesleri ehemmiyetsiz ve etkisiz kılar. Seçimlerden sonra, yani iktidar koltuklarına oturduktan sonra, ortada “hallolunması gereken” bir mesele dahi kalmamıştır (mevcut iktidar örneğinde, görünen o ki, Kürt açılımı bu saatten sonra geçer akçe değildir, Kürt açılımının bir önemi kalmamıştır). Çoğunluğun söylediği-eylediği seçimlerden sonra, demokrasi gereğince, artık “dokunulmaz” bir hakikat sayılır, nitekim çoğunlukta olan “halkın iradesi”dir. (Bu noktada, A. Nesin'in yüzde altmış söyleminin bu yazının muhatabı olmadığını, çiğ bir populizm eleştirisinden kaçınmanın her daim zaruri olduğunu söylemek gerek.)
Dolayısıyla, çoğunluk demokrasisi perspektifinden, Kürtlerin, sosyalistlerin ve Türkiye'de azınlıkta kalan diğer grupların parlamenter-demokratik sisteme dahil edilip edilmemesi, mevcut iktidar açısından bir sorun teşkil etmez. Çoğunluğun seçtiği mevcut iktidar sahipleri, parlamenter-demokratik koltuklarına zaten oturmuşlar. Kürtler yahut sosyalistler zulme uğramış, gadre uğramış; iktidar açısından ne gam ne keder. Mevcut iktidar isteseydi, elbette seçim sistemini “demokratikleştirebilirdi,” seçim barajını kaldırabilirdi, seçim yasasını revize edebilirdi. Fakat arkasına aldığı çoğunluktan emin olan, çoğunlukta olmaktan ilham alan iktidar buna gerek duymadı. Nitekim muhalif temayüllerin sistem dışında kalması, mevcut iktidarın söz-eylem alanını artırırdı.
Şunu teslim etmek gerek: İktidarda olanlar ancak demokratsa zulme göz yummaz. İktidarda olanlar ancak vicdanlarının sesini dinliyorlarsa daha “adil bir düzen” hayal ederler. Şu an iktidarda olanlar, çoğunluk demokrasisinin ötesine geçip, adalet arasalardı Kürtlerin uğradığı gadre ve zulme göz yummazlar, bir halkın on yıllardır süren çığlıkları karşısında kulaklarını tıkamazlardı. Şu an iktidarda olanlar “ancak bana demokrasi” demeselerdi, Kürtlere ve sosyalistlere yapılan zulme razı gelmezler, sessiz kalmazlardı. Nitekim sükût ikrardan gelir, sessiz kalmak zulmü onaylamaktır. Böyle bakınca, mesele sadece Hatip Dicle meselesi değildir, Kürt halkının ve sosyalistlerin iradesinin yok sayılmasıdır. Mevcut iktidar, Kürtlere ve sosyalistlere yapılan zulüm karşısında hiçbir şey yapamadıysa, hiç olmazsa vicdanı elverdiğince “buğz” edebilirlerdi. (Nitekim, Peygamber şöyle der, “bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalbinizle buğz edin.”)